442
MART-NİSAN 2025
 
MİMARLIK'tan

  • Giriş
    Deniz Dokgöz - Ayşen Ciravoğlu

YAYINLAR



KÜNYE
ÇEVRE

Kohabitasyon ve Yapılı Çevre: Bir Arada Yaşam Pratiklerine Kavramsal Bir Yaklaşım

Ece Gören, Doktora Öğr., Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü; Funda Baş Bütüner Doç. Dr., Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü

Günümüzde mimarlık, sürdürülebilir bir gelecek için tasarım süreçlerinin radikal dönüşümünü gerekli kılıyor. Ekoloji, mimarlık ve peyzaj disiplinlerinin bir ortak alanı tanımlayan “kohabitasyon” kavramı üzerine ilerleyen çalışmada Oyster-tecture, Floating University Berlin ve Oberbillwerder projeleri incelenerek bu dönüşüme dair kavramsal bir çerçeve sunuluyor. “Kendi kendini idame ettiren sosyo - çevresel ekolojilerin tasarlanmasının” ve “ekolojik halk adına iklim adaleti ve eşitlikçi kalkınmanın sağlanmasının” yollarını arayan yazarlar, mimarlıkta insan merkezli bakış açısının ötesine geçen yaklaşımların benimsemesine dikkat çekerek mimarlığı, ekosistemlerin ayrılmaz bir parçası olarak yeniden düşünmeye davet ediyor.

En yalın tanımıyla birarada yaşamayı ifade eden “kohabitasyon” kavramı, ekoloji, mimarlık ve peyzaj disiplinleri arasında bir iştiraklık alanı tanımlar. Kohabitasyon, insan ve insan olmayan tüm canlıların ortak yaşamını mümkün kılacak disiplinlerarası ve bütüncül bir tutum üretmek amacıyla, ekoloji temelli bir model olarak değerlendirilebilir. Kavram, Antroposen Çağı’nda mimarlık disiplinlerinin çevresel söylemine yönelik bir sorumluluk alanı tanımlamakla birlikte, söz konusu disiplinlerin mesleki etik ve işleyişini yeniden çerçeveleyen yaklaşımların geliştirilmesini de desteklemektedir. Kohabitasyon kavramına referansla makale kapsamında incelenen projelerin ortak noktası, mimarlık ve doğanın birbirlerine içkin olduğu ekosistem temelli tasarım strateji ve pratiklerini öncelemeleridir. İncelenen örneklerden yola çıkarak makale, Antroposen sonrası mimarlık pratiğine dair üç temsili tasarım eylemi ortaya koyar: “işlevsel simbiyoz”, “muktedir mimarlık” ve “bütünleşik etkileşim”. Söz konusu bu eylemler, kendi kendini idame ettiren sosyo-çevresel ekolojilerin tasarlanması ve ekolojik halk adına iklim adaleti ve eşitlikçi kalkınmanın sağlanması için, mimarlığın insan merkezli bakış açısının ötesine geçen yaklaşımları benimsemesinde teşvik edici olacaktır.

“Fakat modern insan kibri, dünyalar kurmanın tek yolu değildir: etrafımızda insan olan ve insan olmayan birçok dünya kurma projesi bulunuyor. Dünya kurma projeleri, yaşamları inşa etme pratiklerinden doğar; bu süreçte, bu projeler gezegenimizi değiştirir. Onları görebilmek için Antroposen’in ‘anthropo-’sunun gölgesinde dikkatimizi yeniden yönlendirmeliyiz [...] ancak onları ilerlemenin bir parçası olarak görmediğimiz için ihmal ediyoruz. Oysa bu geçim yolları da dünyalar inşa eder - ve bize ileriye değil, etrafa nasıl bakmamız gerektiğini gösterir.” [1].

Günümüzde giderek somutlaşmaya başlayan gezegensel kentleşmenin[2] beraberinde getirdiği ölçek değişimi, alışılagelmiş kentsel sınırları bulanıklaştırarak kent ve yaban arasındaki ilişkinin sorgulandığı bir durumun oluşmasına sebep olmuştur. Brenner ve Schmid[3], kentleşmenin bölgesel ve kıtasal sınırları aştığını ve ‘kentsel dokunun’[4] tüm gezegeni kuşattığını ifade eder. Yetişkul’a göre bu çevresel süreç, kentin, kentselliğin ve kentleşmenin maddeleştirilerek alternatifi olmayan fiziksel bir gerçeklik haline gelmesiyle sonuçlanmıştır[5]. Bu durum, kentsel dinamiklerin ve doğal ekosistemlerin birbiriyle kesişimlerini ve etkileşimini derinleştirerek, kentlerin yalnızca insan merkezli mekânlar olma halini sorgulanır kılmaktadır. Biyoçeşitlilik ve ekosistem sağlığının kentsel ortamın önemli bileşenleri olması gerektiğini savunan bu yaklaşım, mimarlık pratiğine dair yeni yöntemlerin geliştirilmesinin gerekliliğini de vurgular. Antroposen Çağı, insan faaliyetlerinin gezegen üzerinde geri döndürülemez etkiler yarattığı bir dönem olarak tanımlanırken; mimarların ekolojik sorumluluk alanlarını yeniden değerlendirmeleri, mimari ürünün çevresel döngülerini ön plana çıkarmaları ve insan - doğa etkileşimini derinlemesine kurgulamaları gerekmektedir. Bu bakış açısından hareketle, mimarinin ekosistemleri kesintiye uğratan bir fail olmaktan ziyade, kent - doğa sürekliliğini (continuum) ve bütünleşikliğini mümkün kılacak ekosistemlerin üretilmesine katkı sunması, öncelikli bir kaygı olarak ön plana çıkmaktadır.

