316
MART-NİSAN 2004
 
MİMARLIK'TAN

ODADAN

MİMARLIK DÜNYASINDAN

ETKİNLİK

  • aalto @ turkey
    Rabia Çiğdem Çavdar

    Mimar, Mimarlar Odası Ankara Şubesi

DOSYA: ÜÇ BÜYÜK KENTİN BAŞKALAŞIMI

BALKANLARDA MİMARLIK

YİTİRDİKLERİMİZ



KÜNYE
BALKANLARDA MİMARLIK

“Temas Bölgesi”nde Mimarlık

Elena İvanova Dr., Mimar

Bulgarca’dan çeviren: Esin Osmanoğlu

Metnin son haline getirilmesine önerileriyle katkıda bulunan Sayın Maya Öztürk’e teşekkür ederiz.

Bulgarların tarih boyunca süregelen kaderi, bir kültürden diğerine geçerek karşılaştıkları diğer kültürleri kendi kökenlerine uyarlamak olmuştur. Bin yıllık geçmişimizde, öncelikle komşu Bizans’a, sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olarak ve yaklaşık bir buçuk asırdır da Batı Avrupa’ya, birkaç kez bağlılık ve değişim süreçleri yaşadık. Çok eski zamanlardan beri, farklı kabilelerin, krallıkların, imparatorlukların ve uygarlıkların farklı kültürlerinin kesiştiği Balkanlar’da bir yer edindik. Buradaki kültürel bağlar, 14. yüzyıl sonuna kadar daimi karşıt politik görüşlerin belirlediği sınır çizgileri ya da 14. yüzyıl sonrası bölgedeki etnik çeşitlilik engelini daima aşmıştır.

Ancak, tarih yazılı olandır. Gerçekleştiğini varsaydığımız olayları ve sosyal belleğin gerekli gördüğümüz değişikliklerini kağıda dökeriz. Balkanlar tarihinde kültürel bir döneme işaret eden Bulgar Rönesansı’nın özel bir yeri vardır. İki imparatorluğun çöküşü sırasında uyanan milli bilinç, ortaya konan romantik Ortaçağ önderliğinden ya da ataların asaletinden beslenen yüce millet hayalleriyle yeşermiştir. Fanaryotların (1) gerçekleşmemiş “yüksek ideallerine” öncülük eden Yunan bağımsızlığı, Karadağ devletçiliği, Sırp hareketi, Bulgar Rönesansı, Arnavutluk ayaklanması, Avrupa topraklarındaki ortak bir sürecin çeşitli yansımaları olarak ortaya çıkmışlardır. Aynı zamanda Hırvat ve Romen hareketleri de, özellikle Macar ve Alman egemenliği ve niyetlerine tepki olarak, esnek bir çerçevede yeşermeye başlamıştır. Her ulus milli ideallerini belirlerken, ulusal öncelik ve geleneklerini Balkan duyarlılığı ile harmanlamıştır. (Bu, çok kültürlü tarih bilincini taşıyan Batı insanı için anlaşılması zor bir olgudur.) Ancak, dışarıdan bakıldığında, Balkan halklarının tarihi ve kaderi, paylaşılmış ya da örülmüş olarak görülebilir.

Bulgar mimarlık tarihini, kültürel değişimlerin tarihi olarak görüyorum. Bulgar insanı için inşaat mesleği/zanaatı yüzyıllardır geleneksel hale gelmiştir. Sayısız deneyim, fikir ve beceriden faydalanmışız; yeniden işlemek, uyarlamak ve tekrar biraraya getirmekteki üstün becerimizi ortaya koymuşuz. Özellikle 19. yüzyıl mimarimiz, dışarıdan aldıklarımızı benimseyip, değiştirip, üstün bir ustalığa eriştirmiş olduğumuzun; dahası, değer sistemlerinin dinamikleri ve Bulgarların artık sona eren kimlik arayışlarının kültürel bir kanıtıdır. Mimarlığımız, böyle etkileşimlerin belirlediği bir dönemin kültür tarihinin ürünüdür.

