316
MART-NİSAN 2004
 
MİMARLIK'TAN

ODADAN

MİMARLIK DÜNYASINDAN

ETKİNLİK

  • aalto @ turkey
    Rabia Çiğdem Çavdar

    Mimar, Mimarlar Odası Ankara Şubesi

DOSYA: ÜÇ BÜYÜK KENTİN BAŞKALAŞIMI

BALKANLARDA MİMARLIK

YİTİRDİKLERİMİZ



KÜNYE
DÜŞSEL:

Sarı Çizgi

Levent Şentürk

Mimar

Kadıköy rıhtımında bir süredir sarı bir balon ‘duruyor’. Balonun geçiciliği ve uçuculuğu ile diğer uçta duran Haydarpaşa Garı’nın ağır kütlesi arasındaki karşıtlığa dikkat çeken yazarın yorumuna göre Gar, sonradan oluşturulan zeminiyle “dağılıp gitmeye hazır” bir yatay ulaşım ağının son noktası; balon ise düşey bir hareketin aracı… Terkedilmiş demiryolu malzemeleriyle üretilen müze mekanı ve programı, “gerçek olan” ile “düşsel olan” arasındaki sınırda tanımlanabilir.

1.

“ vagon 6, pulman 9, Fatih Ekspresi, Haydarpaşa.

30.09.2003

Haydarpaşa’ya 75 dakika erken geldim; otobüsten inince lacivert gökyüzünde o sapsarı ‘ay’ı fark ettim –Kadıköy’de rıhtımdaki örümceğimsi yuvasından ayrılan balon havalanıp geceye ve gündüze hükmediyor bir süredir. Ne yükselişine, ne inişine tanık olmuştum onun; oysa görür görmez insanın imgelemini kamçılıyor. İnsan izlemekten, hem de uzun uzadıya izlemekten kendini alamadığı bu yalın biçim karşısında bir tek soru sorabiliyor: Oradan her şey nasıl görünüyor acaba?

Çok yakında fotoğrafçıların ve meraklıların bu soruya verdikleri yanıtları basılı ürünlerde ya da televizyonda görmeye başlayacağımıza, bu görünümleri kanıksayacağımıza ve İstanbul’un yeni imgelerine çarçabuk boyun eğeceğimize kuşku yok. Bu kenti güpegündüz görmek elbette heyecan verici, hattâ öğretici olabilir ama bence gece seferi apayrı. Balon yükselirken önümüzde açılan uzama karşılık ışık kaynaklarından uzaklaşmanın verdiği boşluk duygusuna, denizin gökle işbirliği içinde zifiri bir kütle oluşturması eşlik ettiğinde görmeli İstanbul’u –artık bu kente tepelerden bakmakla kalmayacak şairler; belki de tüm o tepeleri bir seferde görebilecek şekilde de bakabilecekler.

“Oradan her şey nasıl görünüyor?” sorusunun cevabını alırken, belki de o cevabın ilk parçasını almaya başladığınız anda olasılıkla şu soru da kemirmeye başlayacak beyninizi: “Bir şeyler ters mi gidiyor?” Havada yükselen bu haznede nefesinizi tutmuş (neyi?) beklerken bir şeylerin her an ters gitmesini vehmetmekten daha kaçınılmaz hiçbir şey yoktur. Bir balonda yere çakılmak dışında hiçbir şeyin ters gidemeyeceğini de kurabiliriz o anda –kurtulsa şimdi bu kitle bağından ve bizi serseri mayın Marmara’nın kıyıları boyunca gezdirse? (Akla ister istemez Ahmet Mithat Efendi’nin Paris Fuarı’nda Eiffel Kulesi’nin açılışıyla ilgili yazdıkları geliyor.)

