309
OCAK-ŞUBAT 2003
 
MİMARLIK'TAN

ODADAN

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA

YAYINLAR



KÜNYE
BİR DÖNEMİN TANIKLIĞI

Somer Ural’ı Özledik

Numan ÖZTEPE

Mimar

konu editörü: Aslı ÖZBAY

Mimarlık Dergisi’nin 40. yılına girdiği bu sayıda, Oda’da ve Dergi’de siyasi tavrın alabildiğine ön planda olduğu çok karakteristik bir dönemin önemli kişiliklerinden Somer Ural’ı hatırlıyoruz. 1975 yılının Şubat ayında, genç yaşında yitirdiğimiz Ural’ı, derin bir sevgiyle anlatan bu metin, baskın siyasi kimliği yanısıra mimari başarıları, duyarlığı, hümanizmi, Oda’cılığı ile bir dönemi simgeleyen güçlü bir portre üzerinden, meslek tarihimizin özel bir bölümüne de tanıklık yapıyor. Makalenin uzun versiyonunu okumak için tıklayınız..

Dünyamızdan bazen kayan yıldızlar gelip geçer... Bazen görürüz onları, fark ederiz; bazen de gözümüzden kaçar onca uğraşın arasında. Onların bazıları sahip oldukları yeteneklerini, üstün çaba, bitmez tükenmez bir enerji ve disiplinle son noktaya kadar zorlamayı bilirler ve bizlere sunarlar bir karşılık beklemeden.

1960’lı yılların ortalarında, öğrencilik yıllarında tanıdığım Somer Ural, yeteneğin ve çabanın bir bedenle bütünleşmiş hali... Yakın arkadaşları Yusuf ve Selçuk Özkarakoç’ların evinde, Esentepe’de bir apartmanın katında, her tarafı eskiz kağıtları kokan bir evde Konya Şehircilik Yarışması’nı çiziyoruz. Somer, İTÜ’nün iç avlulu yüksek tavanlı Taşkışla’sından, mimar olur olmaz vakit kaybetmeden askeri kışlaya gitti; askerden izin alıp gelecek ve o da bir ucundan yarışmanın tamamlanmasında yardımcı olacak. Yusuf İTÜ’de asistan, Selçuk ve ben İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde öğrenciyiz. Ne güzel heyecandı... ne para ne pul, tek dürtü birbiri üstüne yaratılan sihirli biçimler. Beklenen Somer bir türlü gelemedi. Tüm yük büyük ölçüde Selçuk’un üzerine yıkıldı. O iki kardeş, sanki mimarlık nedir, ne değildir anlatmaya gelmişlerdi Anadolu’nun Konya’sından. Kendileri gibi sihirli mimar Antoni Gaudi i Cornet’i (1852-1926) ve onun mimarlık dünyasına sunmak istediği mekan zenginliğini, estetik anlayışını, yapısal ustalığını, çevrenin yaratılmasında sınır tanımayan yaratıcılığını gündeme getiriyorlardı.

Aylarca İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde Mimar Sinan Holü’nün yanındaki kütüphaneye kapanmış, önemsediği basılı tüm projeleri incelemeye koyulmuş, önceden matbaacı titizliği ile kesilmiş, çizgilerle bölümlere ayrılmış ince uzun dikdörtgen halindeki eskiz kağıtlarına krokiler çizmiş ve küçük notlar almıştı. İyi biliyordu ki daha önce yapılmış yapıların varlığından bihaber, onları anlamadan yenileri yaratılamazdı. İTÜ Mimarlık Fakültesi’ndeki öğretimde mimarlığın değerlendirilmesi, kaçınılmaz olarak projelerde erişilen grafik etkinliğe ve oluşturulan projenin küçük ölçekteki maketine dayanıyordu. Mimari yarışmalarda da durum çok farklı değildi. Mimarlık faaliyetinde yapı planlaması, yapının inşaası, yapının önerilen projesinin grafiksel etkinliğine bırakılabilir miydi? Bu “grafik” ne denli gerçeğe yatkındı? Nişantaşı’ndaki Konak Sineması’nın grafik ifadesine mimari dergilerde rastlamış, anlaşılan etkilenmemişti, fakat yapının iyi işlediğini söylüyordu. Kabul ediyordu grafik ifadeciliğin gücünü; aynı zamanda bu kabule, bilge insanlarda olabilecek dürüst bir şüphecilikle bakıyordu. Biliyordu ki çizimler, grafik ifadeler, oluşacak yapıya sadece yardımcı unsurlardan biri idi ve önemsiyordu, her en küçük detayı önemsediği gibi. Lüzumsuz detaylarla ise Somer’i fazla meşgul edemezdiniz, tatlı bir alaycılığı vardı, alaya vururdu incitmeden insanı, unutmazdınız o anı ve size faydası olurdu, gereksiz işlerle uğraşmaktan korurdu sizi.

Birlikte mimarlık yarışmasına girmeyi teklif etmişti. Ben hala üniversitede öğrenciliğimi sürdürüyordum, önümde yapılması gereken bir diploma projesi vardı ve böbrek hastalığım da alabildiğine azmıştı, iki olayı kaldırabileceğimi hiç sanmıyordum. Somer ona açıklama yapmadan “hayır” değişimi, her zamanki gibi olgunlukla karşıladı. Dostluğumuza hiçbir zararı olmadı o olayın. Her geçen gün daha da gelişti. Somer askerde tanıştığı Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun Oktay Gürün’le yarışmaya girmeyi planlamıştı. Bir gün elinde, oluşturdukları tasarının perspektifini ve projenin kesitlerini getirdi. Bizi iyi tanıyordu; olumlu güzel olan bir çabayla, hele Somer gibi bir dostumuzun çabasına sırt çeviremezdik. Selçuk’tan ve benden istediklerini bize söyledikten sonra, “Ben de gelir sizin diploma projenize yardımcı olurum” demişti, oldu da. Tüm çabası ile bir taraftan Selçuk’a diğer taraftan bana, yetmiyormuş gibi Selçuk’un bir arkadaşına da yardımcı oldu. O günlerde onun için en güzel yiyecekler çiğ sebzeler, meyveler, sütler ve yoğurtlardı. Bir gün bakarsınız enginarla gelmiş, içinden çiğ yenilebilecek parçaları ustalıkla ayırıyor bizlere sunmak için. Anlayacağınız hayat bir bütündü; her parçası ciddiye alınmalıydı, beslenmekten üretmeye kadar.