Ulusal tarihçiler için tartışmasız öncelik, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa topraklarında yayılmasından sonra oluşan Balkan kültürel bağıdır. İki uygarlık arasında eskilere dayanan gerilimin sonuçlarını mimari gerçeklerde aramaya hazır mıyız? Kültür alışverişinin sonucunda, inşaat pratiğine yeni formlar girmekte, çevresel tasarımlar zenginleşmekte, sonuna doğru da stil etkileri akın etmektedir; gelenekler değişmekte, ustalık gelişmekte, yabancı olanın işlenmesi ve üzerine kendinden bir şeylerin ilave edilmesinde ve seçiminde çok sayıda yerel çeşitlilik doğmaktadır. Balkanların kültürel fenomenine, hepimizin kişisel katkısı vardır.

Ne yazık ki, bağımsız Bulgar Devleti döneminde, konut inşaatının yerel gelenekleri hakkında gerçek ve sağlam veriler korunmamıştır; herhangi bir etnik özellikten bahsetmek daha da yanıltıcı olacaktır. Özellikle Bizans kültürünün yansımalarının görülebileceği güneye yakın bölgelerde, zenginlerin ve yöneticilerin statüsüne tanıklık etmesi anlamında konutların mimari kalitesinin geleneksel olduğu rahatlıkla söylenebilir.

15. yüzyılda, Ortaçağ Bulgar kentindeki büyük değişim, suriçi kentinden, dışarıya açık pazar/ticaret kentine olan dönüşümdür. Kentlerde, Osmanlı hükümdarlığının standartları, mantığı ve yaşam tarzı yayılmış ve yerel merkezlere dönüşmüşlerdir. Hükümdarlığın kent hayatına müdahalesi, köy hayatına göre kesinlikle çok daha fazla hissedilmiş; yeni İslam kent tipi doğmuştur. Fakat Avrupa’nın güneydoğusunda, Ortaçağlardan kalan konut geleneğinin, yüzyıllardır tekrarlanan ve daha bir buçuk asır sürmesi beklenen ilkel şekliyle korunduğu tahmin edilmektedir. Yeni tarihi araştırmalar, Avrupalı gezginlerin yazılı tasvirleri ile bugüne kadar korunan kadı evraklarındaki çok sayıdaki veriyi karşılaştırmış ve fethedilişin erken dönemlerindeki Bulgar kentlerinin görüntüsünü ortaya çıkartmıştır: Az katlı müstakil evler, sokağa bakan kör cepheler, beceriksizce yapılmış ahşap ve kil yığmaları. Hatta 16. yüzyıl ortalarında Sofya evlerini anlatan gezgin H. Dernşvam’ın anlatımıyla, zenginlere ait konutlar bile “herkes nasıl yapabilirse öyle” inşa edilmiştir.

15. ve 17. yüzyıl İstanbul konutları bile, sosyal sınıflandırmanın çoktan yerini almış olduğu bambaşka bir kent görüntüsüne alışmış olan Avrupalı gözü için, aynı kötü kulübelerden ibarettir. Bu dönemlerde de Osmanlılar, çoğu zaman evin formunu ve süslemeleri ihmal etmişler; bu genel tutum 17. yüzyıl ortalarına kadar sürmüştür. “Çapraz yol”dan (Bulgaristan’ı köşegenel olarak aşan yol) geçmiş Avrupalı habercilere göre, Müslüman ve Hristiyanlar’ın oturdukları konutların tipleri aynıdır. Benzer bir kanı, 1585 yılında Bulgar topraklarını Razgrad üzerinden Rusçuk’tan Edirne’ye kadar gezen Fransız bilim adamı ve diplomat J. Bongars’ın yazılarında da görülmektedir. Ama aynı zamanda, 15. ve 17. yüzyıllar arasında, topraklarımızın çoğunda ortaya çıkan diğer bir durum, ayrı bir sosyal grup olarak “kentli olmak” vurgulansa da -dokümanlara göre de böyle-, kırsal bölgelerdeki ve kentlerdeki mimari standartlar arasında gözle görülür bir fark yoktur.

Balkan örneğinde, mimari gösterişin eksikliği ya da klasik anlamda mimari kalitenin gelişmemiş olması, kültür gerilemesinin ve boyun eğen taraf olarak baskı altında bulunmaktan dolayı ortaya çıkmaktadır. İlkel ve mütevazı genel inşaat pratiği, kentlerdeki konut mimarisinde ustalıklı bir yapı üretimini ve geleneksel oluşumları tetikleyememiş, uzun süre düşük bir mimari kalitenin sürmesine neden olmuş, dolayısıyla büyüklüğünü kaybetmiştir. Avrupalının bakış açısıyla zayıf estetik görünüş, daha sonra seçiciliğin ve kültürel buluşma ve tortulaşma süreçlerinin temas bölgesinde başladığı Osmanlı’nın yükseliş döneminde aşılmıştır.