Balon hem yepyeni bir imge İstanbul için (ama elbette bu balon İstanbul semalarında görülen ilk balon olmasa gerek!), hem de İstanbul imgesini yepyeni bir biçimde üretiyor. Konumunun da etkisi ve payı var bunda. Bir kere, varlığı kentin birçok noktasından fark ediliyor –hiç olmazsa on kilometre çapında bir dairenin merkezinde olsa gerek. Neşe yaydığı da bir o kadar ortada –şu anda birileri oradan İstanbul’u başka kimsenin henüz görmediği şekilde görüyor.

Neredeyse sabit biçimde, yerden 200 metre kadar yukarıda, çeyrek saat süreyle duraklıyor sarı, kusursuz biçim. Küre bu haliyle kentin boyutlarına da atıfta bulunuyor. Sahilden havalanmış büyücek bir oyuncak, havaî bir sembol, bir uçanbalon bu turistik taşıt; gözümüzün önüne pekâlâ başka tasarımlar getirebiliriz onu gördükten sonra. Sözgelimi bir deniz taşıtından havalanan bir balon –mobilize olmuş, çifte seyahat alternatifi. Gemi boğazda yol alırken (köprülerde hafifçe ‘eğilmek’ kaydıyla) ona yukarıdan eşlik eder! Üstelik bu, bir ölçüye kadar, yaz aylarında sürat motorlarının havalandırdığı paraşütle dolaşmaktan çok daha emniyetli ve konforlu bir eğlence olabilirdi...

Her balon aslında görünmez bir kulenin ucunda durur. Zemindeki yapıyla arasında çelik bir halat bulunması bunu varsaymamıza yetiyor. Bir yerçekimi konstrüksiyonu olarak basitçe, basınca değil çekmeye çalışan, oldukça hafifletilmiş bir kule bu. Normal koşullarda bir kuleyi yerden 200 metre yükseltmeye yetecek her türlü ağırlıktan ve rijitleyici önlemlerden azade bir kule! Üstelik, bir ölçüye kadar gezici olduğu bile söylenebilir –rüzgârın sürükleyebileceği kadar sapma gösterebilir şakülünden.

Haydarpaşa’ya trenimin kalkış saatinden bu kadar önce varınca, sırtımda koca bir çanta olduğu halde, balonu 22.15-22.30 arasında kıpırtısız izledim. Gökyüzünde düşey, kalın, sarı bir çizgi bırakarak alçaldığını hayal ettim. Bir de aydınlatılsa, suni bir ay işte, mehtapsız geceler için. Modern mimarlığın ayağını yere bunca sağlam basmaya zorlanmakla birlikte göz ucuyla havaî olana duyduğu özlemi, merakı, tutkuyu anlamak zor değil. Sözgelimi zeplinlerin dünya havacılık sahnesinden silinmeleri, en azından estetik bakımdan büyük bir kayıp değil midir? Georges Pompidou Sanat Merkezi Proje Yarışması’ndaki finalistlerden birinin bir balon tasarımı olduğunu bugün belki çok az kimse anımsıyordur.

İstanbul gibi bir kentin, tıpkı vapur hatları tarifesi gibi, düşey bir seyahat tarifesi çoktan kurulmuş olmalıydı diye düşünüyorum. Kentin başka başka yerlerinde inip kalkan onlarca balon düşlemek zor mu? Kim yetişmek için koşacaktır o balonlara mı diyorsunuz? Kentin çatısına, tavan arasına kadar çıkıp geri dönecek, insanları oldukları yere gerisin geri döndürecek bu çıkmaz sokak asansörler için, diyelim ki Mimarlar Odası yarışma açmak için neyi bekliyor bilmiyorum. Köprülerden atlayanlara aşina bir kente, bu deneyimin benzerini yaşatmak gerekli.

Böyle bir Şehir Balonlar Şebekesi’nin taşıtları için çeşitli tasarımlar üretilmeli: Balonlarının biçimiyle, kapasiteleri ve sundukları konforla tanınacak, tipik İstanbul balonları tasarlayacak onlarca, belki yüzlerce mimarlık öğrencisi çıkacaktır.