Biz diploma projelerini çizer, birbirimize takılırken öğrendik ki, İstanbul Kongre Binası Proje Yarışması’nın birincisi Somer’in ve Oktay’ın çizdiği proje idi. Tuhaf anlaşılmaz bir sevinç vardı içimizde. Savunmakta olduğumuz mimarlık yorumu sanki o proje ile birlikte onaylanıyordu. Bu Somer’in kararlı davranışının, hiçbir işi yarım bırakmamasının ve yoğun çabasının kaçınılmaz sonucu idi.

Onca yorgunluk yetmemişti. Dört arkadaş Anadolu’nun batı sahillerini dolaşacaktık: Selçuk, Musa Samaştı, ben ve Somer. Kah otobüse binecektik, kah yürüyecektik; oldukça küçük para ile yapacaktık bu işi. Elinde avucunda ne varsa herkes ortaya koydu ve parayı dörde böldük. O dakikadan sonra her birimiz kendi harcamasından sorumlu idi. Günde 20-25 km. bazen mesafeyi kestiremezsek 35-40 km. yürümek de vardı. Benim hastalığımı biliyor, ama her zaman ki insana güç veren tavrı ile davranıyordu. Bir ara kaçamak olarak gittiği İngiltere’den aldığı bir postal ve plot ceketi vardı; plot ceketini bana uzattı, tüm gezi boyunca ben giydim. Önümüzde aşılması gereken küçük bir dağ parçası var, köylülere soruyoruz “şu kasabaya bu dağı aşarsak varır mıyız?”, cevap “evet” olunca başlıyoruz makiliklerin içinden dağ tepeyi aşmayı; anlıyoruz ki o küçük dağ parçasını aşınca aşılması gereken bir diğeri daha önümüzde duruyor. Umurumuzda değil; Somer askerliğini komando olarak yapmış, Selçuk’un omzunda da koca bir gemiyi çekecek halat var. Öyle küçük hayal kırıklıklarına pabuç bırakacak değildik. Akşam üstüne varırız dediğimiz kasabaya gece onda, on birde varıyorduk. Bizimle Milas’a kadar gelmiş, oradan geri dönmüş, daha önce planladığı başka bir işine koşturmak için. Elinde artırdığı son üç beş kuruşu da bize bırakarak. Biz kah yürüyerek, kah tarlaya giden köylülerin traktörlerinin arkasındaki römorklara binerek yolumuzu Marmaris’ten Antalya’ya kadar uzatıp, cebimizdeki, elimizdeki her şeyi tüketip, Antalya Garı’nda sabahlayıp, geri dönmüştük. Somer’in önderliğinde, Anadolu’nun yeşilinde, mavisinde, tozunda, toprağında, içimiz dışımız Yunan, Roma ve Osmanlı mimarisinden, sanat eserlerinden örneklerle dolmuştu. Hiç unutmam otuz yıldan fazla kafamdadır Selçuk’un ifadesi: “İçimiz dışımız taş oldu”. O sanat eserleri taşlaşmıştı sanki içimizde.

Rumeli Hisarı’nda çok sevimli bir dostumuzun kiralık bir evi vardı: Ozay Hasan (Erdemer) tipik bir Kıbrıslı idi. Kimler yatıp kalkmadı ki o evde... Eski ahşap güzel bir boğaz eviydi Rumeli Hisarı’nın tepesinde, tüm boğaz gelip geçen gemileriyle ayaklar altında. Bir gün Somer boya ve fırçalarla gelmiş, yaşanabilir bir hale getirmek için evi boyuyordu. Bugünlerde az bulunur bir davranış örneği: o evde belki toplam iki saat bile bulunmamıştır. Onun dostları için çevre yaşanabilir olmalıydı! Elinden geleni yapar hediye ederdi.

Elinde Nikitin’in Ekonomi Politik’i. Rumeli Hisarı’na Boğaz’da demli çay içmeye gidiyoruz, akşama doğru da bir şişe şarap. Taksim’den Sarıyer otobüsüne bindik. Yol boyunca, elinde kalın eskiz kalemiyle otobüste ayakta bir o yana bir bu yana sallanarak okuduğu, önemsediği satırların altını çiziyordu. Her an onun için önemliydi; vakti ayırmakla uğraşmaz, vakit yaratırdı. Okuduklarını önemserdi, dedikodu mertebesindeki bilgilere yüz vermezdi. Somer’i az tanıyanlar, onu hep az konuşur bilirlerdi. Konuşmak onun için güzel bir anı yaratmak, güzel bir anı paylaşmaktı. İşe yaramaz olumsuz gevezelikler onun işi olmadı. Şöyle diyordu: “Birilerine karşı çıkacaksak, onların ne dediğini iyi anlamalıyız ve onlara ayrıca söyleyecek sözümüz olmalı. Bunun da tek yolu yazılanlardan haberdar olmamızdı. Olanaklı ise, bilimin o gün ulaştığı noktayı bilmeliydik”.

