316
MART-NİSAN 2004
 
MİMARLIK'TAN

ODADAN

MİMARLIK DÜNYASINDAN

ETKİNLİK

  • aalto @ turkey
    Rabia Çiğdem Çavdar

    Mimar, Mimarlar Odası Ankara Şubesi

DOSYA: ÜÇ BÜYÜK KENTİN BAŞKALAŞIMI

BALKANLARDA MİMARLIK

YİTİRDİKLERİMİZ



KÜNYE
BALKANLARDA MİMARLIK

Küreselleşme ve Mimari Kimlik

Lillo Popov

Y. Mimar, Bulgaristan Mimarlar Birliği

ARCHITECTI Dergisi Editör Yardımcısı

40 yıl kadar önce, önde gelen bir Bulgar aydını ve ilim adamı olan Tzvetan Stoyanov, “dünya edebiyatı”nı, yani Goethe tarafından 200 önce ortaya atılan bir kavram olarak “Weltliteratur”u tehdit eden tehlikeleri dile getirmekteydi. Onu korkutan, bir yandan, patlak veren milliyetçilik ve etnik çatışmaların getirdiği kültürel ayrışma ve yalıtım idi. Öte yandan, kozmopolit standartlaşma (cosmopolitan standardization) ve “evrensel olan” uğruna “ulusal”ın reddi de bir o kadar kabul edilemezdi. Üçüncü ve en sonuncu, fakat en az diğerleri kadar önemli olan tehlike de, dünya kültürünün, turistlere egzotik ve çekici olanı pazarlayan ve insani diyalogların derinliğini tehlikeye düşüren merkezlerin etkisiyle bir pazara dönüşmesiydi. Bunun, en şiddetli biçimde küçük ulusların edebiyatında hissedilebileceğini söylemekteydi.

40 yıl sonra bugün, en azından Tzvetan Stoyanov’un söylediklerinin hâlâ geçerli olduğunu söyleyebiliriz. “Dünya mimarlığı”, -Goethe’yi başka sözlerle açıklamak gerekirse- “Weltarhitektur” sorunu ve onu tehdit eden tehlikeler hiçbir zaman tamamen etkilerini kaybetmedi. Fakat bugün, Soğuk Savaş sonrası dönemi tanımlayan küreselleşme süreci ve onun ekonomik, politik ve kültürel tüm boyutları ile beraber sorun, çok açık bir şekilde yeni bir geçerlilik kazanmış bulunuyor.

Bu olgunun, herkes tarafından kabul gören ortak bir tanımı yok gibi görünüyor. Yazar Thomas Friedman için küreselleşme, “pazarların, ulus devletlerin ve teknolojilerin –şahıslar, kuruluşlar ve ulus devletlerin dünyanın çevresinde şu ana kadar olandan daha uzağa, daha derine ve daha ucuza ulaşmalarını sağlayacak şekilde- daha önce tanık olunmadık, direngen bir bütünleşmeyi içermekte” iken, filozof Zigmund Baumann için küreselleşme, bütünleşmeden farklıdır. Çünkü bunlardan ilki, insani etkinliklerin amacı değil sonucudur ve sadece iki anlama gelir: Karşılıklı olarak birbirimize bağımlı ve karşılıklı olarak savunmasız olduğumuz anlamlarına... Jacques Derrida, “mondialisation” terimini tercih eder; ona göre dünya (Fransızca’da monde), küre, evren, yerküre ve hatta kainattan farklı bir biçimde, belirli bir tarihe referans vermekte ve belirli bir belleği yaşatmaktadır. Bilgiye, pazarlara ve modern teknolojilere özgürce erişim ve kültürel etkileşimin, uydu iletişimi ve internetin çok büyük faydalar sağladığı açıktır; fakat küreselleşmenin olumsuz yanları da bir o kadar ortadadır ve ideal imajını sorgulayan sadece siyasi eylemciler değildir. 1999 yılı Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma Raporu, “Küreselleşme ve dünya kalkınmasının adaletsiz olduğunu ve eğer başıboş bırakılırsa insan sağlığına, çevresine ve diğerlerine zarar verebileceğini” söylemiştir. (1)