Herkesin içinde, balonla tanıştığı ilk günden itibaren Nadar-benzeri bir yarı-deli, bir kâşif, bir çocuk yaşamaz mı gerçekte?...”

2.

Tekrar Haydarpaşa’nın önüne, balonun konumuyla bağlantılı başka bir noktaya dönmem gerekiyor. Haydarpaşa Garı’nın son derece kırılgan bir imge olarak, estetik bir paradoks yarattığı noktasına da geri dönmek şimdi anlamlı olabilir. Yapılara isim koymak gibi bir adetim olmamakla beraber, bu yapı için ‘kristaş’ türünde bir yakıştırma yapmıştım –bir kapı olarak bu bina, kırılganlığı ve sağlamlığı bünyesinde eşzamanlı olarak barındırıyor. Coğrafi açıdan kırılgan bir noktada, bir kıtanın ucunun ucunda. Zemini bile sonradan oluşturulmuş. Haydarpaşa’nın bu sıradışı durumu onun oldukça narin ve dağılıp gitmeye hazır olduğunu düşündürebilir; ama bu biçeminden ileri gelen bir şey değil. Balonun Haydarpaşa’yla ilişkilendirilmiş olması, böyle bakınca, rastlantı değilmiş gibi görünüyor. (Oysa elbette bir rastlantı.) Garın yatayda ürettiği ilişkiler ağını, sınıra dayanmanın patolojisini balon düşeyde yeniden üretiyor. (Yine bunun da hesaplanmış olduğunu düşünmüyorum.) Balon hem devralıp genişletiyor bu unsurları, hem de tüm o unsurların kaynağı olan yapının, Haydarpaşa’nın koordinatlarını bir kez daha işaretliyor. Balonu gören, Haydarpaşa’yı da anımsıyor, görüyor; tüm İstanbul’u gördüğü ve anımsadığı gibi.

2001 yılı boyunca değişen yoğunluklarla, Haydarpaşa Koyu’nda inşa edilmek üzere düşündüğüm fantastik bir demir yolu müzesi üzerinde çalışmıştım. Proje, Et Balık Kurumu’ndan Gar Motor İskelesi’ne uzanan sahil parçasına yapılacak bir dolgudan ve üretilmiş bu kentsel zeminin üzerine dizilecek uzun pilotiler olan müze fragmanlarından oluşan ikili bir kurguya sahip. Doldurulmuş ve kentsel yaşama katılmış zemin Kadıköy İskelesi-Gar arasında yaya sürekliliğini güçlendirecek bir kestirme yol olmakla kalmayıp, istendiğinde gezilebilecek birçok müze konteynerını de barındıracak bir meydan niteliği de taşıyor. Bu yönüyle zemin, Gar cephesinden sızmalara 24 saat kucak açıyor –bir tür bekleme alanı / rekreasyon programı: Zeminde, sık bir desen oluşturacak biçimde, sıfır yükseltili özel bir detayla, gömük döşenmiş raylar mevcut. Bu, müze alanını optik bakımdan diğer kent zeminlerinden ayıran bir kodlama aynı zamanda –bir metre arayla kıyı hattına dik olarak (Haydarpaşa’nın uzun kenarını izleyecek şekilde) alanı kat eden raylar hem Haydarpaşa’nın imgesini çoğaltma olanağını veriyor (tren bekleme), hem de ona bir parantez açan esas programı (müze) ima ediyor... Kentsel zeminin deniz hattı, zigzag kumaş makasıyla kesilmişçesine çok-yüzlü ve detaylı; suyla temas için pek çok cep ve ilişki türü öngörülüyor ve yüzey maksimize ediliyor kıyı hattı boyunca. Bu yüzey genişletimi ile tümüyle geometrik ve suni de olsa oyuncul bir tipolojik araştırma yapma olanağı da doğuyor; geometrik dil aracılığıyla bir kez daha kentsel program ve rekreasyon kavramı ele alınmış oluyor.

