341
MAYIS-HAZİRAN 2008
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA: Söylem ve Mimarlık

İNGİLİZCE ÖZET / ENGLISH SUMMARY
TÜRKÇE ÖZET
YAYINLAR



KÜNYE
DOSYA: Söylem ve Mimarlık

J.G. Ballard Yazınında Mimari Söylem

Zeynep Tuna Ultav

Öğr. Gör. Dr., İzmir Ekonomi Üniversitesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü

Foucault'nun söylem kuramında savladığı, "söylemsel olmayan hiçbir alan olmadığı" düşüncesinden yola çıkarak, mimarlığın da, disipline ilişkin kuramsal alandaki varlığını tanımlayan bir söylemsel alanının varolduğu ve bunun da mimarlık disiplininin kimliğini sunan güçlü bir alan olarak belirdiğini vurgulamak önemlidir. Foucault'nun tanımladığı işlevler doğrultusunda söylem, mimarlık için birincil olarak, mimari bilginin üretilmesinde önemli bir araçtır. Söylemsel alanda bilginin oluşması süreci ise, Foucault'nun yaşam öykücülerinden Eribon tarafından bilimlerin birbirleriyle kurdukları etkileşimli iletişime bağlanmaktadır:

 

Her dönem kendi kültürünü betimleyen gizli bir yapılandırmayla, her bilimsel söylemi, her ifadenin üretimini olası kılan bilgi ağıyla karakterize eder... Her bilim bir epistem çerçevesinde gelişir ve bu yüzden kendine çağdaş olan diğer bilimlere bir parça bağlıdır.(1)

 

Disiplinlerarası etkileşim ve disipliner bilginin üretimi doğrultusunda, mimarlık söylemine koşut olarak ortaya konabilecek yazınsal söylem alanının (2) "özetlenmiş bir parçası" olan yazınsal metin, bu anlamda, mimarlık disiplininin etkileşim kurma potansiyeli olan ve bilgisini bu kanaldan zenginleştireceği bir kaynak olarak görülmektedir. Disiplinlerarası bir düzlemde yazınsal söylem ile mimarlık söylemi arasında kurulabilecek ilişki olasılıklarını irdelemek bağlamında, böylesi bir etkileşimin, mimarlığın bilgi alanına yeni bir açılım getireceği ve zenginleştireceği düşüncesinden hareketle, yazınsal söyleme ait bilim kurgusal türün bu ilişkinin kurulmasında bir araç olarak önerilmesi olanaklıdır.

 

BİLİM KURGU VE BALLARD SÖYLEMİ

 

Yazınsal alana yaklaşması önerilen mimarlık söyleminin, bilim kurgunun ön-tarihçesi olarak görülen "ütopya" kavramını büyük sıklıkta tartıştığı görülmektedir. Bu anlamda geleceğe bakarak onun imgelerini ve bu imgelere zemin oluşturacak sosyal altyapıyı kuran senaryo üretimini önemli bulan mimarlık söylemi için, genelde bilim kurgu yazınının distopyen kurgularının, özelde daha çok toplumsal dinamiklerden beslenen Yeni Dalga akımının verimli bir malzeme alanı sunacağı öne sürülebilir. Bir grup bilim kurgu yazarının, bilim kurgu yazımını, türü yayımcılar tarafından ya ticari amaçlarla ya da ortamda geçerliliği olan ve arzulanan, kendilerine özgü görüşlerini yazarlara dayatan ideolojik ve sanatsal kısıtlamalardan özgürleştirmek amacıyla, İngiltere'de 1960'larda Michael Morcock editörlüğündeki Yeni Dünyalar dergisi etrafında başlayan bu akımın (3) en önemli öncüsü, İngiliz yazar Jim Graham Ballard, yapıtlarında mimari ipuçlarının fazla yer alması nedeniyle, bu doğrultudaki bir çalışmaya kaynaklık etmeye uygundur. Bilim kurgunun ay ve diğer gezegenlere yapılan yolculuklar olarak yorumlanmasını yanılgı olarak tanımlayan ve ağır bilim kurgunun dünya dışındaki kurgularını reddeden ve daha güncel ve dünyamıza ait somut gerçekliklerle örülü bir kurgu düzlemi oluşturan Yeni Dalga akımı doğrultusunda Ballard, kendi bilim kurgu anlayışını şöyle tanımlamıştır:

 