Sol’un Yükselişi ve “Yurtseverlik”

1960’lardan başlayan Türkiye’deki solun gelişimi, 1970 yıllarına doğru gittikçe yükseldi. Türkiye’de, Anadolu toprağında “sol” korkulan umacı olmaktan çıkmış, saygı ve sevgi duyulan “toplumsal ekonomi / politik” bir kavram olmaya başlamıştı. Gençliğin önemli bir kısmı kendine yakın bulduğu sol bir örgütün içinde yer alıyor veya o örgütün politik görüşleri doğrultusunda çaba sarf ediyordu; bu kaçınılmazdı, yaşamın anlamı, ölçeği, heyecanı oydu o günlerde. Solun içindeki pek çok tartışmalardan sonra, sadece siyasi parti ve sendika örgütlerinde değil, demokratik kitle örgütlerin içinde de çalışmak yurtseverlik borcu idi ve üniversitelerden bu dönemde mezun olan yurtsever genç mimarlar, mühendisler, doktorlar, hukukçular, öğretmenler ilgili demokratik örgütlerde görevler alıyor ve seslerini duyuruyorlardı. İleriden yana olanlarla, geriden yana olanların kavgası vardı meydanda.

1969’da, Eskişehir’de Mimarlar Odası’nın kongresi vardı. Somer gelmemi istemişti. Ben de her zamanki gibi parasızdım. En yakın Somer’e devamlı “hayır” demekten bıkmıştım herhalde, kendi kendime bir yerlerden üç beş kuruş bulurum demiştim. Kongreye gittik. Somer kongrenin komisyonlarında görev alıyor, kongre ile ilgili toplantılara katılıyordu. Akşam olmuştu, bir öğrenci yurdunda yer ayırtıldığı ve orada yatılacağı söyleniyordu. Herkes oraya gitmek için vasıtaları ayarlamıştı. Somer de Turgut Cansever’in minibüsü ile gidecekti. Turgut Cansever’e sormuş “Numan da bizimle gelebilir mi?” diye. “Arabanın lastikleri eski, patlayabilir” deyince, Somer de binmekten vazgeçip onca yolu benimle birlikte yürümeye başladı. “Biz bu yolu sonuna kadar beraber yürüyeceğiz” diyerek. Yol kelimesinin üstüne basarak, ona anlamlar vererek. (Laf aramızda... beni tanımayanlar şişman olduğumu düşünebilir, bir et bir kemiktim!) İşte Somer’le yola çıkmanın güzelliği budur; adamı yarı yolda bırakmaz. Hala bırakmadı, çünkü başladığımız o yolu o bırakmadı, benim de bırakmaya hiç niyetim yok...

Somer İstanbul Kongre Binası’nın uygulama projesi ile uğraşıyordu. İlk önce Taksim’de, Beyoğlu’nun Küçük Parmak Kapı Sokağı’nda, Tokatlayan Han’da bir oda kiraladı mimari büro olarak. Dostlarının isteği sonucu, o büroda mimari proje çizimlerinden çok, mimarlık üzerine düşünceler üretilmeye başlandı ve küçük bir kitapçık halinde basıldı, mimarlık hakkında aktif bir tartışma başlatılabilir mi düşüncesi ile. Ne yazık ki o büronun ömrü uzun olmadı. Hatırladığım kadarı ile para getirecek tek bir iş de yapılmadı.

1971’de, İzmir’de Efes Oteli’nde Mimarlar Odası’nın kongresi var. Somer elinde kovalar, fırçalar, boyalar, bezlerle lüks bir otele hiç de uygun değildi. Sevimli, cana yakın bir yüzle bana bakıyordu; anlaşılan işimiz vardı yapılacak, onu takip ettim. Otelin bir odasına çıkmış kocaman bir afiş yazıyorduk: “Amerikan Emperyalizmine Hayır!”. Hızımızı alamayıp bir de “Bağımsız Türkiye” yazmıştık. Aşağıya inip kongre salonunda kürsünün önüne germiştik. Kongre salonunda, eskilerin bombacı Fevzi dedikleri Fevzi Ulusu’nun, gözleri ile oturduğu yerden bizi takip edişini hiç unutamam; sonraki görüşmelerimizden anladım ki, o da unutmamıştı o günü. Mimarlar Odası halktan yana olmanın tadına varmıştı.

İstanbul’da genç mimar olarak çeşitli bürolarda çalıştıktan sonra, işsizlik döneminin içine düştüm. Bıçak kemiğe dayanınca, Adana’da bürosu olan İTÜ Talebe Birliği’nde başkanlık yapmış bir arkadaşımın daveti üzerine Adana’ya gittim. Adana’ya gitmesine gittik ama durum orada da pek parlak olmadı. Bir gün Somer’den bir telgraf aldım; aramızda kilometrelerce mesafe olmasına rağmen anlaşılıyordu ki beraber yapmamız gereken bir işimiz vardı: “İTÜ’nün Maçka’daki Maden Fakültesi’ndeki Mustafa Kemal Amfisi’nde şu saatte ol!”: Ben de o saatte orada oldum. Kongreye katılmış ortak dostlarımıza “ben size demedim mi, Numan geldi işte!” diyordu. O tarihlerde Mimarlar Odası gibi demokrat örgütlerin yönetim kurullarında olmak pek de gözde işlerden değildi. Aydınlar göz altına alınıyor, hapse atılıyor, vuruluyor, hatta idamla yargılanıyorlardı. Böyle günlerde gerektiği kadar rağbet görmez demokratik kitle örgütleri yönetim kurulları; kariyeristler, oportünistler, ortadan çekilir. Türkiye’de pek çok düşünür, demokrat zor günler yaşıyordu. Diğer taraftan mücadelenin heyecanını da. Somer böyle günlerde 1972’de Mimarlar Odası’nın İstanbul Şubesi’nin yönetim kuruluna aday olmuştu ve dostları ile birlikte seçildi de. Böylece bir dost çağrısı üzerine Adana’dan İstanbul’a gelmemin yorgunluğuna değmişti.