Burada yüzeye yayılacak, kimi ayaklar üzerinde, kimi de doğrudan yere basan dokuz ayrı tasarım örneği var –tek bir fikrin, uzunlamasına gelişen, çizgisel bir müze mekanı fikrinin çağdaş müze kavramıyla çarpılmasından elde edilmiş çeşitlemeler. Bir çerçeve fikrinden yola çıkılıyor; eş aralıklarla dizilmiş çerçevelerden oluşan basit, ardışık bir mekan kurgusu söz konusu. En başından uyarmak gerek, çizimler yanıltabilir, her konteyner-müze, kullanılmış malzeme esas alınarak inşa edilecektir. Çizimler tersini düşünmemize, müzeyi steril kutular biçiminde tasavvur etmemize neden olabilir. Bu müzeleri inşa etmek için artık kullanılmaz olmuş çelik bir demiryolu köprüsünden, vagonlardan, demiryollarında yıprandığı için depolara konmuş her türlü alt yapı malzemesinden yararlanılmalı. İkinci el malzemeyi ucuzlatılmış, sulandırılmış ‘nostalji’ efektleri yaratmak için kullanmayı öneriyor değilim. Bir demiryolu müzesi için mide bulandırıcı bir fazlalık oluştururdu böyle bir kullanım. Yıpranmış, eskimiş, ölmüş bir dünyanın kalıntılarından geleceğe uzanacak yeni bir mimarlık yaratmak hiç de yeni sayılamayacak bir düş. Burada sayısız sorunla boğuşulacağı açık. Uç bir tavır takınıp yalnızca ikinci el malzeme kullanmak ve şantiyeye yeni olan hiçbir şey sokmamak, işi yokuşa sürmekten başka işe yaramayacak bir strateji gütmeye kalkışmak benim harcım olmazdı. Tasarıma ‘el değmiş’ olanın getirebileceği enerjileri, dinamizmi enine boyuna kurcalayarak sayıp dökmeye niyetim yok bu yazıda. Yine de birkaç açılım getirmekte yarar var. İlki, bir yapıya nasıl bakıldığıyla ilgili olabilir – binaların metrajları çıkartılır eldeki çizimler uyarınca, sonra da inşa edilirler. Baştan sona, neyin nasıl yapılacağına ilişkin neredeyse değişmez bir inşa izlencesidir bu. Tabii ülkemizde bu bile yeterince yapılamıyor, projenin inşa kararının verildiği günkü biçimiyle varılan son noktadaki hali arasında onarılmaz boşluklar oluşması olağan sayılıyor. Bu tür bir izlenceyi arapsaçına çevirmeye kalkışmadan dönüştürecek bir montaj teknolojisi geliştirilmeli bu durumda. (Baştan verilmiş kelimelerle, yalnızca o kelimeleri kullanarak bir şiir yazmaya benzeyen bir alıştırmayı mimari tasarım alanında deney olarak yapmalı. Bu yaklaşımla, mimarlık okullarında daha küçük ölçekli deneyler de yapılabilir proje atölyelerinde, 1/1 ölçeğinde çeşitli üretimler bile yapılabilir. Çapı, boyu belli, belli sayıda ahşap, ebadı belli sac levhalar, büyüklüğü belli taşlar ve tuğla ile örneğin, başka hiçbir malzeme kullanmadan belli bir ihtiyaca göre düzenlenecek mekanlar kurmaları istenebilir öğrencilerden.) Günümüzde sanatçıların da çok uzak olmadıkları bir üretim biçimi bu. İkinci el malzeme kullanmak, aslında uygunsuz olanın istilasına izin vermek demeye geliyor. Uygunsuz olan, yani daha önce biçimlenmiş olan. Başka bir gerçekliğin bir bileşeni olarak daha önce üretilmiş olan. Başka bütünlüklerden kopup gelen, adresini yitirmiş bir yığın nesne, soru işaretlerine dönüşür burada –bir bünyeye yedirilecek pek çok bağlamsız parçacık. Bu parçalar, son formu bilinmeyen bir puzzle’ın parçaları olarak da görülebilir, neden olmasın? Gaspard Winckler’i hatırlayalım; puzzle’larının parçalarını elleriyle tek tek üreten bu saymaca marangoz, işlerine seri üretilmiş puzzle parçalarında asla rastlanamayacak bir özellik katıyordu. Her parça ayrı bir tuzaklar, şaşırtmacalar, kışkırtmalar toplamı olarak tasarlanıyordu. Winckler bunu, parçadan bütüne gitmeye çalışan puzzle oyuncusunun önüne engel koymak için değil, bütün denen şeyin doğasını kavratmak için böyle yapıyordu. Bugünün mimarlığı açısından bakmayı denediğimizde, sonul hedefle yola çıkma ânı arasındaki mesafeyi sıfırlamaya ahdetmiş teknolojiyle, yolda mümkün olduğunca fazla zaman geçirmek isteyen aylak oyuncu arasında oluşmuş olan gerilimi besleyecek bir girişim olarak bakabiliriz Winckler’in zanaatkârane teşebbüsüne. O sadece parçaları tek tek birer soru işaretine çevirmekle ve onları estetize etmekle uğraşıyor değildir –bir yaşam biçimini de inşa ediyordur, bir kılavuz olma iddiasının kendisini oluşturuyordur. Perec’in Winckler’i, şekilleri tanıyacak kadar zaman, onların arasında kaybolacak kadar zaman, düze çıkabilmek için parçalar üzerinde sezgiler geliştirebilecek kadar zaman istiyordu puzzle oyuncusundan. O zamanı talep etmekle kalmıyor, onu bizzat inşa ediyordu.