Öncelikle, bilim kurgu, uzaya, yıldızlararası yolculuğa, dünya dışı yaşam biçimlerine, galaktik savaşlara ve bilim kurgu dergilerinin onda dokuzuna yayılmış bu düşüncelerin üst üste binmişliğine arkasını dönmelidir... Benzer şekilde, bilim kurgu, şimdiki biçim ve taslaklarını da atmalıdır. Bunların çoğu karakter ve temanın ince karşılıklı etkileşimini ifade etmekten oldukça uzaktır... Geleceğin büyük gelişmeleri ay ya da Mars'ta değil, dünyada yer alacaktır ve onun dış değil iç mekânın keşfedilmeye gereksinimi vardır. Tek gerçekten yabancı olan gezegen Dünyadır. (4)

 

Türkçe'ye "Ballardyen" olarak çevrilebilecek "Ballardian" sözcüğü, "Ballard'a ya da onun yapıtlarına ilişkin", ya da "J.G. Ballard'ın roman ve öykülerinde betimlenen koşullara -özellikle distopyen modernite, iç karartıcı insan yapımı çevreler ve teknolojik, sosyal ya da çevresel gelişmelerin psikolojik etkileri- benzeyen veya bu koşulları öneren" anlamlarına gelmektedir. (5) Ballard'ın peyzaja verdiği önemi, Ballard'ın kendi ifadesiyle, "Peyzaj mekân ve zamanın biçimlendirilmesidir ve dış peyzaj aklın içsel durumlarını doğrudan yansıtmaktadır." (6) sözünde bulmak olanaklıdır. Ballard'ın çevre ve insan psikolojisiyle kurduğu bu doğrudan ilişki, onun çevresel verilere verdiği önemi göstermektedir. Ballard'ın bu ilgisi "yapılı çevreye karşı değişen insan öznelliği" olarak tanımlanmaktadır.
 
BALLARD SÖYLEMİ VE MİMARLIK
 
[...] İkamet ettiğimiz mimari mekân çeşitleri önemlidir -iktidarlılardır. İnsan ırkının bütün üyeleri yok olacak da olsa, diğer gezegendeki ardıllarımız mimarlık yoluyla bu gezegendeki insanların psikolojisini yeniden kuracaklardır.
 
Ballard, 1984, s.44.
 
Ballard söyleminin mimarlık söylemiyle kesiştirilme zeminlerini çok farklı biçimlerde tanımlamak olanaklıdır. Öncelikle Ballard'ın geleceğe dönük mimari elemanlar tanımlamasını, onun mimarlıkla kurduğu en temel ilişki olduğunu ileri sürmek olanaklıdır. Bu ilişki çerçevesinde, yazınsal söylem, kolektif belleği dönüştürerek toplumun gelecekteki mekânsal beklentilerini yapılandırmaktadır. Örneğin Stellavista'nın Bin Düşü (1962) öyküsünde, evlere serpiştirilmiş duyarlı-hücreler, sakinlerinin her ruh hali ve konum değişimini yankılayarak "yüzde yüz tepkisel yapı" oluşturmaktadır:
 
Bir şey odanın normal perspektiflerini değiştirmişti. Duvarın aşağı sarkan gri şişkinliğine odaklanmaya çalışarak, dışarıdan ayak sesleri gelip gelmediğini dinledim. Koridor duvarı, bunu doğrularcasına çekilmeye başladı. Normalde iki metre eninde bir yarık olan kemer altı yolu, birisini içeri almak için yükseldi. Gelen yoktu, ama oda ikinci bir varlığı ağırlamak için genişledi ve tavan da yukarı doğru kabardı. Şaşırmıştım, başımı oynatmamaya çalışarak doldurulmayan basınç alanının oda boyunca ilerleyip hızla yatağa gelmesini izledim; tavandaki küçük bir kubbe, bu hareketi gölgelemekteydi.(7)
 
Ballard, ikinci bir yaklaşımla didaktik açıdan incelendiğinde ise, mimarlık disipliniyle pek çok bilgi verici öğeyle ilişki kurmakta olduğu söylenebilir. Bunların birçoğu, çoğu zaman salt diğer alanları kendi söylemine katarak okuyucuya bilgi verme ve aynı zamanda kendi söylemini zenginleştirme ve destek alma amaçlıdır. Bu bilgileri salt mimarlık tarihinin önde gelen mimarlarından bazılarının adının ve biçemlerinin kullanılması, mimari yapı biçimleri, iç mekân detayları, mimari akımlar, kavramlar ve ütopyalar şeklinde sıralamak olanaklıdır. Örneğin Süper Kent'in Corbusier'nin Radiant City ütopyasıyla benzeştirildiği görülmektedir:
 