Oda Yönetiminde...

Somer Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu üyesi idi. Bir akşam “gel” demişti; Makine Mühendisleri Odası’nın Beyoğlu’ndaki İstanbul Şubesi’ne gidecek ve daha demokratik bir TMMOB’nin yaratılması için, makine mühendisi arkadaşlarla toplantı yapacaktık. Çok iyi biliyordu ki demokratik bir Türkiye’nin oluşturulması sadece Mimarlar Odası ile mümkün değildi. Her demokratik unsurla paylaşmalıydık çabamızı. Toplantıya katılan üyelerden biri çelik yelek giymişti ve giydiği, gömleğinin altından gözüküyordu. Anlaşılan kendi hayatını tehlikede görüyordu. Bazı demokratlar olur olmaz tehditler alırlardı veya Türkiye’nin o günleri bir makine mühendisine çelik yelek giydirecek duruma gelmişti. Toplantıya katılmış, düşüncelerimizi ifade edip ayrılmıştık. Yolda benim gördüğümü ona söylemiştim, o da görmüştü. “Ne tuhaf günler yaşıyoruz” demiştim. Hafifçe gülümseyip toplantıda söylenenleri, bizim söylediklerimizi gözden geçiriyordu: Kim doğruyu söylemişti; onun için önemli olan oydu. Söylenenler bir işe yarayacak cinsten miydi... Onu ilgilendiren, adamın ne kaşı-gözü, ne de giydiği idi.

Yayınla Tanışma...

12 Mart 1971 askeri darbesinden sonra teknik eleman odaları, sınırlı bütçeleri ile yaşama kavgası veriyordu. Mimarlık dergisi tek iletişim aracı. Borcu var basıldığı matbaaya, kağıtçıya, ilgisi olan herkese... Zaten bazı sayıları da her ay çıkmazdı ve dergilerin üzerine 2 deneceğine 2-3 denirdi, öbür ayı da kapsaması için. Somer böyle bir durumda, 1972’de yayın sekreterliği sorumluluğunu aldı. Daha önce basım işleri ile hiç uğraşmamış. İstanbul Mimarlar Odası’nın bir “Naci abisi” var, muhasebe işlerine bakardı. Tüm matbaacıları, kağıtçıları, borçları bilen o. Ayrıca öyle ufak tefek pürüzlere fazla kulak asmaz, sevecen bir tavırla çözerdi en zor sorunları. “Ne yaparız?” demiştik ona, o da hesap kitap yapmış “şu kadar reklam toplarsak hallederiz bu işi” diyordu. Reklam konusunda titizdik: Mimarların çabaları ile çıkmış, tek olmasa da en önemli sayılabilecek dergisini, ticari reklamların, vahşi bir orman hayvanının ağzına atamazdık. Derginin en son sayfalarında sınırlı bir yer ayırırız düşüncesi ile bildiği, gözüne kestirdiği şirketlere gidiyor, reklam toplamaya çalışıyordu adımıza. Ben bir iki kere teşebbüs ettim, hiç de başarılı olmamıştı.

Mimarların o tarihte ellerine ücretsiz olarak ulaşan Mimarlık dergisinin Naci abi gibi isimsiz, gönüllü yaratıcıları vardı. Somer de beni almış, Naci abinin daha önce tanıştırdığı matbaacılara gitmiştik. Yepyeni bir dil öğreniyorduk dizgi konusunda; harfler, sütunlar kendine göre adlandırılan ölçülerle yerleştiriliyordu, fotoğraflar diyagonal ölçüleri ile büyütülüp küçültülüyordu. Bu yeni mesleği için, Somer elindeki ufak yazıları vermiş, onların provalarını düzeltiyordu matbaacı tekniğiyle. O dergiye yazılacak diğer yazıları, projeleri temin etmek lazımdı. Sadece ilk sayı için çalışmıyor, bir sonraki sayı için de çaba sarf ediyordu. Kafaya koymuştu her iş gibi: Mimarlık dergisi düzenli bir tarzda çıkmalıydı ve çıktı da; borçları da ödendi.

Mimarlık sadece mimarların arasında değil, Babaali’de de itibar kazandı.

Somer’le 4 Nisan 1973’te, İstanbul’da çıkacak son dergiyi birlikte hazırlıyorduk. Benim bu işe devam etmemi istiyordu. Yazıların provalarını birlikte gözden geçirdik, gelecek sayı içinde çıkabilecek yazıları nerede bulabileceğimi gösterdi. Oturduk derginin kapağını hazırlıyorduk: Hatırlayabildiğim kadarıyla kentte yürüyen bir grup insan fotoğrafıyla, fotoğrafın üzerine grid çizmişti, “belki bir gün bizim ülkemizde de, bilimin o gün eriştiği imkanlar kullanılarak mimarlık ve kent planları yapılabilir” diyerek. O günlerde Cihangir’de tutmuş olduğu bir yatak odalı küçük kiralık bir evde dostlarıyla, kent planlamasının karmaşıklığından dolayı bilgisayar kullanılması imkanlarını araştırıyordu. Mimarlar Odası’ndaki görevleri son bulunca birlikte o eve gittik, “Ne dersin, senin için tam yaşanacak bir yer, hem büro olarak kullanabilirsin hem de ev. Oda’ya çok yakın” demişti. Benim hala Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’ndeki görevim devam ediyordu. Evin içindeki tüm büro ve ev eşyalarından bir çöpü bile almaksızın ev sahibiyle beni tanıştırıp evin anahtarlarını bana teslim etti.