Karton puzzle parçalarının Winckler’in elinden çıkma ahşap bir parçadan bu yönüyle oldukça geri olduklarını söyleyebiliyoruz –Perec de Yapı Kullanma Kılavuzu’nda üzerinde duruyordu bu noktanın. Perec’in evreninde Winckler’in puzzle’ları romanı anlamayı kolaylaştıran birer metafordur –oyunu ölümcül bir eşiğe denk gören romancının eşsiz metaforu.

3.

İnşaat: İktidarın yavaş yavaş görünüm kazanması, katılaşıp kalması. Yarının yapıları hâlâ böyle bön mü olacak? Gün gelip ‘son biçimi olmayan’ yapılar sipariş edecek birileri çıkacak mıdır? Böylesine beyhude bir öyküyü Gog’a yakıştırabiliriz kolayca –onun pahalıya patlayan, gerçekleşince de önlenemez biçimde fiyaskoyla sonuçlanan bütün fantezileri gibi bir fantezi midir bu ‘son şekli olmayan bina’? Gotik katedraller, belki o zamandan yeterince büyük başlanabilse bu düşün günümüzdeki canlı örnekleri olabilirlerdi; gerçi Sagrada Familia’yı bunun dışında tutmak gerek. İncil’in kulesine dek geri gidelim, onun tamamlanması için aynı dili konuşan bir ekip gerekiyordu –insanlık düşey bir inşaat programı kurmayı, incir çekirdeğini doldurmayacak ahlâki bir gerekçe yüzünden sonsuza dek erteleyecekti. Eh, İncil’den Gog’a, oradan da bugüne gelesiye bunca boşa çıkmış girişimin, bunca yarım kalmış inşaatın ardından yirmi birinci yüzyılda (o da olmazsa sonrakilerde) sakin sakin düşünecek birileri çıkmalıdır artık.