[...] Gösterişli broşür doğrudan Richard Neutra ve Frank Gehry'nin çalışma odalarından çıkmış, ama Corbusier'nin ‘Işıyan Kenti'nin insancıl bir versiyonunu andıran yemyeşil parklar ve yapay göllerle yumuşatılmış bir cam ve titanyum imgesi üzerinde, ballandıra ballandıra iş merkezini anlatıyordu. Benim kuşkucu gözüm bile hayrete kapılmaya hazır gibiydi.(8)
 
Bu yaratıcı ve didaktik bilgilerin yanısıra Ballard yazınındaki mimari ipuçları, asıl onun modern mimarlığın söylemlerini ve uygulamalarını eleştirdiği söyleminin içeriğindedir. Bu anlamda High Rise (1975), Süper Kent (2004) (Super Cannes, 2000) ve Beton Ada'yı (2004) (Concrete Island, 1974) incelemek yararlı olacaktır. Bu üç romandan her biri Ballard söylemindeki mimari ipuçlarına çok katlı mimarlığın egemenliğindeki kentsel yapı, banliyö yerleşimi ve modern kentsel peyzajın önemli kentsel elemanlarından "otoyol"u sergilemesi anlamında birer örnek oluşturmaktadırlar.
 
Beton Ada (2004) - Concrete Island (1974)
 
Ballard'ın 1974 yılında yazmış olduğu Beton Ada romanı, Ballard'ın 1957'de başlayıp günümüze varan yazın yaşamı içinde ilk evre denebilecek bir dönemde üretilmiştir. Otomobili modern yaşamın simgesi olarak metaforlaştıran Beton Ada, ana düşüncesi ve romanın sahnesi olarak nesnesini otoyol olarak belirlemiştir. Altı şeritli otoyol peyzajı romanda şöyle tarif edilmektedir:
 
Maitland gözlerini güneşten koruyarak baktığında kesişen ön otoyol rotasının arasındaki çorak bölgede, yaklaşık iki yüz metre uzunlukta, üçgen şeklinde küçük bir trafik adasına tepesi çarptığını gördü. Adanın batıyı ve ısıtan ışığı uzakta, White City'deki televizyon stüdyolarına vuran günbatımını işaret ediyordu. Temeli yerden yirmi metre yukarıda güneye giden bir üstgeçit oluşturuyordu. Heybetli beton sütunlarla desteklenen altı trafik şeridi, aşağıdaki ağaçlan korumak için yerleştirilmiş oluklu madeni paçalıklardan görünmüyordu.(9)
 
Romanın sahnesi, ana temayı oluşturan otoyol programının artık parçası denilebilecek ve "olmayan mekân" (non-place) olarak tanımlanabilecek arsa parçasıdır. Roman, otuz beş yaşındaki mimar Robert Maitland'ın, bir konferanstan evine dönerken Jaguar marka arabasının otoyol engellerine çarparak kendini otoyollar arasındaki adada bulmasıyla başlamaktadır. Otoyol, romanda da vurgulandığı gibi modern yaşamın en temel peyzajıdır. Romana sahne olan adanın, "beton" sıfatıyla tariflenerek romana adını verecek kadar güçlü vurgulanması, modern kentleşmenin "beton" niteliğinin temsili olarak okunabilir. Ballard da, bu yaşam biçimini anlatmak için modern yaşamı temsil eden otoyol-araba ikilisi metaforunu seçmiştir. Ana karakterin mimar olması da ayrıca ironiktir. Konforlu hayatından beklemediği bir anda mahrum kalan mimar kahraman, gerçek benliğini bu peyzajda bulmakta ve ayrıca otoyolun altındaki diğer yaşamlarla yüzleşmektedir.
 
Ballard söyleminde, kentlerindeki kayıp mekânlardan biri de, Beton Ada'da Maitland'ın karısı Catherine'i düşünürken onu tanımlaması gereksinimiyle altını çizdiği ve kentsel yaşamın zenginliğine hiçbir katkı koymayan "boş park alanları"dır. "Beton ada"nın aslında kendisi bir kayıp mekândır:
 
Maitland yağmurun galvanizlenmiş demiri dövüşünü dinledi. Ailesinin, birlikte geçirdikleri son yaz tatili için Camargue'dan aldığı evi hatırladı. Şiddetli delta yağmuru, tatilin büyük bölümünü mutlu geçirdiği yatak odası pencerelerinin altındaki garaj çatısına yağmıştı. Helen Fairfax'ı ilk kez Fransa'nın güneyine götürdüğünde, doğrudan La Grande Motte'ya, birkaç mil ötedeki fütürist tatil kompleksine gitmeleri bir tesadüf değildi. Helen buradaki stilize edilen beton yüzleriyle donuk, sahte mimariden içten içe nefret etmiş, Maitland'in neşeli halini görmek onu gerginleştirmişti. O anda Catherine'in onunla olmasını istediğini fark etmişti -o zigurat otelleri, apartmanları ve plancıların, daha doğmadan terk edilen bir şehir gibi, bir turistin arabasını park etmek için geleceği tarihten çok önce tasarladığı geniş, boş park alanlarını severdi. (10)
 