Spirn’in de belirttiği gibi, doğanın ve insan üretimi çevrenin uyumlu birleşimi, ekolojik ve sosyal dinamiklerin karşılıklı etkileşimi ile zenginleşen bir kentsel ortam yaratma potansiyeline sahiptir[6]. Bu bağlamda, mimarlığın bir tasarım disiplini olmaktan öte, sosyo - ekolojik adaletin sağlanması için hem bir araç, hem de bir ortam hâline gelmesi mümkündür. Ekolojik krizler karşısında mimarlığın dönüşümü, mimarlık ve ekoloji disiplinlerinin kesişiminde kendini göstermekte ve bu disiplinlerin, insan merkezli bakış açılarını aşarak daha kapsayıcı ve sistemsel bir yaklaşım benimsemelerini zorunlu kılmaktadır. Tsing’e göre farklı türlerin bir arada yaşama becerisi, kentsel alanlarda sosyo - ekolojik ilişkilerin yeniden düşünülmesi için önemli fırsatlar sunmaktadır[7]. Mimarinin sadece fiziksel yapıların ve fiziksel çevrenin tasarımı değil, aynı zamanda çevresel ve toplumsal bağlamda sosyal dinamiklerin de kurgulandığı bir disiplin olduğu gerçeği[8], bu dönüşümün merkezinde yer alır. Antroposen’in getirdiği bu dönüşüm, yalnızca mimari uygulamaların değil, aynı zamanda toplumsal ve çevresel ilişkilenmelerin de yeniden kurgulanmasını gerektirmektedir.

Bu tartışmalardan yola çıkarak makale, mimarlığın ekoloji ve toplumsal ilişkilenmedeki potansiyel etkisini kohabitasyon kavramı aracılığıyla incelemektedir. Mimarlık alanına katkıda bulunmayı amaçlayan bu çalışma, insan merkezli bakış açısının ötesinde, ekolojinin tüm paydaşlarının öncelendiği geniş bir ‘topluluk’ tanımını esas almaktadır. Konuyla ilgili uluslararası projeleri ve uygulamaları inceleyerek yapılan değerlendirmeler sonucunda, makale kapsamında mimarlık pratiğine yön verebilecek tasarım stratejileri ve kararları için temsili tasarım eylemleri önerilmektedir.

KOHABİTASYON KAVRAMI ÜZERİNE

Post - Antroposenik paradigmada kohabitasyon, yani bir arada yaşamak, mimarlığın bir araç olarak çevresel sürdürülebilirliği ve mekânsal yaşanabilirliği sağlamak için nasıl yeniden şekillendirilebileceğine dair bir çerçeve sunmaktadır. Kohabitasyon kavramının önerdiği tasarım pratiği, ekosistemin tüm bileşenlerini tasarım sürecine dahil eden bir kurguya dayanmaktadır. Orff’un tanımına göre eylem olarak “cohabit” etme durumu, “bir arada yaşamak, birbirleriyle yakın ilişkiler içinde olmak ve aynı mekânda yaşamak”[9] olarak tanımlanırken, Hauck ve Weisser tasarım kuramı olarak kohabitasyonu “diğer türlere zarar vermeyen bir mimarlık” anlayışı olarak ortaya koymaktadır[10]. Daha geniş anlamda, kelimenin açılımı, birlikte yaşamak, eş varoluşu sürdürmek anlamına gelir. Terim, etimolojik olarak, “birlikte” anlamına gelen Latince kökenli “co-” ön eki ile “iskân etmek” anlamındaki “habitare” kelimesinin birleşiminden türetilmiştir[11]. Kohabitasyon terimini mimarlık disiplininin alanına taşıyan unsur, tanımda geçen “iskân etmek” fiili olarak görülebilir. “İskân etmek”, iç içe geçmiş ekolojik sistemlerin somut gerçeklikte maddi biçim bulmasına işaret etmektedir.

Kohabitasyon, doğa ve insan yapımı çevre arasındaki sınırları bulanıklaştırarak, tüm türler için eş habitatlar üretmeyi hedefler. Bu yaklaşım, mimarlığın, ekolojik toplumsal adaleti sağlamak adına nasıl yeniden yapılandırılması gerektiği konusunu merkeze almaktadır. Spinoza’nın ayrı birer ikilik olmaktan arındırılmış bir doğa - insan tanımı sunan içkinlik kuramı, bu bakış açısının temelini oluşturmaktadır[12]. Mimarlığın, doğanın bir uzantısı olduğu[13] ve tasarımın ekosistem ile iç içe geçmiş bir süreç olduğu[14] görüşünü benimseyen yaklaşımda, insan ve tasarım doğa tanımının dışında konumlandırılmaz. İçkinlik teorisi, öznelliğin Anthropos’a mahsus olmadığını ve ilişkilerin içkinliğine dayandığını savunur[15]. İçkinlik kuramının görsel tahayyülü için ön plana çıkan iki eserden söz edilebilir: Mehretu’nun Immanence isimli tablosu[16] (Resim 1) ve Doxiadis+ üretimi Entangled Kingdoms [17](Resim 2). Her iki eser de karmaşık ve içkin birer sistemi temsil etmektedir. Söz konusu görsel temsiller, tüm parçaların birbirine eşit biçimde bağlantılı olduğu, farklı ve biricik aktörlerden oluşan bir ilişkiler ağıyla sürekli iletişim halinde olan köksap yapılar olarak yorumlanabilirler. Mehretu’nun Immanence (2004) gibi çalışmaları, sanatçının soyutlama, katmanlama ve sosyo-politik anlatılara yönelik özgün yaklaşımını örnekler. Mimari planlar ve tarihsel haritalar gibi altyapısal öğeler üzerine çizdiği soyut kompozisyonlar, yapısal düzen ile kaos arasındaki etkileşimi yansıtarak insanlık ve mekân arasındaki ilişkiyi sorgulamaktadır. Bu yaklaşım, genellikle daha geniş politik ve tarihsel çerçeveler içinde bağlamlandırılan hareket, göç ve kentleşme temalarını yansıtır. Immanence, bu anlamda Mehretu'nun geniş oeuvre’u içerisinde tipik bir bağlamda yer alır; eser, katmanlı ve soyut anlatımıyla parçaların birbirine olan içkin bağlarını keşfederek içkinlik teorisini somutlaştıran bir temsil olarak yorumlanabilir. Soyutlama, modern insan kimliğinin, güç yapılarının, ilişkiselliklerin ve mekânların akışkanlığının karmaşıklıklarını keşfetmek için kullanılmıştır. Mimari temellerin kullanımı, kentsel planlama ve küreselleşmenin insan ve insan olmayan yaşamlar üzerindeki etkisini sembolize ederken, jestsel lekeler bireysel failliği ve kolektif enerjiyi ima eder.