Kültürel küreselleşme, bizimki gibi “gelenek ve modernite arasında kalan’’ bir toplumda ızdıraplı değilse de, korkutucu şekilde yankılanmaktadır. (2) Kültürün küreselleşmesi, kimlik kaybı anlamına mı gelecektir? “Homo Bulgaricus” veya “Homo Balcanicus” türünün, özel ve son derece kendine özgü (veya kurmaca?) zihniyeti üzerine kurulu belirgin ve ayırdedilebilen bir Bulgar veya Balkan mimarlığı var mıdır? (Olacak mıdır? Olmalı mıdır?) Son anketlere göre, Bulgarların %38’i ülkelerinin Avrupa Birliği’ne katılımından sonra bazı ulusal özelliklerin ve değerlerin kaybolacağını düşünmektedir. %30’u kendi kültürel geleneklerine yabancılaşmaktan korkmakta, fakat %83’ü daha yoğun bir kültürel etkileşimi desteklemektedir. Katılımcıların %31’i ulusal itibarlarında (national self-esteem) düşüş olacağını düşünürken, %55’i yeni ve daha yüksek bir itibar (self-esteem) –açıkça Avrupalılarınki gibi- kazanmayı beklemektedir. Buna göre, beklentiler kimlik kaybından değil, kimlik değişikliğinden yanadır. Gerçekten de, kültürel küreselleşme çoğunlukla Amerikanlaşma anlamına geldiğinden, Avrupa Birliği üyeliğinin kimliğin kaybedilmesinden ziyade korunması için katalizör/uyarıcı görevi gördüğü söylenebilir.

Kimlikler değişip bir anlamda ortak bir noktada buluşurken, ulusal kimliğin tümüyle kaybından oldukça uzak bir noktadayız. Yeni SEAT Ibiza modelinin reklamında, otomobilin “Güç ve Tutku”dan, yani “Alman teknolojisi ve etkileyici İspanyol tasarımı”nın birlikteliğinden doğduğu söylenerek yüceltilmektedir. Otomobil yapımı gibi böylesine küreselleşen bir sanayide, Fransız konfor hissi, İsveç güvenilirliği veya İtalyan tasarımı gibi klişeler hâlâ kullanılmaktadır. Bu sadece daha fazla satışı hedefleyen bir reklam mitolojisi olabilir; fakat yine de belirli özelliklerin belirgin ulusal değerlerle sıkı sıkıya ilişkilendirildiğini gösterir. Peki o zaman Bilbao’daki müze İspanyol mimarlığı mıdır? Belki Sydney Opera Binası ne kadar Avustralya mimarlığı ise, o kadar. Açık olan bir şey var ki, iki bina da bulundukları kentlerin simgeleri haline gelmişlerdir.

Dünya daha önce de küreselleşmeye benzer, fakat daha küçük ölçekli süreçler yaşamıştı. Antik Yunan kültürü ve mimarlığı, komşu ve daha uzak kültürler üzerinde derin bir etkiye sahip olmak amacıyla Atina’dan daha öteye, Karadeniz kıyılarına, Anadolu’ya ve İtalya’ya yayılmıştı. Romalıların kültürel hegemonyası daha da güçlüydü. Romalılar, günümüzde bile en gelişmiş prensipler olarak değerlendirilen mimarlık ve kent planlama prensiplerini, engin Roma İmparatorluğu aracılığıyla yerel kültürleri tamamen ortadan kaldırmadan kabul ettiriyorlardı.