Modern peyzajın önemli bir öğesi olan otoyol, yabancılaşmayı güçlendiren bir öğedir. Bu peyzaj içinde otoyolu kullanan hiçkimse, Maitland'a yardım etmek için durmak istememektedir. Bunun bir nedeni, otoyolun neden olduğu hızdan dolayı onu algılamamaları olmakla beraber, diğer bir nedeni de fark etseler bile, Maitland'ın her tarafı motor yağıyla lekelendiği için arabalarına almaya gönüllü olmayacaklarıdır. Bu sonuç da, Ballard söyleminde insani değerlerin yitimine bir vurgudur. Üstelik Maitland otoyol kenarına çıktığında kimi sürücüler, hızını kestiği, dönüp ona bakmak zorunda kaldıkları için korna çalarak kızgınlıklarını göstermektedirler. Bu durum da, romanda modern yaşamda zamanın insandan daha değerli olduğunu gösteren bir öğe olmuştur. Bu durum romanda şöyle dile getirilmiştir:
 
[...] Öyle çok delirmeliydi ki, insanlar sadece arabalarına verebileceği zararın korkusuyla durmalıydı, tek umudu buydu. Parmaklarının arkasını kullanarak ağzından akan kana baktı ama elini uzaklaştırarak akan trafiğe döndü. Gece ışığında aydınlanan beton yollara baktığında bütün bu sürücülerden ve onların araçlarından ne kadar nefret ettiğini fark etti. (11)
 
High Rise (1975)
 
Ballard'ın Beton Ada'dan bir yıl sonra, 1975 yılında yazmış olduğu High Rise romanı, yine Ballard söyleminin ilk evresine ait bir üründür. Romana adını veren High Rise, -kendi kendine yeten hi-tech komünal yaşam gökdeleni- Londra'nın çeperinde ortak olarak sahip olunan 40 katlı bir apartmandır. Bu yaşama mekânı yaşam topluluğuna değil, daha çok yalıtılmış bireylerine hizmet vermek üzere kurulmuştur. High Rise 1000 tane apartman dairesi, havuzları, alışveriş merkezleriyle 2000 kentlinin yaşadığı küçük bir -Ballard'ın deyimiyle- "düşey kent"tir. Kendi kendine yetmesi, bir küçük kent parçası olması, farklı tipler barındırması, toplu etkinliklere mekân ayırmış olması anlamında, High Rise ile Le Corbusier'nin Unité d'Habitation'ı arasında sıkı bir benzerlik kurmak olasıdır. Unité'nin mimari kurgusu, binanın işlevi, içeriği ve ölçeği anlamında Ballard'ın romanında benzer bir biçimde belirmektedir:
 
Yüksek blok, büyüklüğünden ötürü etkileyici sayıda servis olanakları barındırıyordu. Tüm onuncu kat bir uçak gemisinin uçuş güvertesi büyüklüğünde içinde bir süpermarket, banka, kuaför salonu, yüzme havuzu, spor salonu, içi tıka basa doldurulmuş bir içki dükkanı ve bloktaki az sayıdaki çocuklar için bir ilkokulu barındıran bir meydana açılıyordu. Laing'in üstünde 35. katta daha ufak ikinci bir yüzme havuzu, bir sauna ve lokanta vardı. Tüm bu konforun bolluğundan hoşnut Laing binayı terk etmek konusunda giderek daha az çaba harcıyordu. Balkonda oturarak ve altındaki park alanlarını ve beton plazaları seyrederek plak koleksiyonunu boşalttı ve kendine ve yeni yaşamına bir şeyler çaldı. Dairesi 25. kattan yukarıda olmamasına rağmen ilk defa gökyüzüne aşağıdan değil yukarıdan baktığını duyumsadı. Her geçen gün Londra'nın kuleleri yavaş yavaş daha uzakta görünüyor, terk edilmiş gezegen peyzajı aklından siliniyordu. Altındaki konser salonu ve televizyon merkezinin sakin ve engelsiz geometrisine karşılık kentin ufuktaki yarım yamalak görüntüsü sanki henüz çözülmemiş zihinsel krizin x-ray filmine benziyordu. (12)
 