Birlikte son bir sayı çıkarmıştık. Yayın sekreterliği sorumluluğunu bana devredeceğini değerli hoca Maruf Önal’a iletmişti. Ancak o dönemde Şaban Ormanlar’ın önderliğini yaptığı bir görüş, “madem Mimarlar Odası’nın merkezi Ankara’da, Mimarlık dergisinin basımı da Ankara’da olmalı” demişti. Dergi Ankara’ya taşındı. Somer’den sonra, çok sevdiğimiz değerli Arif Şentek derginin sorumlu sekreteri oldu. Doğru bir karardı.

Yeniden Yarışmalar...

Somer kısa bir süre ortadan kayboldu, nedenini anlamak çok zor olmadı. Akşehir Nasrettin Hoca Kültür Tesisleri ve Çevre Düzenlemesi Yarışması’na katılmış ve birinci olmuştu. Ülkü İzmirligil ile birlikte. “Projenin ilk etüdleri bitip tümünü bir kağıda çizdiğimde birinci geleceğini anlamıştım, grafiksel ifade dengeliydi” demişti.

Güzel bir akşam üstü Mimarlar Odası’nın İstanbul Şubesi’nden çıktık. Gümüşsuyu’nu yavaş yavaş tırmanıyoruz. Mimarlar Odası’nın sevimli vize mimarı Mengü Bulguç, Somer’e o günlerde ilan edilmiş Ege Üniversitesi Akademik Merkez Yarışması’na girmeyi teklif etmiş. Bana döndü, “Sen olmazsan bu iş olmaz” diyerek yarışmaya girmeyi teşvik ediyordu. Girdik ve her zamanki gibi yarışmanın motoru oydu. Mengü de elinden geleni hiç esirgemedi. Masaya bir Somer oturuyor çiziyor, sonra ben oturuyordum. Birbirimizin çizgilerine öyle alışmıştık ki, bu bizim onunla ortak çalışma tarzımızdı. O çizerken ayakta onu seyrediyordum, “Bir sandalye bul ve otur, enerjini kaybetme” diyordu. Proje teslim edilmişti; “Sonuç ne olur?” dedi, “Bir mansiyon alırız belki” demiştim, o da onayladı. Sonuç 2. mansiyondu. Kazanılan para ortaya konmuş, herkesin harcamaları son kuruşuna kadar hesaplanmış ve geri kalanını bölüşmüştük. Ne yazık ki ülkemde böyle işler hiç dürüst sonuçlanmaz, hep bir kurnazlık uyanıklık bulaşır olaya. Somer’le girişilen işlerde hokkabazlığa yer yoktur.Yarışma boyunca emeği geçen arkadaşlarla bir masanın etrafına oturmuştuk. “Birbirimize söylemek istediğimiz konular var mı?” diye sordu. İnsanların dedikodu yapmasından hiç hoşlanmaz, kimse hakkında dedikodu yaptırmazdı. İyi biliyordu ki mimari yarışma projesi yorucu bir faaliyettir, insanların zaafları ve becerileri ortaya dökülüverir. Ses çıkmayınca gülümseyerek masadan kalktık. Ne güzel heyecandır... bir iş yapmaya kalkmışsın ve o işi başarmışsın dostlarınla.

Somer hala durmuyordu. Beyoğlu’nda Tokatlayan Han’da, İnşaat Mühendisi Doğan Berker’in bürosunda çalışıyordum, beni bulmuştu. Antalya’da Turizm ve Otelcilik Okulu Proje Yarışması çıkmış ona katılmayı öneriyordu. Ayrı ayrı teklifler hazırlayıp 15 gün içinde buluşup tartışacaktık. Benim bürodaki sıkışıklığımı anladı ve “Ben bir şeyler çizerim, onu tartışırız” diyerek gitti. 15 gün sonra 1/500 ölçekli otel bölümü hariç, diğer tüm istenenleri tertemiz bir şekilde çizip getirmişti. Onun bu güzel davranışına karşılık, biz de onu tekrar rahatsız etmeden Musa Şamaştı ve arkadaşları ile tüm projeyi çizip teslim etmiştik. Teslim ettiğimizden haberi bile yoktu. Ankara’dan, Mimarlar Odası Kongresi’nden dönüyorduk. Otobüste yan yana oturduk, yolun bir yerinde “Senin etüdleri tamamlayıp teslim ettik, yarışmaya girdik, haberin olsun” dedim. Ertesi gün öğrendik ki, anlaşılmaz bir tarzda Somer’i kaybetmiştik!

Somer’i bulduğum yerden yatağına taşıdığımda gerçekle gerçek olmayan birbirine karışmıştı.

Somer’in Mimarisi...

Somer Ural’ın mimarisi dikkatle incelendiğinde görülür ki, plan, cephe ve kesit çizimleri anlayışına bağlı iki boyutla sınırlanmış mimari tasarımı, düşüncesinin ötesindedir oluşturduğu mimarlık. Çatının, cephenin, planın nerede başlayıp nerede bittiğini söylemek kolay değildir, gereksizdir de. Cephe ve kesitin çizgileri plan çizgilerine kaynaşır. Topluca bütünleşmiş, iç içe girmiş mimari öğeler bir bütünü oluşturmak için kendi içlerinde yarışırlar. Yapının en önemli mekanına asılı diğer küçük mekan parçaları da yapıyı şekillendiren ana mekanlar kadar önemlidir. Yapının tümü bir heykeltıraşın yontusundan çıkmış heykelcil bütünlüğe gelmeden, projenin etüdü bitmiş sayılmaz. Yapının giriş kapısını yapının uygunca bir yerine açılmış bir delik değil, yapının tümünü göze alan bir yorumlama belirlerdi. Yapıya ışık, cepheye açılmış deliklerden çok, içinde yaşanan bir heykelin çatısından, avlusundan, üstünden, altından, yanından, olmazsa ışık bacalarından galerilerden gelirdi. Yapının fonksiyonları birbirlerinden sadece duvar çizgileriyle değil, önemlerine göre oluşturulan kot farklarıyla birbirlerinden ayrılırlardı. Rampalar, merdivenler, köprüler ayırır ve bağlardı yapının fonksiyonlarını. Bunlar bir boşluğun etrafında birbiriyle dans eder gibi tutuşurlardı. Mümkün olan her yerde mekansal süreklilik temin edilirdi.