17. yüzyıl ortalarından sonra, Balkan kentinin “vitrin”indeki gözle görülür değişiklik, tarihçiler tarafından, Osmanlı’nın sosyal yapısının ve mantığının değişimi olarak kabul edilmektedir. Daha yüksek ve incelikli konutların ortaya çıkışını, özellikle, iç içe olan üç kültürel süreç ile bağlayabilirim: Osmanlıların Araplaşması, sürekli artan Yunan etkisi ve Batı etkilerinin görülmeye başlaması. Tarihi kaynaklara göre merkezden başlayan değişim, büyük Balkan kentlerine doğru yayılmaktadır; İstanbul’dan Edirne ve Selanik’e, sonra da Ohrid, Üsküp ve Filibe’ye doğru. Geleneklerdeki ilkeler de değişmektedir. Genel kriterlerinin sonradan oluştuğu ortak bir görsel zevk de gelişmektedir: Kent evi büyümüş, planı karmaşıklaşmış, üç boyutlu süslemeler ortaya çıkmış, Avrupa tarzları adım adım benimsenmiştir. Öyle ki, kültürel ve sosyal anlamda Avrupa Ortaçağlılığı, gecikmeli de olsa kentsel konut mimarisiyle aşılmaktadır. Aynı şekilde imparatorluk sınırları içinde, çok iyi bildiğimiz ve değer verdiğimiz 19. yüzyıl Bulgar Yeniden Doğuşu’nun tipik konutlarını da içine dahil edebileceğimiz, mimari akımlar doğmuş ve yayılmıştır.

İmparatorluğun kültür merkezi ve inşaat ustalığının buluşma noktası olan Tsarigrad’ın (2) -İstanbul’a verdiğimiz isim- önemi çok büyüktür. Tam bu noktada Osmanlı mimarisi, kendini doğrudan doğruya Doğu’dan ve İslam kültüründen besleyen Bizans geleneği ile iç içe geçmektedir. Bu, dünya arenasındaki yeni imparatorluğun kültür alışverişinin mimari oluşumudur. İki yüzyıl sonra karşılaşan gelenekler karışmış ve özüne daha az sadık kalarak gelenekselleşmeye başlamıştır.

1515 yılında halifeliğin kendisine geçişinden hemen sonra, Osmanlı İmparatorluğu’na daha zarif olan Arap kültürü sızmaya başlamıştır. Arap kültürü 8. ve 9. yüzyıllar arasında Geç-Antik Perslerin zevkini, zerafetini ve güzel sanat geleneklerini alarak zenginleşmiştir. I. Selim’in gemileri, İstanbul’a sadece Kahire halifesini değil, yanısıra 2.000’e yakın usta zanaatçı, ünlü tüccar ve din adamını da getirmiş; çok sayıda yetişmiş Arap bürokratı devlet dairelerine yerleştirilmiştir. Kültür seviyesi çok hızlı yükselmiştir, çünkü İslam’ın içinden gelenlerle gerçekleştirilmiştir. Mimarlık alanına yansımasını görmek için ise, halifelik dönemlerindeki Kahire, Şam ve Bağdat’taki konutlara bakmamız gerekmektedir: Daha yüksek, çok katlı, çarpık ve dar sokaklara taşan, payandalarla sağlamlaştırılmış, badanalı çıkmalar, çok ince işçilikli ahşap korkuluklar ve iri başlı çivilerle süslenmiş büyük ahşap kapılar. Nişli ve çok büyük gösterişli salonlar, resimli duvar ve tavanlar zengin evlerini süslemektedir. Bu evlerde, nadir bulunan ve pahalı bir tür ahşap kullanıldığından, ahşap oymacılığı da bir o kadar mükemmel ve ustaca olmuştur.