Ballard söyleminde, mimarlık aracılığıyla sağlanmak istenen yalıtım, High Rise'ın "gökyüzüne terkedilmiş" (HR 7) bloğunda bulunmaktadır. Binanın yalıtılmış olması, kendi kendine yetmesinden, bu nedenle kentle ilişki kurmasına gerek kalmamasından kaynaklanmaktadır:
 
[...] Tıp okulunun fizyoloji bölümüne arabayla beş dakikada varıyor ve bu tek başına gezintisinin dışında, Laing'in yüksek bloktaki yaşamı da tıpkı binanın kendisi gibi kendi kendine yetiyordu. Aslında yukarıya gökyüzüne kutulanmış iki bin sakini ile apartman küçük düşey bir kentti. (13)
 
Ballard, pek çok romanında olduğu gibi High Rise'da da, modernizmin temalarından biri olan sınıfsal ayrışmaya değinmektedir. Sınıfsal durum, High Rise'da, oturanların sınıfsal olarak katlara dağılmalarıyla temsil edilmekte ve bu ayrım yaşayanlar tarafından da benimsenen ve hatta bir üst sınıfın altındakini "önemsemediği" bir durum alması olarak açıklanmaktadır:
 
[...] Yeterince akla uygun bir biçimde, mimarlar otoparkı apartman sakininin dairesi yükseldikçe (ve bunun sonucunda asansörle aldığı yol arttıkça) apartmana daha yakın park edeceği biçimde bölgelendirmişti. Alt katta oturanlar -Laing'in ayırdına vardığı gibi hoşnutluktan uzak bir manzara olmayarak- her gün arabalarına ve arabalarından hatırı sayılır bir yol yürümekteydiler. Her nasılsa, yüksek blok en önemsiz kışkırtmalarla işbirliği yapmaktaydı. (14)
 
Ballard söylemine sıklıkla konu olan Marksist terminolojiye ait olan ve sınıfsal ayrışmaya koşut gidebilecek "yabancılaşma" olgusunun mimarlık alanında da mimari nesnenin plan kurgusu, biçimi, ölçeği, malzemesi gibi fiziksel özellikleriyle kurulduğundan sözetmek olanaklıdır. Ballard söyleminde ise, High Rise'daki peyzajın da insanı yadsıyan ve yabancılaştıran bir peyzaj olduğu açıkça görülmektedir:
 
[...] Bu görülmeye değer manzara, Laing'i bu beton peyzaj karşısındaki kararsız duygularının ayırdına vardırmaktaydı. Cazibesinin bir parçası açık seçik bunun insan için değil, insanın yokluğu için inşa edilmiş bir çevre olması gerçeğinde yatmaktaydı. (15)
 
High Rise'da ana karakterlerden Laing yapıya, Ballard'a göre yapının bilinçli ya da bilinçsiz beton peyzajı nedeniyle yabancılaşmaktadır. Yabancılaşmanın boyutu, Ballard'ın bu dünyaya ait olmayan bir mimarlık benzetmesi yapmasıyla, üstelik bu mimarlığı "uzay kapsülü"ne benzetmesiyle daha da uç noktaya taşınmaktadır. Ballard'a göre, bu beton dizileri ancak sığınak işlevi görebilmektedir:
 
[...] Laing, üç kat aşağıda yayımcı kocası ile daha büyük bir dairede oturan kız kardeşi Alice Frobisher'a şöyle demişti: ‘Mimar şekillenme sürecinde yıllarını bir uzay kapsülünde geçirmiş olmalı -duvarların kavisli olmamasına şaşırıyorum...'
Laing ilk olarak projenin beton peyzajıyla ilgili kendini yabancılaştıran bir şey buldu- savaş için tasarlanmış bir mimari, bilinçsizce ya da değil. Boşanmasından sonra yaşadığı bütün gerginlikten sonra, her sabah görmek istediği son şey beton sığınaklar diziydi. (16)
 
Süper Kent (2004) - Super Cannes (2000)
 
Özgün olarak 2000 yılında üretilmiş olan Süper Kent metni, Ballard'ın söyleminde daha çok "kapalı toplum" olgusunu irdelemeye yoğunlaştığı, yazın yaşamının son evresi olarak tanımlanabilecek dönemde yazılmıştır. Romanda "yeni milenyum için fikir laboratuarı" olarak tanımlanan Eden-Olympia (17) yeni elitlere yuva olan ve Fransız Rivierası sırtlarında oldukça büyük hi-tech iş parkıdır. Çokuluslu firmalarla dolu, halkı üst düzey müdürler ve bilim insanlarından oluşan seçkin bir girişimci sınıfın oluşturduğu Süper Kent (18), yani Eden-Olympia, romanda şöyle tariflenmektedir:
 