Mimarlık da kendi küreselleşmesini yakın dönemlerde yaşamış gibi görünüyor; Modernizm ve Uluslararası Stil’de. Modern Hareket, sosyal eleştiri ve sosyal dönüşüm konuları üzerine yoğunlaşmaktaydı; mimarlık büyük sosyal değişiklikler getirmeye çağrılıyordu. Geleceğe dair olumlu tutum, yenilik ve buluşun önemli değerler olarak ele alınmasını sağlarken, statükonun eleştirisi hem mimarlık hem de kent planlama geleneğini etkiledi. Teknoloji ve Modernizm’in sosyal projesinin evrensel (küresel) doğası, mimari biçimin evrensel (küresel) karakterini şekillendirdi.(3) 1931 yılında, Henry Russell-Hitchcock ve Phillip Johnson New York Modern Sanat Müzesi’nde Modern Mimarlık sergisini açtıklarında, güncel mimarlık trendlerini açıklamak için kataloğun başlığı olarak “Uluslararası Stil”i kullandılar. Modernizm’in savunucuları (Bruno Zevi gibi) Uluslararası Stil’e anti-Modern olduğunu söyleyerek karşı çıkarken, Uluslararası Stil zaten Modernist krizin başlangıcını işaret etmekteydi. Buna karşılık Modernizm’i eleştirenler (Charles Jencks gibi), Modernizm’in ölümünü ve Postmodernizm’in yani Modern olmayan her şeyin (tarihsel, geleneksel, bağlamsal, süslemeli, ironik) doğuşunu ilan ettiler.

Yine de “stil” kelimesinin Modernist kulaklara hoş gelmeyen bir tınıya sahip olması ve Uluslararası Stil’in başarısızlığa dönüşmesine rağmen, hâlâ küresel bir mimarlık sürecinden bahsedebiliriz. Küresel olmasa da, en azından ulusal deyişlerin ötesine geçen ortak bir mimari dil bulunmaktadır. Bu, dünyadaki tüm çağdaş mimarların kendilerini anlatmak için kullandıkları bir dildir; ortak malzeme ve teknoloji kullanımı, toplumsal ihtiyaçlar ve paylaşılan bir mekan-zaman algısı biçimi üzerine kurulu bir dil. Ortak bir tasarım kültürü vardır: Mimarlıktaki en büyük başarılar, mimarlık modasını yaratan mimarlık medyası tarafından tüm dünyaya yayılmaktadır. BILLA ve McDonald’s, birinci sınıf uluslararası bankalar ve otel zincirleri, uydu TV kanalları aracılığıyla gezegenin her köşesine ulaşmakta ve mimarlarını kendi ortak imajlarına yaklaştırarak, mimarlık aracılığıyla bu imajı dayatmaktadırlar. Buna rağmen, bilginin paylaşımı ve uygarlığın sağladığı olanaklara erişimin kültürel emperyalizme ve homojenleşmenin hegemonyaya dönüşümü belirli bir sınırın ötesinde gerçekleşebilir.

Bulgar mimarlığı ve ilişkili olarak Bulgar kültürü, hiçbir zaman diğer mimarlık ve kültürlerle iletişim kurmadan, yalıtılmış bir şekilde yaşamamıştır. Bu mimarlık kültürü, Ortaçağ’da da Bizans kültürünün oluşturduğu dünyaya aitti. Daha sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yoğun bir kültürel etkileşim oluştu. Batı Avrupa ve Rus etkileri, 1878’de bağımsızlığın kazanılmasının ardından daha da güçlendi. O zamanlar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Fransa, İtalya ve Rusya’dan mimarların yaptığı binalar, günümüzde ulusal mimari ve kültürel mirasımızın doğal bir parçası olarak değerlendirilmektedir.