Bir yapının son biçiminin olmaması, şaka bir yana, gerçekten talep edilebilir bir şey midir, emin olamıyorum –zaman her şeyi olduğu gibi yapıları da çürütüyor; ‘Küf Manifestosu’nun yazarına bakılacak olursa zamanın mağlup edileceği günler yakındır –yapıların yüzlerinin küf tutmasını sağlayacak bir sıvıyla yıkanmasını talep edişine bakılacak olursa, ellerini asitle yıkasa da arınamayacak kimi mimarların bulunduğu (ve de kendisinin bunlardan biri olmadığı) ortaya çıkıyor. Anlaşılan Hundertwasser’i, Loos’un ‘karşı-cürüm’ yaylım ateşi de kesmemiştir.

4.

Bu demiryolu müzesi, sürekli inşa halindeki müzelerden oluşacak. Şayet ‘çağrılırsa’, konteynerlardan biri kalkıp dünyanın başka bir garına gidecek, orada faaliyetini sürdürecek. (Tamamen seyyar bir mantık geliştirirken bu fikrin çağdaş öncellerine bir selâm gönderebilirim, sözgelimi Renzo Piano’ya.) Müzenin biriktiren, arşivleyen, çoğaltan, tortulaştıran, eleyen kültürel işlevi ile, o işlevin taşıyıcısı olan yapının birbirinde çözünmesidir burada olan biten. Yapıyı oluşturan parçalar toplanacak, sonra inşaat başlayacak, müze çalışmaya başlayacak ama inşaat son bulmayacak. Müzenin fiilen inşa halinde olma durumu onun kültürel faaliyet alanının ayrılmaz parçası olmayı sürdürecek. Bu tasarımın bir ‘müze’ olduğuna ilişkin şu donuk imgeden özenle kaçınılmış olunuyor böylece –ülkemizdeki ‘ölü müzeciliği’nin sıyrılması gereken ilk şey.

Örneklediğim konteynerlar ister otel olarak düşünülsün (Haydarpaşa Garı’na en yakın olan konteynerın denize bakan ucu, dört odalı mikro bir otel olarak tasarımlandı), ister toplanma ve eğlence mekanı olarak (aynı kenteynerın geri kalan kısmı büyükçe bir salonu ve servislerini içeriyor); ister mekanın kendisi üzerinde dile getirilecek in-situ bir kavramsal yaklaşıma göre kurulmuş olsun –her seferinde yalın bir segmentasyon yapılmaktadır. Bu tasarımda artık çizgisellik bir doğrultu ve hareket manipulasyonu olmaktan çıkarak, başka biçimde olsa gerçekliğini yitirecek bir dünyaya dönüşür. Segmentler biçiminde geliştirilecek bir tasarımın sınırlılığın pek çok türünden kurtulduğunu söylemekte çelişki yok. Her seferinde bir ucundan girilip diğer ucundan çıkılan ya da bu olanaklı olmadığında ilk noktaya geri dönülen basit bir kurgu söz konusu. Segmentlerin sayısı konusunda hiçbir mantıklı gerekçeye ihtiyaç duyulmuyor –nicelik ölçülebilir, akli bir girdi olmaktan tümüyle kurtuluyor. Bu mekanın boyutlarının yitirilmesiyle de eş anlamlı. Konteynerlar birbirinden kopuk –aynı alan üzerinde bulunmak dışında hiçbir mekansal ilişkiyi paylaşıyor değiller. (Yine de ‘site’ın, önlenemez şekilde, bu kırkayaklar arasındaki ilişkileri düzenleyeceği ortada.)

Giderek artan biçimde, metropollerdeki ticari işlevler tekil hacimlerde toplanıyor –sadece bizde değil, dünyanın her yerinde. Alışverişin her türü, hiçbir ayrım gözetmeksizin en ‘rantabl’ işletme modeli olarak bu totalizasyona yenik düşmeyi sürdürüyor: Bir demiryolu müzesinin başına gelebilecek en kötü şey de budur sanırım.

Almanya’da yüzyıl başında üretilmiş kompartmanların kronolojik bir rekonstrüksiyonu sergilenebilir örneğin bunlardan birinde.