Super-Cannes, Croisette üzerindeki tepelerde kurulu lüks bir yerle­şim birimi, ama bu isim rahatlıkla Var Ovası üzerinde otobanlar ve bi­lim merkezleriyle dolu tüm alanı adlandırmak için de kullanılabilir. Tüm bunlar hep birlikte Avrupa'nın silikon vadisini oluşturuyor; eski Riviera'yı tanımlayan kumarhanelerden ve belle epoque (19) otellerden çok uzak bir dünyayı. (20)
 
Süper Kent, çok katlı ofis peyzajıyla yeni bir kentsel ölçek tariflemektedir. Bu doğrultuda, modern mimarlığın kent ölçeğine verdiği "zarar" nedeniyle eleştirilmesi anlamında benzer açıklamaları bulunmaktadır. Açıklama getirdiği bir diğer önemli durum da, modernizmin tanımladığı, sürprizlere yer vermeyen "düzenlilik" ilkesinin bu distopyen peyzajda en yüksek ifadesini bulmasıdır. Bütün bu fiziksel koşulların sonucu olarak insan değerlerini dikkate almayan mimari çevre, Süper Kent'te de vurgulanmaktadır. Roman ayrıca, banliyö yerleşimlerine karşı yöneltilen saplantılı güvenlik anlayışını da yansıtmaktadır:
 
[...] RN7'nin karşı tarafında, Dela­unay Meydanı ve deniz arasında otuz dönümü kapsayan devasa bir yerleşim kompleksi olan Antibes-Les-Pins binaları konuşlanmıştı; Cote d'Azur'un karakterini ve coğrafyasını yeniden biçimlendiren, güvenlik saplantılı bir başka yerleşim alanıydı burası. (21)
 
Jacobs'ın kentleri, kent planlaması ve inşasında bir deneme-yanılma, başarma-kaybetme laboratuarı olarak tanımlaması gibi, Ballard da "zeka kenti" olarak tanımladığı Süper Kent'in Eden Olimpia'sını benzer biçimde bir deney alanına benzetmektedir. Bir bakıma, aslında kendi distopyasının da deneyidir:
 
[...] Satıcı gibi konuşuyorum, ama tanıdıkça Eden-Olympia'nın gerçekten de ne kadar özel bir yer olduğunu anlayacaksınız. Bir anlamda, burası geleceğin, sera ortamında oluşturulup çalışıldığı dev bir deney alanı. [...] ‘Biz yeni milenyum için yeni fikirlerin laboratuarıyız.' (22)
 
Süper Kent distopyası, suç eylemini, aslında temelde modern yaşamla kurgulanan düzen düşüncesinin insan doğasına aykırı olması durumunun üstesinden insan doğasına daha yakın olan "psikopatlık" eylemlerinin ufak dozlarda uygulanmasıyla gelinen ve düzenin kendi tarafından sunulan bir olgu olarak ortaya koymaktadır. Şiddet, Süper Kent örneğinde, aşırı düzenin insan doğasına aykırılığı temel düşüncesi korunmakla birlikte, düzenin öznesi olan yaşayanlar tarafından ayırdında olunan bir eylem olarak değil, düzenin kendisi tarafından onlara farkettirmeden dayatılan bir öğe olarak belirmektedir. Bunun da nedeni, düzenin gelecekteki varlığını güvence altına alma çabasıdır. Bir diğer deyişle, insanlar kendi denetim altındaki psikopatlıklarıyla fazlaca normal olan yaşamlarındaki sıkıcılığın ve düzenin üstesinden gelmektedir. Bu doğrultuda, psikopati Paul'ün betimlemesiyle "özgürlük ve eğlence" olarak tanımlanmaktadır.
 
- Ve sen de tedavi reçetesi veriyorsun.
- Aynen öyle. Şu ana dek dikkat çekici oranda başarılı oldu.
- Peki neymiş bu tedavi?
- Tek sözcükle mi? Psikopati.
- Sen bir psikiyatrsın ve hastalarına terapi olarak deliliği mi öneriyorsun?
- Senin kastettiğin anlamda değil.
Penrose, aynadaki yansımasını izledi.
- Kontrol altında bir delilikten söz ediyorum. Psikopati, tarih bo­yunca kendi kendinin en etkin tedavisi olmuştur. Kimi zamanlar tüm bir milleti geniş terapötik spazm şeklinde ele geçirmiştir. Hiçbir ilaç ondan daha etkili olmamıştır.
- Benzeri ile tedavi ha? Peki bunun burada olup bitene ne faydası var?
- Paul, ana noktayı kaçırıyorsun? Eden-Olympia'da delilik tedavi­dir, hastalık nedeni değil. Burada sorunumuz çok insanın değil, çok az insanın deli olması. (23)
 