Onun yapı planlarında, yapının oturduğu doğal çevreye karşı duyduğu titizliği görmemek mümkün değildir. Sanki arazinin tesviye çizgileri yükselerek heykelleşir, yapıyı yapar ve tekrar doğayla kaynaşırlar. Onun, örneğin oditoryum yapılarında, bir tarafta Anadolu toprağında yükselmiş Yunan medeniyetinin tiyatrolarının etkilerini görürken, çağdaş Helsinkili Mimar Alvar Aalto’nun (1898-1976) etkilerini de görmek mümkündür. Onun yapıları ne Yunan tiyatrolarına, ne de Aalto’nun yapılarına benzetilebilir. Yepyeni bir sentez vardır ortada duran. Ayasofya’dan sonra Süleymaniye gibi, Selimiye gibi Yunanı, Romayı ve Osmanlıyı sentezleştiren. İleride bir gün, modern Anadolu’nun er geç kendi yarattığı değerlerine sahip çıkacağına inanıyorum. Halk kendinden olanı yaşatır, öldürmez.

Yapılarında formu belirleyen, dogmatik fonksiyonalizm değildi. Form yaşamı zenginleştirmek için yaratılmalıydı, yaşamı sınırlamak baskı altına almak için değil! Düşünüyordu ki mimari formun organik karakteri, doğanın bir devamı ve yaşamı belirleyecek doğa parçasının yeniden yaratılmasının sonucuydu. Yapının oluşumunu, biçimlenişini “kar” belirlememeliydi. İnanıyordu ki doğrunun, güzelin yaratılması “pahalı / ucuz” çözümlere bağlı değildi. Somer’in Anadolu mimari zenginliğinden başlayıp, Sovyet Konstrüktivizmi’nin dinamik form anlayışını benimseyerek, ona cevap olarak gelişen Kuzey Avrupa Ekspresyonistleri’nin yanında yer alışı tesadüfi değil, onun dünyaya bakışının yorumlayışının sonucuydu. Bu yakınlaşma, mimari çözümlere yaklaşım anlamında Alvar Aalto ile Bauhaus’a rağmen Hans Scharoun arasında nasıl oluştu ise, Hitler Almanyası’ndan uzaklaşarak gelen ünlü Alman ve Avusturyalı, İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde eğitim veren hocaların etkilerinin görüldüğü eğitim atmosferinde yetişmesine rağmen Somer’de de öylesine oluştu. Somer Ural’ın kısa mimarlık hayatındaki yolculuğu, Antoni Gaudi i Cornet’ten başlayarak, Sovyet Konstrüktivismi’ne cevap Avrupa’nın kuzeyinde ve göbeğinde gelişen ekspresyonist mimarinin etkilerini, kazandığı mimari yarışmalarla Anadolu toprağında gündeme getirerek son buluyordu.

1917 Sovyet Devrimi, bizim Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızdan hemen önce, burnumuzun dibinde, kulağımızın yanında olmuş. Dünyanın aynı boylamlarında, tarihin aynı kesiminde, Rus ve Osmanlı imparatorluklarından kalma çeşitli uluslar, Lenin’in ve Mustafa Kemal’in önderliğinde çarlığa, sultanlığa-emperyalizme baş kaldırmış. Kaldırmış kaldırmasına da, ne olmuş? Türkiye Cumhuriyeti emperyalizmin eline düşmüş, “kurtuluşunun” ardından bir mermi patlamadan. Biz genç Cumhuriyetin çocuklarıydık. Kurtuluş Savaşı bir destandı bizim için. Gençlik yıllarımız o destanın izleri ile doluydu.

Kuzeyimizde, savaşta tarihi dostluk yapmış olduğumuz Sovyetler Birliği yasaktı bizim için. Biz genç mimarlar mühendisler bilimin peşinde olan insanlardık ve böylesine baskıcı yasaklara boyun eğecek cinsten değildik. Yakın geçmişimizde Osmanlı’nın istibdadı sökmemişti. Emperyalizmin ve dıştan güdümlü işbirlikçilerinin baskısı mı bize boyun eğdirecekti; ülkemizin genç yurtseverleri olarak bunu kabul edemezdik! Emperyalizme karşı direnen Sovyetler Birliği’ni yöneten düşüncenin Marksizm olduğunu kabul ediyor ve o öğretiyi tüm yasaklara rağmen öğrenmek istiyorduk. Hele Marksizm’in bilim olduğunu kabullenince, dolu dizgin kılıç çekip başladık yürümeye. Yürümek denirse tabi... emekliyorduk. Öylesine yasakların hüküm sürdüğü bir ülkede başka türlüsü de zaten olamazdı. Bu emeklemek oldukça acılı oldu. Kolumuz kanadımız kırıldı. Yurtsever büyük bir gençlik kitlesi ülkeleri için yararlı olabileceklerine bir kenara itildiler. Yönetici sınıf ve emperyalist dostları öyle uygun görüyordu. Bir kuşak değil, kuşaklar yok edildi.