Edebi kaynaklardan ve ansiklopedik açıklamalardaki tasvirlerden bilindiği üzere, bu geleneklerin büyük bir kısmı, karakteristik Bizans evleri de göz önünde tutularak (payandalı, çıkmalı üst katlar) Osmanlı’nın başkentine taşınmış ve uyarlanmıştır. Arap kentleri ve mimarisiyle yakın ilişkide bulunan Bulgar tüccar ve inşaatçıların sayısı da az değildir. Aynı tektonik tipe sahip konutlara (kademeli, destekli çıkmalar), İmparatorluğun Anadolu yakasında, Bursa’da da rastlanmaktadır. Osmanlı Türklerinin kendilerini mimari olarak ifade edişi, açıkça Arap kökenlidir; evin içi de dışı da buna net bir örnek olarak verilebilir. Balkanların kültür bağlamı içinde yapılan kentsel konut analizinde, Arap etkisinin sınırlandırılmış bir yeri bulunmaktadır. Başkent örnekleri, taşra için öncelikli etkileşim kaynaklarıdır. Bir zamanların sultan sarayları (Bunların sonuncusu 19. yüzyıl başlarındaki Sultan II. Mahmut’un ahşap Beylerbeyi Sarayı’dır) ve bugüne dek korunmuş gravürlerden bildiğimiz Boğaz’daki zenginlere ait yazlık evler, bunların en önemlileridir.

Aralarında Avrupa görmüş birçok seçkinin bulunduğu Rumlar, Osmanlı sistemine uyum sağlayabilen ilk millet olmuştur. 17. yüzyıl başlarında, İstanbul’daki soylu Rum ailelerden gelen kişilerin politikaya dönmesiyle ve Patrikhane etrafında, yeni zenginlerden meydana gelen yeni Rum aristokrasisi oluştuktan sonra, bu seçkin kişilerin etkisi yoğunlaşmıştır. İstanbul’da Fener semtinde yaşayan insanlar, inşa ettikleri büyük konsollu, aynı zamanda payandalı, iki üç katlı taş evlerle, mahallelerini olması gerektiği gibi zengin ve aristokrat bir semte dönüştürmüşlerdir. Bunun, Bizans geleneğinin bir uzantısı olarak mı, yoksa Batı’nın etkisinde mi olduğu, şu anda bizim ilgi alanımız dışında kalmaktadır. Ama Latinlerin kentten ayrılışıyla boşalan “padişah şehri”nin, tamamen İtalyan tüccarlarının etkisi altına girdiğini hatırlatmak gerekir. İspanyol elçi Klaviyo, 1403 yılında, büyük bir köye dönüştürülmüş bir kentin kalıntılarından bahsetmektedir. Farklı bir anlatımda ise, Galata’daki Ceneviz Kolonisi’nin Altın Boynuz’un kuzey kıyılarını güzel konutların olduğu yoğun bir yerleşim bölgesine dönüştürdüğü belirtilmektedir. Daha sonraları Fener semti de, Venedikli ve Rum tüccarlara ait, yangına karşı dayanıklı büyük depoları ve evleriyle ün kazanmıştır.

Her halükarda, Tuna boyundaki krallıklarda Yunan-Bizans kültürünün beklenmeyen geç yükselişi tarihi bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. (Romenlerin milliyetçi duygularla hâlâ karşı çıktığı bir gerçek). Fanaryot (3) mimarisi, özellikle Balkanların Ortaçağ vurgulu bir mimari tarza geri dönüşü, Rumeli bölgesi için görsel bir deney alanı olarak ciddi bir kaynak yaratmış ve daha da önemlisi, 19. yüzyılda 1840’lı yıllardan sonra İstanbul, (İstanbul’da 40.000 Bulgar’ın yaşadığı zamanlar; bu da imparatorluk çerçevesi içinde en büyük yoğunluktur) Bulgar toplumunun kültür merkezi haline gelmiştir.

Batı ekonomisi siyasi olarak imparatorlukta yayılmış, özellikle reformlardan sonra, Dünya mimarisinin Avrupalılaştırılmasının güçlendirilmesi ve genişletilmesini, Avrupa stillerine (Rönesans ve Barok) giriş ve inşaat pratiği takip etmiştir. Uzun zamandır, Osmanlı ve Japon toplumlarının modernleşmesi arasında bir paralellik kurmanın faydalı olacağını düşünüyorum.