MİMARLIK SÖYLEMİ
 
Ballard yazınının, mimarlığın söylemsel alanıyla çok sayıdaki kesişiminden sözetmek olanaklıdır. Bu kesişimi "mimarlık söylemi" kapsamındaki önde gelen isimlerle örneklemek, çalışmanın başında belirtilen etkileşim zenginliği anlamında yararlı olacaktır. Bu doğrultuda Beton Ada'nın "kayıp mekân" olgusunu Trancik (1986) ve Jacobs (1961) (24); High Rise'ın çok katlılık olgusunu Tafuri (1979) ve yabancılaşma olgusunu Jacobs ve Appleyard (1989) ve Süper Kent'in "kapalı toplum"ların güvenlik saplantısı ve suç olgusunu ise Marcuse (1997) ve Blakely ve Synder (1997) ile örneklemek olanaklıdır.
 
Beton Ada'nın temel sorunsalı olan kentsel mekânın otoyolla yitirilmesine dair eleştiri, Trancik'in kayıp mekân söyleminde bulunabilmektedir. Trancik, kayıp mekânı, hem kent içinde çok katlıların arasında yitirilen, hem de banliyö ütopyasında banliyölerle kenti bağlayan otoyollar boyunca yer alarak kimsenin kullanamadığı kent parçası olarak tanımlamaktadır. (25) Trancik'in "kayıp mekân" ifadesiyle vurgulamaya çalışmış olduğu kentsel gerçeklik, ondan 25 yıl öncesinin eleştirel söyleminde, Jacobs ile de dile getirilmiştir. Jacobs'ın eleştirisi, banliyöler için kurulacak yeni otoyol düzeninin aslında bütün trafik düzenini karmaşıklaştırmasına vurgu yapmaktadır:
 
Kuramsal olarak, kent ekspresyolları her zaman arabaları diğer sokaklardan çıkarmanın ve bu yolla kent sokaklarını trafikten rahatlatmanın bir aracı olarak sunulmaktadır. Gerçek hayatta, bu, sadece ve sadece ekspresyollar kapsama gücü kullanımlarının oldukça altında olduklarında ancak çalışmaktadır; düşünülmeyen şey otoyolun ötesinde daha da artan araç akışının sonuç olarak varış yeridir. (26)
 
Çok katlılık, yalıtım, yabancılaşma ve sınıfsal ayrım olgularıyla konu edilen High Rise romanındaki bu kavramlar, mimarlık söyleminde, çok katlı peyzaj anlamında, Tafuri'nin de çok katlıyı "kent içinde kent" olarak adlandırması olarak gösterilebilir. Tafuri'ye göre, "Yeni süper-gökdelenler, oysaki onun içinde yer almayı yadsısalar bile çölde değil kentin içindedirler. Rockefeller Merkezi'nden daha çok, kent içinde kenttirler. John Hancock Binası'nda, örneğin, insanlar dev anti-kentsel makineyi hiç terketmeden yaşayabilir, çalışabilir ve toplumsal yaşama katılabilirler. (27) Ballard'da, High Rise ile mimarlık söyleminde genel anlamda çok katlı ile neden olunan yabancılaşma olgusu, Tafuri tarafından da saf biçim aracılığıyla ortaya konmaktadır. Tafuri, çok katlıyı, "mimarın hiçbir öznel ileti türü dayatma konusunda çaba harcamadığı, kentten uzak kalan varlık, yabancılaşmanın alegorisi ve saf işaret" (28) olarak görmektedir.
 
Ballard'da hem Beton Ada, hem de High Rise'da karşılaşılan "yabancılaşma" kavramı ise, Jacobs ve Appleyard'ın mimari söyleminde, mimarlığın yabancılaştıran etkisi çerçevesinde şöyle eleştirilmiştir:
 
Mimarlar ve planlamacılar, kendilerini çok ciddiye almaktadırlar; sonuç genellikle öldürücülük ve sıkıcılık, düş gücünden, espriden yoksun, yabancılaştıran mekânlardır. Ama insanlar gündeliğin ciddiliği ve anlamından kaçmaya gereksinim duyarlar... Deneyimi genişletmek için birinin Himalayalar ya da Güney Denizi Adaları kadar uzağa yolculuk etmemesi gerekmelidir. Bunun gibi meydan okumalar eve daha yakın olabilir. Toplum Ütopyaları'na, modern kentin tarihi, doğal, antropolojik davetine, gerçekten alışılmamış olanla karşılaşmaya yer olmalıdır. (29)
 