Hashim Sarkis küratörlüğünde “How will we live together?” başlığıyla düzenlenen Venedik Bienali 17. Uluslararası Mimarlık Sergisi’nde sergilenen Entangled Kingdoms ise, Doxiadis+’ın insanlığın gezegendeki yeri üzerine spekülasyonlar ürettiği, çatışmalar yerine bağımlılıklara odaklandığı bir eser olarak ön plana çıkar[18]. Farklı yaşam formlarının karşılıklı bağımlılıklarını, insan olmayan aktörlerin öznelliklerini ve alternatif mekânsal varoluşları irdeleyen eser, kentsel ve doğal ekosistemleri bileşik bir köksap yapı olarak temsil etmektedir. Eserde Doxiadis+, köksap yapıyı oluşturan farklı varoluşların etkileşimlerinde kesişme veya çarpışma noktaları yerine, eş düzlemde bağlı oldukları ana yapıyı ve ilişkilerin içkinliğinden kaynaklanan öngörülemeyen dinamikleri görünür kılmayı hedeflemektedir. Benzer şekilde Latour’un, insan dışı yaşam formlarının etkenlik kapasitelerini tanımlamak amacıyla kullandığı ağlar, aktörler ve nesnelerin parlamentosu kavramları[19], kohabitasyon tartışmasında önemli bir açılım sunar. Modernitenin sınıflandırma biçimini ve ontolojik indirgemeciliğini eleştiren Latour, insan dışı özlerin etkenliğini savunmakta ve daha geniş bir nesneler parlamentosu önermektedir. ‘Aktör’ (actant) terimi, bir başka varlığı değiştiren herhangi bir varlık için kullanılan semiyotik bir terimdir ve bu terim politik bir varlık olarak kabul edilmenin insan olma ön koşulunu kaldırmaktadır[20].

Deleuze ve Guattari ise, mimarlık ve ekoloji arasındaki ilişkiyi daha geniş bir varoluş perspektifiyle ele alarak, insan olmayan ve insan asamblajları (nonhuman-human assemblages) arasındaki dinamiklerin yeniden düşünülmesi gerektirdiğini belirtmektedir[21]. Guattari’nin birbirine bağımlı üç ekoloji arasında dengeli bir uyum kurmayı amaçlayan “ekosofi” kavramı bu noktada önem kazanır. Guattari, ekosofiyi üç temel ekoloji üzerinden tanımlar: çevresel ekoloji (doğal çevre), toplumsal ekoloji (sosyal ilişkiler) ve zihinsel ekoloji (bireysel ve ruhsal deneyimler)[22]. Bu yaklaşıma göre ekosofi, doğanın, toplumsal ilişkilerin ve bireysel deneyimlerin kesişiminde yeni bir anlayış geliştirmek için gerekli zemini oluşturmaktadır

“Topluluk” kavramını yeniden düşünmemize olanak tanıyan bir diğer konu Tsing’in altını çizdiği “asamblaj” (assemblage) kavramıdır. Tsing, ekolojistlerin ekolojik ‘topluluk’ kavramının sabit ve sınırlı çağrışımlarını aşmak için “asamblaj” terimine yöneldiklerini ifade eder[23] . Asamblajlar yaşam biçimlerini bir araya getirmenin yanı sıra, aynı zamanda onları yaratmaktadırlar. Bu noktada, “topluluk” tanımı yerine “ekolojik halk(lar)” terimini kullanmak, toplulukların sabit veya pasif yapılar olarak görülmesi yerine, ekolojik süreçlerin aktif ve etken aktörleri olduklarını vurgular. “Ekolojik halk” kavramının ortaya koyduğu topluluk tanımı, karmaşık ve birbirleriyle dinamik etkileşimlerde bulunan çoklu yaşam biçimlerinden oluşan ve hem tekil bireyler halinde, hem de toplu bir bütün olarak var olan yapıda olduklarını temsil eder. Böylece, tüm canlı formlarını kapsayan daha geniş bir katılımcılık anlayışını etkin kılmak mümkün olabilecektir. Bu yaklaşım, tasarlayan ve tasarlanan arasındaki ilişkiyi de sorgulanır kılmaktadır. Böylece, ikili arasındaki ilişki bulanıklaşarak, insan dışı varlıkların ve mimari üretimin kendisinin dönüştürücü ve dönüşen faillikleri görünür olabilecektir.

Bu kavramsal çerçeveden yola çıkarak, kohabitasyon kavramının, mimarlığın insan ötesi perspektifleri önceliklendirerek mekânsal adaleti, eşitlikçi kalkınmayı ve ekolojik birlikteliği üretebilmesi adına bir çağrı niteliği taşıdığı söylenebilir. Kendine yeterli sosyo - çevresel ekolojik ağların tasarlanması yoluyla, geleceğin kentlerinde tüm ekolojik paydaşlar adına adil, döngüsel ve sürekli yaşam alanlarının oluşturulması mümkün olabilecektir.