İkisi birbirinden çok farklı, fakat önemli benzerlikler taşımaktadırlar. İkisi de oldukça uzun süren Ortaçağ döneminden sonra, tepeden inme bir Batılılaşma sürecine girmişlerdir. Böylece Batılılaşma hızla gerçekleşmiş, fakat mimarlık, mobilya, giyim tarzı gibi alanlarda, ki bunlar ilk bakışta yöneticiler tarafından zorunlu kılınmıştır, sadece görünüşle sınırlı kalmıştır. Fakat, Balkan örneğinde, bu süreçlerin öncesinde gayri-müslim nüfusu hazırlamıştır: Ayrıcalıklı Rum ve Yahudilerden oluşan ve bu iletişimi sağlayan grubun güçlü ekonomik ve yönetici pozisyonları gerçek olmuştur. (Rumlar, Batıyla yapılan ticaretin önemli bir kısmını, Hristiyan toplumunun yönetimini ve diplomasisini ellerinde tutarlarken, Yahudiler, İstanbul’daki beyaz köle ticaretini ellerinde tutan ekonomist ve tüccarlar olarak ün yapmışlardır). Osmanlı’nın değişimleri duyurması da bunları takip etmiştir. Yeni araştırmalar, Bulgar topraklarındaki Yahudilerin bu duruma büyük katkı yaptıklarını göstermektedir. Osmanlı’nın, Arap felsefesiyle tanışık, Avrupa ve Yunan hayranlıklarıyla ünlü elit tabakasının bilgili temsilcileri de, kültürel etkileşimlerin oluşmasında rol oynamışlardır. Aristo ve Plato’dan haberdar olan, 1839 yılında A. Grizebah’ın ziyaret ederek İtalyan tarzında (oval salonlu, karakteristik simetrik plan ve barok cepheli) bir çiftliğe sahip olduğunu belirttiği ünlü Avzi Paşa buna örnek olarak gösterilebilir.

Giderek yükselen Avrupa etkisinin (zanaatçıları, taş ustalarını ve mimarları kastediyorum) Batı kültürünü yaymaktaki rolü, bizde hâlâ çok iyi incelenmemiştir. A. Bue’nin verdiği bilgilere göre, 1830’larda Balkan topraklarında 60.000’e yakın “Frenk” yaşamaktadır; İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler, Almanlar, Macarlar, ki bunlar özellikle Romanya, Sırbistan, Arnavutluk ve tabii ki İstanbul’a yerleşmişlerdir. Bulgar inşaat ustaları, hem Frenklerden hem de yerel deneyimli ustalardan yararlanmıştır. Bunlar genellikle eğitimli, Rum ve Ermeni, yerli mimarlar, mühendisler ve heykeltıraşlardır. (Ermeniler zevk sahibi inşaatçılar olarak ün yapmışlardır. Özellikle yeni padişah saraylarının Neo-klasik tarzda inşa edilmesi bunun bir göstergesidir.) 1840-60’larda çoğunlukla Alman zanaatkarların çalıştığı Bavarya (Doğu Almanya, Münih) ile aramızda herhangi bir teması/ilişkiyi hesaplarımıza katıp katmayacağımızı bilemiyoruz. Avrupa stillerinin Bulgar Rönesansı dönemindeki etkisi hakkındaki sorular gözden geçirilmiş ama yaklaşık 20. yüzyıl ortalarında bu soruların yanıtını bulma yönündeki araştırmalara son verilmiş ve bu sorulara tam anlamıyla bir yanıt bulunamamıştır. (Kültürün Balkanlar’daki dolaşımı bağlamında dışardan girme, yerel adaptasyonlar ve yeni bir tarz yaratmak gibi konular)

Bulgar Rönesansı’nın konutlarında tipik olarak rastlanan karakteristik “Ortaçağ” arkitektoniği üzerine bir görüş eksiktir. Gelişmiş kompozisyon ile estetik normlar içerisinde saçak ve çıkmaların plastik parçalanması üzerine akımların, özellikle de Barok akımının denendiğinin özellikle altını çizmek istiyorum. Madem saçak, çıkmalar ve payandalı binaların, dünya Gotik mimarisi için başka bir boyutta da olsa özel bir anlamı vardır; öyleyse etkileşimlerin kesişme noktasından bahsedebilir miyiz? 18. yüzyılda Barok’un ortaya çıkmasına kadar, Hırvatistan’daki inşaat ustaları, Gotik akıma daha sağlam bir bağlılık göstermişlerdir; bu nedenle Gotik etki tam da oradan getirilmiş olabilir. Katolik cemaatinin korunduğu kuzey-doğu Bulgaristan’da mimarlığın daha farklı olması bu nedenle tesadüf değildir.