Fransız Devrimi olmuş, Sovyet Devrimi olmuş, Çin Devrimi olmuş, Küba Devrimi olmuş, Vietnam Devrimi olmuş, Afrika, Latin Amerika ülkeleri, Asya ülkeleri kıpır kıpır kaynıyor, Avrupa’nın belli başlı ülkelerinde özgürlük çağrıları var... Öylesine bir dönem, benim ülkemde yasaklarla baskılarla geçiştirilmeye çalışılıyordu. CIA’in, aradan 25 sene geçtikten sonraki açıklamasına göre, Sovyetler için kefenin birinde Küba varsa, kefenin öbüründe de Amerika için Türkiye vardı. İşte yaşadığımız 1970’li yıllar.

1990’lı yıllar pek çok dostumuzda derin değişimlere, “başkalaşım”lara neden oldu. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden, dünya haritasından yok oluşundan sonra yeni oluşan dünya dengeleri kendine uygun mahlukatlar biçimlendirdi. Emperyalizmin egemenliğine şapka çıkartanların başında, bir dönem onlara karşı savaş açanlar gelmişti. Dünya televizyonlarında hiç unutmam Gorbachev’ın hayranlık dolu bakışlarını Regan’lara, Thatcher’lara. İster istemez insan soruyor kendisine; nereden nereye? Kimin aklına gelirdi, Gorbachev’dan sonra iktidara oturan eski KGB’li Yeltsin’in bir gün Rus Ortodoks Kilisesi’nde istavroz çıkaracağı, kapitalizme dönüşün yavaşlığından dolayı dünyanın gözü önünde Gorbachev’a zılgıt çekeceği. Amerikan emperyalizmi o günlerde Yeltsin’den, sosyalizme dönüş yapılmayacağına dair garanti isteyince “Biz her gün özel mülkiyet için binlerce tapu dağıtıyoruz, bundan daha iyi bir garanti mi olur” demişti.

Somer Ural’ın kurşun kalemi için kullandığı Tekagraph’ı ile çini mürekkeple çizerken kullandığı Graphos’u hala bende duruyor. O gün uzak da olsa, oturur bir masanın etrafında, hep birlikte kar maksimazyonu kanunlarına göre değil, toplumun, insanlığın gerçek ihtiyaçlarına göre doğayı yeniden düzenleyen, doğaya zarar vermeyen, doğayla uyumlu, doğayı zenginleştiren, geliştiren planlar çizeriz; tapusu tüm insanlığın, yeryüzündeki her türlü canlı yaratığın üzerine kayıtlı topraklarda. İnanıyorum ki o gün o masada, Somer Ural’ın kalemi de çizecektir bir dostun sıcak terli elinde. Unutmayın dostlar kalemler şimdilik bende.

* * *

Mimarlık 1972/10 sayısında Somer önceden planladığı gibi “Kentleşme” konusunu gündeme getirir. Kentleşme olgusunun toplumlar tarihi içindeki gelişimini özetlemeye çalışır, daha sonra kentlerin oluşumu ile ilgili teorilere yer verir. Roma İmparatorluğu’ndan günümüze kadar kentleşmenin kesintisiz bir gelişim gösterdiği teori, patrimonial teori, Burg Teori, Mark Teorisi’ni sunduktan sonra kısaca eleştirir:

“Genellikle bütün bu görüşler, toplumsal süreçlere eşlik eden dış etkenleri dikkate almış, ekonomik ve sosyal fenomenin özünü gözden kaçırmışlardır... Bugün gelişmiş ülkelerde, sosyo-ekonomik çelişkilerin mekana yansıması sonucu, kontrol altına alınamayan şehirleşme olgusu, önemli bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir... Azgelişmiş kapitalist ülkelerde şehirler, ekonomik / politik ve kültürel yapının kısaca içinde bulundukları üretim biçiminin objektif kanunları tarafından belirlendikleri için, dengesiz ve plansız gelişimin, küçük meta üretiminin izlerini taşımaktadır. Bu ülkelerde, dışa bağımlı hafif sanayie ve hizmetlere dayanan içi boş bir şehirleşme sürmekte, gecekondularla sarılmış hastalıklı bir şehir dokusu belirgin özellikleri ile görülmektedir.” der ve önerilerini tekrar gündeme getirir:

• Bağımsız bir sanayileşme;

• Toprak rantının kamu eliyle kamu yararına kullanılması;

• Kırlık bölgelerde sosyal, ekonomik ve kültürel koşulların ve yaşama standartlarının şehirlerdeki düzeye yükseltilmesi;

• Tarım işçiliğinin bir tür sanayi işçiliği haline gelmesi;

• Nüfusun ülke düzeyine daha dengeli bir biçimde dağıtılması;

• Şehirler için en elverişli büyüklüğün saptanması

gibi faktörler, bu ülkelerin halklarının karşılarında çözüm bekleyen sorunlar olarak durmaktadır.”

Otuz yıl içinde bir-bir buçuk milyondan on milyona ulaşıp geçen kentlerimizin doğurduğu sosyo-ekonomik sorunları inceleyerek Türkiye’deki kentleşmenin içinde bulunduğu felaketin sonuçlarını değerlendirebilir ve Somer’in o tarihlerdeki uyarılarının önemini kavrarız herhalde.