MİMARLIKTA KOHABİTASYONUN KAVRAMSAL İNŞASI

Kohabitasyon kavramının mimarlık tartışma alanı ve pratiğindeki etkinliğini incelemek üzere bu makale kapsamında üç örnek incelenmektedir: New York merkezli peyzaj mimarlığı stüdyosu SCAPE'in ekolojik rehabilitasyon projesi Oyster-tecture, Berlin Kreuzberg’de eko-mekânsal bir deney olarak örgütlenen Floating University, ve Studio AAD'nin (Animal-Aided Design) hayvan temelli mimari pratiğinin erken bir uygulama projesi olan Oberbillwerder. Projelerde ortaya konulan farklı ölçek ve bağlamlardaki ekosistem temelli tasarım stratejilerini entegre etme çabası, mimarlık ile ekoloji arasındaki süreklilik ilişkisine dair yaratıcı bir çerçeve ortaya koymaktadır. Stüdyo SCAPE’in kurucusu Kate Orff’un Kentsel Bir Ekolojiye Doğru (Toward an Urban Ecology) adlı manifestosu, peyzaj mimarlığı ve kentsel tasarımda şehir - biyosfer ilişkisini yeniden canlandırmaya yönelik bir aktivist pratiği olarak yorumlanabilir[24]. Orff’un manifestosunun özgün yanı, tasarımcının son dönemlerde ürettiği proje ve uygulamalara yansıyan tartışmaları içermesidir. Tasarımcının, New York Modern Sanatlar Müzesi’nde 2009 yılında gerçekleşen “Rising Currents” sergisi için ürettiği Oyster-tecture projesi[25] (Resim 3, 4), New York’un Red Hook ve Gowanus Kanalı çevresindeki kıyı bölgelerinde ekosistem sağlığını desteklemeyi ve kıyı dayanıklılığını artırmayı hedefleyen bir rehabilitasyon eylemi olarak ön plana çıkmaktadır[26]. Proje, alışılagelmiş yaklaşımların ötesinde bir program önerisi olarak istiridyeyi kentsel değişimin bir aracı olarak konumlandırır. Proje kapsamında istiridye resifleri, fuzzy rope yani ‘tüylü ip’ olarak adlandırılan ağ yapıları üzerine yerleştirilerek, suyu filtreleme, kıyı erozyonunu engelleme ve dalga enerjisini dengeleme gibi işlevler üstlenir. Oyster-tecture, istiridyeler, yılan otları ve midyeler gibi sucul türlerin doğal filtrasyon süreçlerini kullanarak bölgeyi rehabilite etmeyi, biyoçeşitliliği geri kazandırmayı ve hem insan hem de insan dışı yaşam için ortak bir habitat oluşturmayı hedefleyen bir program önerisi içermektedir. Bu bağlamda Oyster-tecture, kolektif bir mekânsal süreç üretme potansiyeline sahip altyapı önerisi olarak da değerlendirilebilir. Proje, insan dışı yaşam biçimlerini aktif özneler olarak tanıyan mekânsal üretim yaklaşımıyla, bir yandan sucul yaşam alanlarını iyileştirerek biyoçeşitliliği desteklerken, diğer bir yandan da yerel insan topluluklarına suyla ve kıyıyla yeni bir ilişkilenme zemini ve rekreasyon alanı yaratmış olur. Söz konusu bu zeminin oluşturulmasında, ekolojik halkın ortak üretken potansiyeli bir katılımcı tasarım pratiğine dönüşmektedir.

Kohabitasyon üzerinden tartışılabilecek bir diğer örnek olan Floating University, Berlin'deki eski Tempelhof Havaalanı'na bitişik bir yağmur suyu tutma havzasında inşa edilmiş geçici bir yapıdır (Resim 5, 6). Berlin’de eski bir havalimanı arazisinin yağmur suyu havzasında yer alan bu proje, şehir içinde doğa ile bütünleşik bir eğitim ve tasarım yapısı olarak ortaya çıkar ve zamanla holler, mutfaklar, bir teras ve oditoryuma bağlanan bir köprüyü de içine alarak çeşitli işbirlikçilerin çabalarıyla genişler. Floating University, deneysel yapıyı ve onu üreten disiplinler ötesi kolektif oluşumu kapsamaktadır. Floating University, katılımcı öğrenme ve işbirlikçi tasarım süreçleriyle türlerarası bir mimari üretim pratiğini örneklerken; geçici, su yüzeyinde “süzülen” ve kentsel ve ekolojik sınırları bulanıklaştıran formu aracılığıyla aynı zamanda mekânsal bir prototip üretir. Floating University’nin insan ve insan olmayan türlere açtığı bu geçici yapı, doğa ve insan arasında bir ortaklık arayüzü yaratmaktadır.

İşbirlikçi bir mekânsal deney olarak tanımlanabilecek proje, 2018 yılında raumlabor mimarlık grubunun öncülüğünde başlatılmış olup, farklı disiplinlerden gelen farklı işbirlikçilerin katkısıyla her yıl yeniden hayal edilen bir doğa - kültür öğrenim alanı olarak etkinliğini sürdürmektedir. Floating University kampüsünün özgün yanı, post - Antroposen mimarisinin mekânsal olasılıklarını denemek amacıyla 1:1 ölçeğinde bir mimari maket gibi davranarak, alternatif mekân üretim pratikleri ve pedagojilerini araştıran yaratıcı bir zemin sunmasıdır. Mekânsal bir laboratuvar gibi düzenlenen bu yapıda öğrencilerin ve işbirlikçilerin geliştirdiği, yeni bir su filtrasyon sistemi ya da toprak laboratuvarları gibi deneysel uygulamalar pratiğe dökülmekte ve mekânın dönüşümün sürecine dahil edilmektedir. Bölgeyi rehabilite ederek geçmişteki halini yeniden üretmeyi amaçlayan planların aksine, Floating University önerisi mevcut ekolojik halka ve bu habitatın süreç içerisinde barındırdığı / barındıracağı kendiliğinden oluşumlara odaklanmaktadır. Alanın biyoçeşitliliği, projenin temel paradigmasını oluşturur;

“Floating, kendi iklimine sahip ve yağmur suyu dinamikleriyle karakterize edilen bir alan olup, büyük ölçüde spontan bitkilerin varlığına dayanır. Ağaç Halkası, ağaçlarla çevrili bir çorak arazidir. Mahalledeki ekili doğadan bir sınır çizer ve aynı zamanda ekili olmayan doğadan ekili doğaya geçişi sağlar. Bir tarafta spor tesisi ve bitişik mezarlık, diğer tarafta bahçe alanı ve güneyde Tempelhofer Feld bulunur. Ağaçlar ve böğürtlen çalılarıyla korunan alçak havza, türler açısından zengin bir nişe dönüşmüştür. İlk olarak hayvanlar tarafından kolonize edilmiş ve bugün belirli zamanlarda insanlar tarafından kullanılan, bilinçli olarak deneyimlenen bir birlikte yaşama yeri burada gelişmektedir”[27].