Bir başkası, dünya garlarının kayıp eşya bürolarından sağladığı malzemeyi yıllar boyu (ve yıllara göre) dönüşümlü olarak sergileyebilir, bunların öykülerini anlatabilir; hattâ bunları açık arttırmayla satabilir.

Daha çağcıl tekniklerin kullanıldığı bir başkasında sürekli televizyon yayını yapılmaktadır; ekranlarla donatılmış bu konteynerda çeşitli kıyı kentlerinde bulunan (Haydarpaşa’nın kendisi gibi) gar binalarından canlı yayınla 24 saat boyunca görüntü aktarılır.

Bir başkası sadece sese ayrılmıştır, 1,5 metre genişliğindeki koridorlarında ilerlerken dünyanın çeşitli kentlerinden tren ve istasyon sesleri duyulur.

Yine ‘live’ esasına dayalı bir başkası seyir halindeki trenlerden görüntüler aktarır, bu müze internet olanaklarının devreye sokulduğu bir ‘seyirlik seyirler’ konteynerı olacaktır.

İnteraktif kompartmanlar yoluyla dünyanın dört yanından yolcuların ‘buluşmalarına’ sahne olabilir bir diğeri. Bu tanışma işlevi üzerine hem daha yerel, hem de Türkiye çapında başka senaryolar kurulabilir –Murat Belge trenle İstanbul’dan Sapanca’ya giderken Umberto Eco da İtalya’da bir başka trende seyahat halindedir, ikisi yolda görülenler üzerine karşılıklı bir sohbete koyulurlar sözgelimi...

Beriki, bu müzelerden oluşan müzeyi ilgilendirebilecek her konuyla ilgili söyleşi-konferans-seminer-kolokyuma ev sahipliği yapar, bunlar seferi söyleşiler de olabilir.

Biri, elbette, Sirkeci-Haydarpaşa bağlantısı üzerine kurulu olmalı, kıtalararası bağlantı teması, alabildiğine klişe bir tema olmakla birlikte yaratıcı biçimde kullanılabilir.

Dünya demiryolu tarihini yeni yeni yaklaşımlarla ele alan sabit bir program düşünülmeli bir başkası için. Koleksiyoncuları da karşı karşıya getirmeyi amaçlayan, tren bileti koleksiyonu türünde sergiler aynı konteynerda düzenlenecektir.

Biri, kesinkes Haydarpaşa’ya ayrılmalı: “Doğunun ve Batının Kavşağındaki Kentin Tren Garı”.

Demiryolu taşıtlarını, alışılmadık taşıtları kapsayan periyodik sergiler için zemine doğrudan oturan, eğimli bir konteyner tasarımlanabilir.

“Demiryolu yapıları”, seyyar mantık içinde ele alınabilecek bir başka tema. İkiye bölünmüş bir konteynerın ilk yarısı, örneğin Hindistan’da Rajastan’da bir kentte iken, ikinci yarısı burada, Haydarpaşa koyundaki müze alanında, İstanbul’dadır. Her iki parça birbirine atıfta bulunacak biçimde işlevlendirilecektir.

Yalnızca tematik konteynerlarla, seyyar olanlarla ya da interaktif seçeneklerle sınırlamamalı müzenin programını, kiralık konteynerlar da olmalı, belli bir mekansal kurgusu olup da her seferinde bir başka sanatçı tarafından yeniden yorumlanacak, sözgelimi ‘çekmece içinde çekmece’ gibi bir plan kurgusu olan, odaları sürekli birbirine açılan, bomboş bir müzesi de olmalı bu müzelerden oluşan müzenin.

5.