A. Protiç, payandalı ve yarı payandalı, saçaklı, çıkmalı ve çardaklı Bulgar Rönesansı dönemi konutlarının, uçsuz bucaksız imparatorluğun büyük merkezlerindeki konutlarla olan benzerliğini hatırlatmaktadır. Bunlara, bölgedeki Akdeniz ve çok sayıda Avrupalı müşterinin tekstil ihtiyacını karşılamasıyla ekonomik önem kazanmış Makedonya ve Teseliya’nın tekstil kentlerini de ekleyebilirdim. Geçmişteki parlak yükseliş döneminin şahitleri olan, Ambelakia, Kastoriya, Kozani, Siyatişta ve Veria’da da, 17.-18. yüzyıldan günümüze kadar iyi korunmuş Rum ve Venedikli tüccar evleri bulunmaktadır.

Bulgaristan dışındaki kent kültürleri ile en erken teması muhtemelen Voynugan’lar kurmuşlardır. Onlar Rodopların imtiyazlı yerleşkelerinde, Filibe yaylasında, Balkan sıra dağlarının eteklerinde ve Pirenik’te yaşamışlardır. Sultana karşı olan zorunluluklarından dolayı çok seyahat eden ve dünya hakkındaki izlenimlerini eve taşıyan bir grubu oluşturmuşlardır. Bulgar tüccarlar önceleri sadece imparatorluk sınırları içinde, sonraları da Avrupa’da dolaşmışlardır. Hacı olmak için de seyahat etmişlerdir: Çorbacılar (4), Hıristiyanlar için kutsal olan yerleri ziyaret ederek (en başta Kudüs, bunun yanında Sinay ve Aton -ilk ikisine ulaşmak için İskenderiye’den geçiliyor) yeniden kendine güven duygusunu geliştirmiş, toplum içindeki statülerini değiştirmişlerdir. “Hacı”, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyan halklar için asilzade unvanı anlamına geliyordu; bu unvan daha önceden birikmiş varlığa, refaha bir kimlik kazandırıyor, büyük ve gösterişli bir evin inşa edilmesini zorunlu kılıyordu. İnşaat pratiğinin gelişmesinde hacıların, tarihçiler tarafından hâlâ değerlendirilmemiş önemli katkıları vardır. Ama en çok seyahat edenler, alıcı gözle, maharetli ellerle ve kıvrak zekayla geniş imparatorluğu baştan sona arşınlayan, çok sayıdaki çalışkan ve kabiliyetli Bulgar inşaat ustalarıdır. Bu temaslar ve değiş-tokuşlar kesinlikle her kültür değişimi için önemlidirler. Bu kültürel değişimler ise, mimarlık alanında değişmez ifadelerini bulurlar.

Varlıklı Bulgarlar için kültürel kimlik zamanla değişmiştir. Etnik çeşitliliğe sahip kentlerde, Hıristiyanların İslamlaştırılması kırsal kesime oranla daha fazladır. Kentlerde etnik yapının korunması bireysel düzeydedir, toplumsal bir problem değildir ve tam da bu seçim özgürlüğü, şehir toplumunda sosyal faaliyetleri şart koşmaktadır. Ama Bulgar bilinci, Osmanlı’nın ekonomik ve kentsel kültür alanında, 19. yüzyıldaki başarılı Bulgar entegrasyonu ile uyanmış ve büyümüştür. Osmanlı dini açısından Rum egemenliği altında, Bulgar olarak hatta Avrupalı olarak kimliğini kazanmaya uğraşmış, kendi manevi alanını belirlemek istemiş ve de bunu başarmıştır. Artık herkesin eşit haklara sahip olduğu çok uluslu imparatorlukta, Bulgar tüccarı ve çorbacısı, ödeme gücü olan iddialı bir müşteridir, ama yaratıcı, zeki ve maharetli olan Bulgar inşaat ustası, Tanzimat dönemindeki Ortodoks şehirlisinin zorlu ve çelişkili kimliğinin sentezini, içsel ve hissi olarak arayıp bulmuştur. Bunu Plovdiv, Koprivştitsa, Kotel, Melnik ve Sozopol (Apolnia)’deki ve kısaca bütün Bulgaristan’daki mükemmel ve mimarlık harikası olan konutlar kanıtlamaktadır.