Bu bağlamda, kirli su ve ev sahipliği ettiği türler, kampüsün yeni varlığıyla bir arada bulunarak, Haraway’in tanımıyla doğa kültürü (natureculture)[28] ya da Clément’in tanımladığı benzeri bir üçüncü peyzaj[29] içerisinde farklı türlerin aktif olarak paylaştığı özerk bir ekosistem oluştur. Proje, bu alandaki özgün su altyapısını kültürel ve sosyo - politik bir alan olarak yeniden etkinleştirmeyi hedeflemektedir. Pouzenc’in belirttiği gibi, “tamamlanmamış mimarinin ötesinde, Floating University mimarisi, olası yinelemeleri ve adaptasyonları somutlaştıran bir mimaridir ve her türlü işgal ve kullanım için davetkar bir ortam sunar”[30]. Bu yaklaşım, post - Antroposenik mimari bağlamında, modern mimarlığın statik rijitliğinin aksine radikal bir tanımsızlığı savunmakta ve mekânın değişken potansiyelini araçlandırmaktadır[31].

Konuyla ilgili tartışılabilecek bir diğer örnek, hayvan temelli mimari girdilerle insan - doğa arasındaki etkileşimi yeniden tanımlayan Studio AAD’nin (Hayvan-Temelli Tasarım Stüdyosu) Oberbillwerder projesidir (Resim 7-9). Manifestolarında, mimarlığı insan-dışı varlıkların ve insanların bir arada yaşamasını kolaylaştıran bir katalizör olarak tanımlayan AAD’nin bu yaklaşımı, disiplinlerarası bir planlama ve tasarım yöntemi olarak değerlendirilebilir[32]. Yöntem, farklı türlerin içsel ihtiyaçlarına yaptığı vurguyla mimarlığı, kentsel biyoçeşitliliği destekleyen ve türler arası dinamiği besleyen bir katılımcı olarak yeniden tanımlamaktadır. Diğer bir deyişle, AAD, modern kentleşme süreçlerine faunal modelleri entegre ederek, insan ve doğa arasındaki kültürel ayrımı aşan bir birarada olma anlayışını teşvik eder. Ekibin mimari pratiğinde, hayvanlar mekânın ortak yaratıcıları olarak ön plana çıkmaktadır[33]. Bu pratik, insan dışı canlılara, bir diğer ifadeyle genişletilmiş ekolojik halka dair detaylı ve sistematik araştırmaların tasarım sürecine entegre edilmesini gerektirmektedir.

Hamburg’un 105. bölgesi olarak şehrin güneydoğusunda 118 hektarlık bir alanda yer alan ve büyük ölçekli bir kentsel planlama projesi olan Oberbillwerder kentsel gelişim projesi, AAD tarafından tasarlanan çözümlerle bu yaklaşımın güçlü bir örneğini sunar. Proje, binaların doğal sistemlerle entegrasyonu, yaban ekosistemlerinin korunması ve insan - hayvan etkileşiminin güçlendirilmesi gibi unsurları ön plana çıkarır. AAD tarafından hazırlanan önerinin diyagramlarında, peyzaj ve cephe tasarımları gibi uygulamalara entegre edilmiş habitat çözümleri yer alır. Bu tasarımlar, proje kapsamında belirlenmiş hayvan türlerine yönelik barınma, üreme ve hareket alanları yaratmayı hedefler. Yöntem olarak projede, seçilen hedef türler için “tür portreleri” oluşturularak, her bir türün kritik ihtiyaçları ayrıntılı bir şekilde tanımlanmakta ve belgelenmektedir. Oluşturulan portreler, insan - hayvan arayüzüne dair en ideal etkileşim seviyelerini ve olası etkileşimlerin olumlu ya da olumsuz sonuçlarını belirlemektedir[34]. Böylelikle, tasarım sürecinde ihtiyaçları anlamak ve uygulanmış tasarımların performansını düzenli yapılan değerlendirmelerle geliştirmek mümkün olmaktadır. Tasarımda, kuşlar ve yarasalar için cephelerde yuvalama alanları, tozlayıcılar için zengin bitkisel çeşitlilik içeren peyzaj uygulamaları gibi unsurlar yer alır. Bu çözümler, bölgeyi yeniden tasarlarken yalnızca insan ihtiyaçlarını değil, ekolojik dengeyi destekleyecek biçimde hayvan yaşam alanlarını iyileştirmeyi amaçlamaktadır. AAD, bu tür projelerde, hayvanların ihtiyaçlarını ve yaşam döngülerini mekânsal tasarım süreçlerine dahil ederek insan dışı varlıkların mekânsal müşterekler ve üreticiler olarak konumlandırılmasını hedeflemektedir. Bu yöntem, özellikle kentsel biyoçeşitliliği artırmak ve türler arası dinamikleri desteklemek adına potansiyel taşımaktadır.

Makale kapsamında incelenen üç proje, kohabitasyon kavramının mimarlık alanındaki potansiyel üretkenliğine dair farklı bağlam ve ölçeklerde tasarım ilke ve stratejilerinin uygulanabilirliğini ortaya koymaktadır. Projelerin önemli bir ortak noktası, asgari müdahale ve maksimum kapsayıcılık ilkelerine dayalı olarak geliştirilmiş ekosistem ve biyoçeşitlilik odaklı mimari stratejiler geliştirmiş olmalarıdır. Stratejilerin temel hedefi, insan ve insan dışı yaşam biçimlerinin ortak yaşam alanlarında bir arada bulunabileceği sürdürülebilir ve çoğulcu bir mimari model sunmaktır.