Ballard'ın Süper Kent'le, banliyö söyleminde sorunsal olarak altını çizdiği, banliyölere dair güvenlik saplantısı ve bu saplantıya rağmen güvenliğin tam tersine toplumsal psikopatolojiye dönüşmesi, 1990'ların kapalı toplum olgusu ve onun mimari yansımasına ilişkin mimarlık söylemlerinde, örneğin Marcuse, Blakely ve Synder'la vurgulanmaktadır. Marcuse'e göre, duvarlar, güvenlik sağlama işlevinden daha çok sosyal konum, ayrıcalık ve refahı ifade ederler. Ona göre, kentteki duvarlar güvenliği sağlamaktan öte korku vermektedirler. (30) Banliyödeki güvenlik saplantısına rağmen kolaylıkla ortaya çıkabilen suç olgusu, bu yerleşimlerin bağdaşık niteliğinden kaynaklanmaktadır. Blakely ve Synder'a göre de, toplumlar, bu duruma karşıt olarak toplumdaki çeşitlilik ve bu farklı grupların birbirine desteği sayesinde daha kolay ayakta kalabilmektedirler:
 
Demokratik toplumların en önemli özelliklerinden biri başkalığa saygı duyulması ve onun sürdürülmesidir. Toplumlar yaşanabilir yerler olarak kalabilmek için her yaş grubundan insana ve her türlü yaşam biçimine gereksinim duyarlar. Kapalı toplumlar ise ekonomik açıdan ve yaş grupları açısından bağdaşık olmaya eğilimlidirler. Çeşitlilikten yoksun kalma toplumları tek bir travmada bile aşırı kırılgan yapar. Çeşitlilik sergileyen toplum ise her bir grup diğerine destek olduğu için kendini kolayca koruyabilir. (31)
 
SONUÇ YERİNE
 
Yazının başında vurgulanan, söylemin bilginin üretiminde araç olma işlevi, yukarıda iki farklı disiplinin söylemi arasında kurulan koşutluk çerçevesinde gösterilebilmektedir. Bu anlamda, aslında modern bireyin nasıl da birden bire kendini her şeyden yoksun bir adada bulabileceği üstüne gelişen Beton Ada, bu olası izdüşüm ile ilgili distopyen bir bilgi sunmaktadır. Çok katlılık anlamında, kendi kendine yeten "süper-modern" bloktaki teknolojik donanımla ve sınıfsal ayrışmayla başa çıkamayan blok sakinlerinin cinnetiyle sonuçlanan High Rise distopyası, en önemli çok katlı eleştirisini temsil etmektedir. High Rise'da bloğun küçük bir kent olarak işlemesiyle yaratılan yalıtılmışlık oldukça gerçekçi olup, bunun yarattığı psikolojik sonuçlar distopyen olarak okunabilir. Sınıfsal ayrım, High Rise distopyasında katlar arasındaki katı ayrımla somutlaştırılmıştır. Bu yapı, Ballard söyleminde abartılı bir noktaya yerleşmiş bir yapı olarak görülüp sonuçları irdelenmeye değerdir. Ballard'ın insanların "ayağına takılan tek bir çam kozalağı"nın bulunmadığı Süper Kent distopyası ise böyle bir gelecek olasılığı ve bunun sonuçlarına karşı söylem yoluyla bilgiye dönüştürülebilecek saptamalar sunmaktadır. Kent içi ütopyalarında Süper Kent, ortaya çıkan bu modern peyzajda uç noktalara taşınan patolojik psikolojiler teması, Ballard söyleminde bir kalıba dönüşmekte, bu da Ballard söylemini modernizm eleştirisi söylemlerinden farklı kılmaktadır. Sonuç olarak, bu romanlarda görülen insan davranışına ait bilgilere, mimarlık söylemi yeni bir kurgu yapmadığı, varolan kurgulara eleştirel yaklaştığı için, mimarlık söyleminde karşılaşmak pek olası görünmemektedir. Ballard yazınında mimari söylemin yeri önemini temel olarak bu noktada kazanmaktadır.

NOTLAR
 
* Bu çalışma, yazarın Gazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nde Prof. Dr. T. Nur Çağlar danışmanlığında, Ocak 2008’de tamamlanmış olan “Mimarlık ve Bilim Kurgu Edebiyatı Arakesitinde J. G. Ballard’ı Okumak” başlıklı doktora tezi çalışmasından yararlanılarak hazırlanmıştır.

Bu icerik 3515 defa görüntülenmiştir.