Geleneğin, kimlik kaybına karşı en güvenli sığınak olduğu düşüncesi cazip bir düşüncedir. Gerçekten de, 20. yüzyıl Bulgar mimarlığı ve kültürü, ulusal gelenekler üzerine tartışmaktan hiçbir zaman vazgeçmedi. Halk mimarlığının (folk architecture) evriminde en yüksek nokta olan Bulgar Yeniden Canlandırmacılığı’nın mimarlığı (18. ve 19. yüzyıl), en temel ilham ve yorum kaynağıydı. Diğer halk mimarlıkları gibi birçok başyapıt üretmişti. Modernizm’in ilkelerinden ve mekansal bulgularından bazılarını orada bulmak mümkündür. Bulgar mimarlığının en büyük başarıları olarak değerlendirdiklerimizin çoğu, o veya bu şekilde mimari mirası oluşturan eserlerin fiziksel olarak değerlendirilmesi ve korunmasından, geleneksel yapı bileşenlerinin ve ilkelerinin modern bir şekilde yorumlanıp kullanılmasına kadar gelenekle ilişkilidir. Bu eserler, ulusal mimarlık geleneğiyle beslenmiş, aslında modern bir algı şeklinin sonucu olarak ortaya çıkmışlardır.

Öte yandan, Uluslararası Mimarlık Akademisi tarafından 20. yüzyıl mimarlığının en büyük başyapıtları olarak seçilen en iyi 10 eser, dönemlerinin süregelen normlarına ve dogmalarına istisna oluşturacak biçimde, geleneği sorgular ve yenilikçi görünmektedirler. Bu gerçekten de doğru mudur? Bunların yanısıra, sonuç üründe fiziksel olarak görünür olmasa da, geleneği, yaratıcı süreci canlandıran bir katalizör olarak gören Kenzo Tange’nin eserlerinden bahsedebiliriz.

Bana göre, ulusal geleneklere dair daha az kapsamlı bir okuma bile, ille de kendini yalıtma ve gerçekten kaçış anlamına gelmez. Çağdaş Bulgar mimarlığında, tek aile için yapılan konut tasarımında yerel gelenekler açıkça fark edilirken, bankalar, iş merkezleri, havaalanları gibi yapıların tasarımında, yerel geleneği (local vernacular) de içine alacak kadar esnek, fakat daha evrensel bir mimari dil kullanılmaktadır. Yani, görünürde birbiriyle çelişen –bir yanda geleneklerin sürdürülmesi, ulusal ve yerelin korunması, diğer yanda yenilikçi ve evrensel- bu trendler arasında aslında bir çatışma yoktur. Imre Makovecz’in oldukça bireyselci “bölgesel” mimarlığı da, Norman Foster’ın High-tech “evrensel” mimarlığı da, küreselleşme yolundaki modern dünyada kendilerine uygun yerleri almışlardır.

Bu bizi, sunuşun başında değindiğimiz üçüncü ve bence aynı zamanda en önemli tehlikeye götürüyor: Sofya’daki Hilton Oteli’nde görülen türden bir mimari “kitsch”e, yani tamamıyla güç kazanmış pazarın bize dayattığı mimari “pembe diziler”e tanık olma tehlikesi. Bu tehlike, kâr yapmak için kurban edilen geçmişimiz ve bugünün mimarlık başyapıtlarının merhametsizce katlidir ve son zamanlarda bu türden sadece tek bir skandala tanık olmuş değiliz. Sonuç olarak bu, diğer kültürlere ilişkin yüzeysel bir temas, sığ bir okuma ve baştan savma bir alıntı tehlikesidir: Hem kendi kültürüne, hem de diğer kültürlere karşı cehalet ve saygısızlıktan doğan mimari ucubelerin ortaya çıkardığı bir tehlike... Yani mimarlığımız, şehirlerimiz ve çevremizin kimliğine karşı en büyük tehdidi sunan tam da bu konudur, yoksa Prag’da Gehry veya Paris’te Kurokawa meselesi değil.

Notlar:

1. www.undp.org/hdro/99.htm

2. Znepolsky, I.

3. Hait, V.L.

Bu icerik 2201 defa görüntülenmiştir.