“...Şimdi burada, Fatih Ekspresi’nin 6. vagonunda, üçüncü sıradaki tekli koltukta trenin kalkmasını beklerken (ve bu satırları yazarken) aklım hâlâ o sarı çizgide: Makinem ve tripotum yanımda olsa uzun uzun pozlar, inişini belgelemeyi denerdim. Biraz bulanık, yamuk yumuk da olsa, çıplak gözle görülemeyen o gizli rotanın ya da hayalet-kulenin bir kaydı. Balonlara duyduğum ilgiyi ille de çocukluğuma indirmeme gerek yok sanırım. Ama on yıl önce arkamda bıraktığım bir delile geri dönmem gerekiyor. Çünkü o yıl mimarlık bölümündeki ikinci yılımın ilk döneminin sonunda proje dersinden en yüksek notu alanlardan birisi de ben olduğum için, kuraya girmeksizin doğrudan doğruya proje hocamı seçme ayrıcalığını elde etmiştim. (O zamanlar bu bir gelenekti –herkesin rağbet ettiği proje hocalarından kontenjan derdi yaşamadan proje almak şansı her sömestrin birinci ve ikincisine tanınırdı; böylece proje 3, 4, 5, 6 ve 7’den AA alanlar bir ‘bonus’ kazanırlardı.) Ben de hiç tereddüt etmeden, sadece bir öğrencilik proje 4 kontenjanı bulunan Hasan Özbay’a adımı yazdırmıştım. Buraya kadar olağan bir hikâye –konu ‘üniversite kampusu giriş kapısı’ olarak belirlendiğinde, taze bir heyecanla, birkaç öneri getirmiştim. Landscape unsuru ağır basan, ‘bir obje olarak kapı’ya yönelmeyen tasarım kırıntıları. Hasan Özbay o sonsuz sükûneti ve kül yutmaz tasarım gücüyle yeni öneriler getirmemde ısrar etmişti. İyi anımsamıyorum ama, kapıya benzeyen bir şeyler yapmazsam başına iyi şeyler gelmeyeceğini anlayan köşeye sıkışmış bir öğrenci olarak ben de aşağı yukarı şöyle bir tasarım getirmiştim ertesi Cuma günkü atölye dersine: Adını sanını yeni yeni duyduğum Dekonstrüktivist akımın rüzgârını arkama alarak yaptığım, ironik ve neşeli olduğunu düşündüğüm bir tasarımdı bu –üniversitenin bir ‘cümle kapısı’ olduğunu yadsıyor değildim; gelgelelim kapıya zorla bindirilmeye çalışılan her türlü asık yüzlü anlam karşısında benimkisi zayıf, ‘havaî’ bir isyandı –bu tasarımda görünen o dev kiriş, turuncu bir balondan başka bir şey değildi çünkü. Hasan Özbay’ın bu öneriye yanıtı sert değilse bile, olumsuz olmuştu: Sürekli hava mı basılacaktı bu balona, kaça mal olacaktı gazla dolu bir kapı üniversiteye, karşı tarafa incecik de olsa bir ayak koymak işi sağlama almak demek değil miydi, türü ‘rasyonelleştirme’ girişimleri karşısında uzun boylu direnmeyerek balonu bırakıverdiğimi (1) anımsıyorum. Benden en beklenmeyecek şeyi yapmış, dönem boyu bir daha proje dersine gitmemiştim. Kapı fikrine, genelinde denge ve yerçekimine aykırı bu imgeden ‘ölmek var, dönmek yok’ diyerek boşluğa doğru sıçrayışa geçişim bir rastlantı değilmiş bugünden bakınca. (O günden sonra, öğrenciliğim boyunca neredeyse hiç bina tasarımı yapmamışım.) Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir ya, Hasan Özbay benim aklı bir karış havada bir öğrenci olacağımı o günlerde anlamış olsa gerek. Şaka bir yana, iflah olmakla olmamak arasında bir balonluk mesafede bulunmak iyi bir şey değil.”

13.12.2003, Mecidiyeköy

1. “denk an dich und lass ihn fliegen.”

Bu icerik 2972 defa görüntülenmiştir.