İncelenen projelere referansla kohabitasyon yöntem ve stratejilerinin uygulanabileceği belli durum ya da ortamların ön plana çıktığı söylenebilir: bozulmuş süreksizlik, üçüncü peyzaj ve yoğun kentsel bağlam(Resim 10). Resim 10’da matriste sınıflandırılmış olan bu üç farklı mevcut kentsel saha, bu bağlamlara karşılık gelebilecek üç kohabitasyon temelli tasarım eylemiyle (işlevsel simbiyoz, muktedir mimari ve bütünleşik katılım) ilişkilendirilmiştir. Örneklenen projelerden hareketle, her bir tasarım eylemi ekolojik halkla kurulan farklı ilişkiler doğrultusunda üç farklı bağlamı örneklemekte olup; bağlamların ve dolayısıyla tasarım eylemlerinin çoğaltılabilir olması beklenmektedir. Oyster-tecture projesinde ele alınan “bozulmuş süreksizlik” durumu çevresel veya kentsel tahribatın yol açtığı işlevsizleştirilmiş alanların yeniden kazanılması veya iyileştirilmesi gerektiği bir bağlamı tanımlar. İkincisi, Gilles Clément’in tanımıyla “gezegensel bahçenin kararlaştırılmamış bir parçası”[35] olarak ifade edilen “üçüncü peyzaj” durumunu, yani terkedilen ve doğa tarafından yeniden kazanılan kentsel yaban alanlarını kapsar. Son olarak, “yoğun kentsel bağlam”, en yaygın ve sık karşılaşılan bir durum olarak Studio AAD’nin de pratiğinde öncelediği, yapılı çevrenin baskın olduğu bağlamı tanımlamaktadır. Ortama dair yapılan bu tanımların amacı, mimari ölçekte uygulanacak kohabitasyon ilke ve stratejilerinin olası yaygın etkilerini ortaya koymaktır. Çeşitli bağlamlar ve ölçekler için öngörülen potansiyel sahalar aracılığıyla, sırasıyla; “işlevsel simbiyoz”, “muktedir mimari” ve “bütünleşik katılım” olmak üzere üç ortak yaşam tasarım eylemi önermek mümkündür. Her bir tasarım eylemi, mimarlık ile doğa arasındaki muhtelif ilişkilere dair farklı çözüm önerileri geliştirme potansiyeline sahiptir. Örneğin, işlevsel simbiyoz tasarım eylemi, bozulmuş süreksizlik bağlamında geliştirilen Oyster-tecture ile örneklenen insan ve insan dışı habitatların ortak mekânsal üretiminin ekolojik işlevsellikte araçlaştırılması stratejisini temel almaktadır. Kentsel biyoçeşitliliğin yüksek olduğu bir üçüncü peyzaj sahasında Floating University’nin örgütlediği muktedir mimariise türlerarası mekânsal üretim, kaynak verimliliği ve ekosistem dayanıklılığı konularında öncül bir mimari tasarım eylemi teşkil etme potansiyeline sahiptir. Bütünleşik katılımeylemi ise Studio AAD’nin hayvan temelli üretim pratiğini referans alarak yoğun kentsel bağlamlarda insan dışı ekolojik halkın mekâna ve mekânsal süreçlere müdahil edilmesi sürecini kapsamaktadır. Bu tasarım eylemleriyle detaylandırılan temel çerçevenin amacı, mimarlıkta kohabitasyonun kavramsal inşası için biyoçeşitliliği, ekolojik etkileşimi ve habitat sürekliliğini teşvik eden yöntemler ile insan dışı ekolojik topluluğu kentsel planlamanın ve mimari üretimin ayrılmaz bir parçası haline getiren stratejileri ortaya koymaktır.

TARTIŞMA

Makalede incelenen üç proje, mimarlık ve kentsel tasarım süreçlerinin insan dışı varlıkları ve ekosistemleri içerecek şekilde yeniden düşünülmesi gerektiğine dair etkin örnekler olarak öne çıkar. Oyster-tecture, Floating University ve Oberbillwerder gibi birbirlerinden farklı ölçeklerdeki projeler, insan ve insan dışı varlıkların ortak mekânlar ürettiği bir Antroposen sonrası mimarlık anlayışını destekler nitelikte kapsamlı ilke ve yöntemler sunmaktadırlar. Söz konusu projelerin değerlendirilmesiyle ortaya çıkan tartışma, mimarlığı bir disiplin olarak insan odaklı ve insan üretimi bir pratik olmanın ötesine taşıyarak, daha geniş bir ekolojik çerçevede düşünülmesi gereken bir paradigma düzeyine çıkarmaktadır. Mimarlık, incelenilen projelerde görüldüğü üzere ekosistem odaklı bir bakış açısıyla yeniden şekillenebilir ve insan-olmayan varlıkların mekânın aktif yaratıcıları olarak tanınmasını mümkün kılabilir. Ortaya konulan yaklaşımlar, bozulmuş, işlevsizleşmiş veya kentsel yoğunlaşmaya uğramış alanların yaban süreçlerine kazandırılması, türler arası simbiyozun teşvik edilmesi ve kentsel biyoçeşitliliğin desteklenmesi gibi çok yönlü ekolojik stratejiler sunmaktadır. Bu çerçevede, kohabitasyon stratejilerinin mimarlık pratiğinde nasıl daha fazla yer bulabileceği sorusu, gelecekteki mimari düşünme ve mekânsal üretim süreçlerinin kritik konularından biri haline gelmelidir. Sürdürülebilir mimarlık[36] ve ekolojik süreklilik, sadece birer kavramsal yaklaşım olmaktan çıkarak, tasarım süreçlerinin ana yöntemi olarak benimsenmeli ve yapılı çevrenin üretilmesinde belirleyici olmalıdır. Biyoçeşitliliği, ekolojik sürekliliği ve tüm canlıları kapsayan ekolojik halkı temel alan bir mimarlık anlayışı, gelecekte daha dirençli, kapsayıcı ve sürdürülebilir kentsel alanlar yaratmayı mümkün kılma potansiyeline sahiptir.