Teorik olarak bakıldığında, 18.-19. yüzyıl arasındaki tipolojik “milli” mimarlık oluşumları, özellikle de Balkanlar’daki kültür ve gelenek buluşmaları tartışmalıdır. Fakat, “temas bölgesi”nde karşılıklı kültür nüfuzları, değişim ve geçişlerin verimli sonucu olarak halka mal olan mimarinin çok sayıdaki alternatifinden konuşulmasının yerinde olacağını düşünüyorum. Bugün azımsanmayacak sayıdaki tarihçiye göre, Balkanların kendine has sentezi ortaya çıkarması için, Doğu’nun doğrudan etkisi yardımcı olmuştur. Bu sentez yüzeyseldir, bir bütün değildir; İber Yarımadası’ndaki gibi ruhani bir durumu yoktur; öncelikle yaşayış tarzının, örf ve adetlerin düzeyi ile sınırlandırılmıştır. Kentsel konut mimarisinde ve bu sentezin geç ve parlak çıkışının ürünü olan Bulgar Rönesansı’nın konut yapılarında, Ortaçağ’ın yeni zamanlarla ve oryantalizmin de Avrupailikle olan cazibeli karışımları görülmektedir.

Burada, mümkün olabilecek “öteki tarih”in bir parçasına değindik. Belki de kendimize şu soruyu sormanın zamanı gelmiştir: Mimarlık değerlerimizi, yoruma açık kendi geniş çerçevesinden, daha tarafsız ve bilimsel bir pozisyondan, 20. yüzyıl Balkan milliyetçiliğiyle boğulmadan araştırılmasını bekleyemez miyiz? Çok uzun zamandır geneli ve paylaşılanı unutarak, sadece bizi ayıranı vurgulamışız.

NOTLAR

1. İstanbul Rum Kilisesi’ne mensup nüfuzlu Rumlara verilen isim.

2. “Padişah şehri” anlamını taşımaktadır. Osmanlı egemenliği altında yaşayan Bulgarların İstanbul’a verdiği isimdir. [Bu ismin, Osmanlı’nın kendi başkenti için kullandığı ‘payitaht’ ve ‘Dersaadet’ gibi adlandırmalarla paralelliği dikkat çekicidir. (yay.sek.notu)]

3. İstanbul Rum Kilisesi’ne mensup nüfuzlu Rumlara verilen isim.

4. Büyük emlak zenginlerine verilen isim.

KAYNAKLAR

* 1920, Alt Konstantinopel, Roland Verlag, München.

* Georgieva, Tsv., 1999, Prostranstvo i prostranstva na Bılgarite, XV-XVII, v.S., LIK.

* 1993, “Hr. Botev”, İstoriya na Bılgariya, Sofia.

* Kitsinikis, D., 2000, İK “Kama”, Osmanskata İmperiya, Sofia.

* Kojih, B., 1955, Konatsi i çiflik Avzi- paşe u Bardovtsu pod Skoplya, Beograd.

* Mustafçieva, B., 2000, V-k “Kultura”, Duendeto i kefıt, 39/ 06.10.2000. (Uluslararası Sempozyum “Balkanlardaki İslam Uygarlıkları”, Sofya, 21-23.04.2000).

* Protiç, A., 1930, Denatsionalizirane i vızrajdane na Bılgarskoto izkustvo, V sv. Bılgaria- 1000 godini, 927- 1927, T.1.S.

* Roşkovska, A., 1988, “Grafika-19”, Lozanova S. Evreite i bılgarskata gradska kultura, Sofia.

* Snegarov, İ., Bılgarskite zemi prez pogleda na çujdi pıteşestvenitsi, 1828-1853.

* 1997, “Prof. M. Drinov”, S., Akad.idz.

* Şişmanov, İ., 1927, Uvod v istoriyata na bılgarskoto vızrajdane, V sbornik: Bılgaria-1000 godini, T.1.S.

* Hoş, E., 1988, “İstoriya na balkanskite strani”, LİK, Sofia.

Bu icerik 2886 defa görüntülenmiştir.