* * *

Somer Mimarlık dergisinin 1972/11. sayısına gelmiştir. “Planlama” konusu gündeme gelir bu sayıda:

“Planlama, çağımızda bir yandan kapitalist teşebbüslerin bir araya gelmesiyle oluşan ‘konsorsiyum’, ‘trost’ ve ‘kartellerin’ kendi içlerindeki koordinasyonu gerçekleştirmeleri ve devlerin, ekonomik çabanın bazı alanlarını yönetmeyi üzerine alması gibi, öte yandan sosyalist üretim tarzının ortaya çıkması ve ülke ölçüsünde nesnel ekonomik kanunlar hesaba katılarak, üretim ve tüketim alanlarında varılacak hedefleri ve bu hedeflerin içinde gerçekleşeceği en uygun şartların sağlanması çabalarının gelişmesi ile ortaya çıkmıştır... Azgelişmiş kapitalist ülkelerdeki planlar:

• yabancı sermayenin yatırımlarının üretken yatırımlar için kullanılmamasını;

• sermayenin birkaç katı olarak geri dönen yabancı sermaye karlarını;

• yabancı yatırımların (modern ekonomik gelişmenin gerçek dinamik etkeni olan büyük çaplı bir sanayi yatırımı yerine) hammadde, besin maddeleri üretimi ya da bir alt yapı yatırımı şeklinde olmasını;

• ve bu işlerde yabancı teknik elemanların kullanılmasını

önleyemedikleri için, etkilerini yitirmektedirler. Ve bir anlamda bu yatırımların emniyetini sağlayan uygulama programlarına dönüşmektedirler.”

Kapitalizmde, sosyalizmde ve azgelişmiş kapitalizmde planlamanın ereklerine değindikten sonra:

“...Halkın yararına dönük ve halkın aktif ve bilinçli katkısıyla uygulanması düşünülen bir planlama, ancak böyle bir planlamanın toplumsal, ekonomik, politik ve yasal şartları mevcutsa gelişebilir. Kamunun yararına dönük bir planlama, her şeyden önce ereği toplumsal ihtiyaçların karşılanması olan bir sosyo-ekonomik yapıyı gerektirir.”

diyerek nasıl bir toplum yapısında gerçek planlamadan söz edileceğini vurgular.

O günün koşullarında dostlarımızla şu kanıdaydık: Emperyalist sisteme bağımlı kapitalizmin ekonomi politik yapısı, kar maksimizasyonu anlayışı ve tekeller arası rekabet ancak kısa vadeli programların uygulanmasına olanak sağlar, uzun vadeli planların uygulanmasına değil. Tüm toplumun yararına, ülke ölçüsünde planlar ancak özel mülkiyetin ortadan kalktığı sınıfsız toplumlarda yapılabilir ve uygulanabilir. Bu söylediklerimizi kabul etmek zorunluluğu o günlerde yoktu, hala da yok! Biz demokrat insanlarız.

* * *

Mimarlık 1973/3’de Somer, mimarlık konusunda Cumhuriyet döneminde çıkan süreli yayınları tanıtır bize “Mimarlık’ın Onuncu Yılı ve Parasal Sorunlar” yazısı ile. 1931’lerden başlayarak Türkiye’de mimarlık konusunda yayınlanmış, sonradan adı “Arkitekt” olan “Mimar”; 1941-1943 arasında “Yapı”; 1944-1953’lere kadar “Mimarlık”; 1947-1948 sonuna kadar “Eser”; 1961-1964’e kadar “Mimarlık ve Sanat”; 1964-1967’ye kadar yayınlanabilen “Akademi-Mimarlık ve Sanat”; 1963’lerden başlayarak günümüze kadar basıla gelen “Mimarlık”, ki bir önceki (1944-1953) Mimarlık’ın devamı kabul edilebilir.

“1950 öncesinde kalan ‘milli mimari’ yaratma özlemlerinin yerini, 1950 sonrası dünyada ve Türkiye’deki değişimin yansıması olarak ‘uluslararası bir mimarlık’ anlayışı almış ve yayın organlarına yansımıştır. 1961’den 1964’e kadar yayınlanabilen ‘Mimarlık ve Sanat’ olsun, 1964’ten 1967’ye kadar yayınlanabilen “Akademi-Mimarlık ve Sanat” olsun, bu çizgiyi izleyen dergiler olmuştur.

1963’de Mimarlar Odası’nın yayın organı olarak yayımlanmaya başlayan Mimarlık da, 10 yıllık yayın döneminde birbirinden farklı üç aşamadan geçmiştir: İlk yıllarda gelişmiş kapitalist ülkelerdeki mimarlık uygulamalarını belgeleyen bir katalog özelliği taşımıştır.

Daha sonraları gene aynı ülkelerde sürdürülen tartışmaların -Türkiye koşulları ile ilintisi kurulmadan- soyut düzeyde aktarıldığı bir biçime dönüşmüş; özellikle akademisyenlerin, Batı mimarlık ve sanat tarihinden yaptıkları çeviri, derleme, aktarmalara yer vermiştir. Son 5 yıl, mimarlık ve sanat sorunlarına, toplumdaki sosyo-ekonomik sorunların bir uzantısı olduğu görüşüyle yaklaşmıştır. Genel olarak:

• Mimarlığımızın, Türkiye’deki hakim ekonomi-politika ve kültürün yansıması olduğu;

• Mimarın pratik ve amaçlı yaratıcı üretim faaliyetinin, hem toplumun teknolojik gelişimine temellendiği ve hem de ortaya konan mimari biçimin objektif temelini meydana getirdiği;

• Mimarlığın özü ve gelişme kanunlarının objektif mahiyetinin, sosyal ekonominin örgütlenme düzeyine oturduğu;

• Mimarların doğrudan doğruya üretime katılan sosyal kesimden olduğu ve toplumdaki demokratik ve ilerici yöndeki değişimlere hak ve isteklerine ulaşılabileceği gerçeği,

bu dönem yayınına yön veren görüşler olmuştur.

Bu anlayış, Türkiye mimarları için yeni bir dünya görüşüne bağlı yeni bir tarih ve mimarlık anlayışıdır. Mimarlık, çeşitli maddi sorunlarla karşı karşıya kaldığı şu sıralarda, gücünü ilerici bir meslek kesiminden alması nedeniyle -daha önceki mimarlık dergisinden farklı olarak- öz ve biçimde giderek varlığını sürdürecektir.”

Bu icerik 4412 defa görüntülenmiştir.