Sonuç olarak, mimarlık pratiğinin, insan merkezli bakış açılarının ötesine geçerek yalnızca insan ihtiyaçlarına değil, aynı zamanda ekolojik sistemlerin ve insan dışı varlıkların gereksinimlerine de duyarlı yöntem ve stratejiler geliştirmesi büyük önem taşımaktadır. Mimarlığın yeni paradigması, sürdürülebilir bir gelecek için tasarım süreçlerinin radikal dönüşümünü gerekli kılmaktadır. Bu makalede incelenen projelerin ortaya koyduğu stratejiler, dönüşüme dair kavramsal bir çerçeve sunmakta ve mimarlığı, ekosistemlerin ayrılmaz bir parçası olarak yeniden düşünmeye davet etmektedir.

NOTLAR

[1] Tsing, Anna L., 2015, The Mushroom at the End of the World: On the Possibility of Life in Capitalist Ruins, Princeton University Press.

[2] Planetary urbanisation (İng.)., Brenner, Neil ve Schmid, Christian, 2014, “Planetary Urbanization”, Implosions / Explosions Towards a Study of Planetary Urbanization, N. Brenner (ed.), Jovis, ss.160-164.

[3] Brenner; Schmid, 2014, s.160.

[4] Lefebvre, Henri, 1970, La révolution urbaine, Éditions Gallimard, ss.116-117.

[5] Buradaki “maddeleşme” (ya da reification), bir soyut kavramın, yani kentin ya da kentleşme süreçlerinin, elle tutulur fiziksel bir gerçekliğe dönüştüğü anlamını taşır. Bu, toplumsal veya çevresel bir sürecin maddi bir nesne olarak ele alınıp, sanki doğal ve değiştirilemez bir durummuş gibi algılanmasını ifade eder. Yetişkul’un belirttiği maddeleşme bu bağlamda, kentleşme süreçlerinin sadece fiziksel yapılara (binalar, altyapılar) indirgenip, arkasındaki toplumsal, ekolojik veya ekonomik süreçlerin göz ardı edilmesi anlamına gelir. Sonuç olarak, kentleşme alternatifleri olan sosyal veya ekolojik yaklaşımlar yerine, tekil bir gerçeklik gibi görülüp başka açılardan tartışılmaz hale gelir. Yetişkul, Emine, 2020, “Kentler ve Yeni Kentsel Kuramlar: Kentleşmeyi Merkezine Alan Üç Kuram Üzerine”, Planlama, cilt:30, sayı:3, s.336.

[6] Spirn, Anne Whiston, 1984, The Granite Garden: Urban Nature and Human Design, Basic Books, s.78; Spirn, A. W., 2014, “Ecological Urbanism: A Framework for the Design of Resilient Cities”, The Ecological Design and Planning Reader, F.O. Ndubisi (ed.), Island Press, ss.50-58, https://doi.org/10.5822/978-1-61091-491-8_50.

[7] Tsing, 2015, s.210.

[8] Harvey, David,1973, Social justice and the city, The Johns Hopkins University Press, s.312.

[9] Orff, Kate, 2016, Toward An Urban Ecology, Monacelli Press, s.81.

[10] Hauck, T. E.; Weisser, W.W., 2021, “The Architecture of Cohabitation-Seven Theses”, TOPOS, sayı:117, ss.46-49.

[11] Etimolojik tanım şu kaynaktan alınmıştır: Greenberg, Jerrold S.; Bruess, Clint, E. ; Oswalt, Sara B., 2017, Exploring the dimensions of human sexuality, 6. Baskı, Jones & Bartlett Learning.

[12] Spinoza, Baruch; Morgan, Michael L., 2002, Spinoza: Complete Works, Hackett Publishing.

[13] Kodalak, Spinozist ontolojiyi temel alarak mimarinin doğanın ve tüm biricik varlıkların doğrudan ve kesintisiz bir uzantısı olduğunu ileri sürer. Kodalak’a göre Spinoza, insanı doğanın içkin bir uzantısı olarak tarif eder; “insan, hayvan, bitki, canlı, cansız — istisnasız tüm varlıkların doğanın sürekliliği içinde zuhur eden biricik hayatiyetleri dolayısıyla birbirine hemzemin olduklarını” savunur. Spinoza, Baruch, 1677, “Ethica”, Opera Posthuma, Amsterdam., aktaran Kodalak, Gökhan, 2019, 15 Haziran, “Spinoza ve Mutlak Demokrasi”, Manifold, (https://manifold.press/spinoza-ve-mutlak-demokrasi). [Erişim: 15.01.2023]; Kodalak, Gökhan, 2018, “Spinoza, heterarchical ontology, and affective architecture”, Spinoza’s Philosophy of Ratio, ss.89-107.

[14] Spirn, Anne Whiston, 2014, “Ecological Urbanism: A Framework for the Design of Resilient Cities”, The Ecological Design and Planning Reader, Ndubisi, F.O. (ed)., Island Press, Washington, DC, ss.559-564; Spirn’den aktaran Da Silveira, Albrecht; Ferreira ,Clarissa, 2018, “A Systemic Approach for Integrative Design of Buildings and Landscapes: Towards Ecosystem Services Provision in Urban Areas”,Doktora Tezi, Pennsylvania State University, s.16.

[15] Benzer şekilde posthümanist feminist teorisyen Braidotti de öznelliğin ilişkilerin içkinliğine dayandığı olgusu ışığında yeniden yapılandırılması gerektiğini savunur: “Öznelliğin insan olmayan etkenleri içeren bir derleme olduğu fikrinin bir dizi sonucu vardır. Birincisi, öznelliğin anthropos’un münhasır ayrıcalığı olmadığını ima eder; ikincisi, aşkın akılla bağlantılı olmadığını; üçüncüsü, tanınma diyalektiğinden kopuk olduğunu; ve son olarak, ilişkilerin içkinliğine dayandığını ima eder. Eleştirel teori için meydan okuma çok önemlidir: Özneyi, insanı, genetik komşularımızı, hayvanları ve dünyayı bir bütün olarak kapsayan çapraz bir varlık olarak görselleştirmemiz ve bunu anlaşılır bir dil içinde yapmamız gerekir”, Braidotti, Rosi, 2013, “Post - Anthropocentrism: Life beyond the Species”, The Posthuman, Polity Press, s.82.

[16] Mehretu, Julie, 2004, Immanence,resim, (https://www.wikiart.org/en/julie-mehretu/immanence-2004). [Erişim: 15.01.2023]

[17] Doxiadis+ projede mantar taksonunu incelerken türlerin simbiyozunu, Dünya gezegeninin hayatta kalması ve gelecekteki refahı için vazgeçilmez (sine qua non)bir koşul olarak vurgular. Biennale Architettura, 2021, Doxiadis+. La Biennale di Venezia. 16 Ocak, 2023 tarihinde alındı. Erişim adresi: https://www.labiennale.org/en/architecture/2021/emerging- communities/doxiadis.

[18] Doxiadis+, 2021.

[19] Latour, Bruno, 2005, Reassembling the Social: An Introduction to Actor-Network-Theory, Oxford University Press.

[20]Actant” terimi, Bruno Latour tarafından Actor-Network Theory (ANT) bağlamında geliştirilir. Semiyotik kökenli bu kavram, bir varlığın başka bir varlık üzerinde değişiklik yapabilme kapasitesini ifade eder. Actant, yalnızca insanları değil, aynı zamanda insan dışı varlıkları da kapsar. Politik bir varlık olarak kabul edilmenin ön koşulunun insan olma zorunluluğunu kaldırır. Böylece nesneler, teknolojiler, hayvanlar gibi insan dışı varlıklar da etken aktörler olarak görülür. Latour, 2005.

[21] Deleuze, Gilles; Guattari, Félix, 1987, A Thousand Plateaus: Capitalism and Schizophrenia, University of Minnesota Press., s. 213.

[22] Guattari, Felix, 2000, The Three Ecologies, Bloomsbury Publishing; Guattari, F., 2013, Qu’est-ce que l’écosophie?, S. Nadaud (ed.), Lignes & IMEC, Paris, s.28.

[23] Tsing, 2015.

[24] Orff, 2016.

[25] SCAPE tarafından MoMA’daki (Museum of Modern Art) “Rising Currents” (2009) sergisi için Bart Chezar, Hydroqual Engineering, MTWTF, the New York Harbour School, NY / NJ Baykeeper, Paul Mankiewicz ve Phil Simmons işbirliğiyle geliştirilmiştir. Orff, 2016.

[26] Proje “Toward an Urban Ecology” kitabında detaylı olarak ele alınmıştır. Orff, 2016.

[27] FLOATING BERLIN, 2021, Ekim 28, Biodiversity.

[28] Nature-culture (İng.), Haraway, Donna, 2003, The Companion Species Manifesto: Dogs, People, and Significant Otherness. Chicago: Prickly Paradigm Press.

[29] Clément, Gilles, 1999, Le Jardin planétaire. Paris: Éditions du Seuil.

[30] Pouzenc, Joanne, 2019. Floating University üzerine bazı sorular [ Some questions around the floating university]. FLOATING BERLIN. 1 Ocak 2023 tarihinde alındı, https://floating-berlin.org/some-questions-around-the-floating-university/

[31] Pouzenc aynı zamanda yapının bir Schmilblick niteliğinde olduğuna değinir; Schmilblick, hiçbir belirli amaca hizmet etmeyen ve “neredeyse her durumda kullanılabilen” vazgeçilmez bir nesnedir; bu sayede farklı gözlemciler ve kullanıcılar tarafından sonsuz sayıda anlam ve tanım üretilir. Dac, Pierre, 1950, Le Schmilblick [Mizahî bir nesne tanımı]. Erişim adresi: http://pierredac.free.fr/schmil.html, aktaran Pouzenc, 2019.

[32] Hauck ve Weisser, 2021, ss. 46- 49.

[33] Hauck, Thomas E. ve Weisser, Wolfgang W., 2015, AAD Animal-Aided Design.

[34] Hauck, Thomas E. ve Weisser, Wolfgang W., 2017, Animal-Aided Design – using a species’ life-cycle to improve open space planning and conservation in cities and elsewhere; Weisser, Wolfgang W. ve Hauck, Thomas E., 2024, “Animal-Aided Design – Planning for Biodiversity in the Built Environment by Embedding a Species’ Life-Cycle into Landscape Architectural and Urban Design Processes”, Landscape Research, ss.1-22, https://doi.org/10.1080/01426397.2024.2383482.

[35] “Gezegen bahçesinin kararsız bir parçası” ifadesi, Gilles Clément'in doğa ile insan arasındaki ilişkinin belirsizliğini ve öngörülemezliğini vurgulamak adına kullandığı bir metafordur. Clément, insan müdahalelerinin sonucunun kesin olmadığını ve doğal süreçlerin kendiliğindenliğine alan verilmesi gerektiğini savunur. Üçüncü peyzaj kavramı da insan faaliyetlerinden arta kalan ve doğanın kendini yeniden üretmesine izin verilen, tarımsal ya da kentsel kullanımdan çekilmiş (terk edilmiş) peyzajları ifade eder. Bu kentsel alanlar, çeşitli insan dışı türlerin korunmasına ve kentsel biyoçeşitliliğe katkı sağlar. Clément, bu alanların belirlenmiş bir işlevi veya sınırı olmayan, gelişim ve belirsizliğe açık “kararsız birer fragman” olduklarını ifade eder. Bkz. “An undecided fragment of the planetary garden” (İng.), Clément, 1999, s. 40.

[36] Makalede kullanıldığı anlamıyla sürdürülebilirlik, spesifik bir malzeme seçimi, enerji sistemi, tasarım estetiği ya da yapı yönetimi uygulamasına dayandırılan tanımıyla değil, çevresel olarak sürdürülmesi mümkün olmayan tüm konvansiyonel mimari uygulamaların dışında konumlanan bir alan olarak tanımlanmaktadır.

Bu icerik 92 defa görüntülenmiştir.