322
MART-NİSAN 2005
 
MİMARLIK'tan

UIA 2005 İSTANBUL’A DOĞRU

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA

  • SANATHAYAT
    Ali Artun

    İletişim Yayınları SANATHAYAT Dizisi Editörü

YAYINLAR

  • Yazılı Camiler
    Gürhan Tümer

    Prof.Dr., DEÜ Mimarlık Bölümü, Yayın Komitesi Üyesi



KÜNYE
DOSYA

“Kentsel Dönüşüm”ün Akla Getirdikleri

Oktay Ekinci

Mimarlar Odası Genel Başkanı

Geçen 50 yıldaki, kentsel yıkımı ve yık-yap-satı başlatan Kat Mülkiyeti Yasası; gecekonduları apartmanlaştıran İmar Islah Planları Yasası; imar planı revizyonlarıyla yapı düzenlerini değiştirten İmar Yasası; mahalle aralarını bile gökdelenleştiren Turizm Merkezleri Yasası… ve bunlara benzer diğerleri… “kentsel dönüşümün” Türkiye birikimleri değil midir?

Hemen herkesin “yeni bir kavram” olarak tanımladığı “kentsel dönüşüm”ün Türkiye’de 50 yıllık geçmişi olduğunu söylediğimizde, “iki itiraz”la karşılaşıyoruz…

Birincisi, öncekilerin belli bir planlamaya bağlı olmaksızın, yani uygulama dönük yasal/yönetsel kararlar alınmadan gerçekleşmeleri…

Açarsak; önce kent çeperlerinin ve plansız, özensiz konuşlanmış fabrikalara komşu arazilerin, göçle gelen işçi ailelerinin barındığı “gecekondu yerleşimlerine” dönüşmesine; ardından aynı yerleşimlerin önce belediye sınırları içinde resmen “mahalleye” ve ilerleyen yıllarda da benzer mahallelerden oluşan bağımsız belde “belediye”lerine dönüşmesine; bununla sonlanmadan -İstanbul’daki Sultanbeyli gibi- neredeyse tamamı kaçak yapılardan oluşan “ilçelere” dönüşmelerine ve hatta bunların da ana yollara yakın yörelerinin “yasa dışı iş merkezleri alanları”na dönüşmelerine; bütün bu “dönüşümleri” baştan kurgulayan ve önceden yönlendiren “resmî” kararlar bulunmadığından ve mimarlık-şehircilik çalışmalarına da dayanmadıklarından, “kentsel dönüşüm” demenin de bilim dışı olduğu söyleniyor…

Hele, özellikle 1950’lerin sonlarında yürürlüğe giren ve eski evlerin “daire karşılığında” yüklenicilere verilerek apartmanlara dönüştürülmesini başlatan “Kat Mülkiyeti Yasası”nın da sadece ülkemizde değil, belki de dünyada “kentsel dönüşümün öncüsü” olduğunu; bu yöntemle de özellikle tarihî kentlerimizde geçmişi yok eden bir “kimlik dönüşümünün” hızla yaşandığını belirtmemiz daha bir tepki topluyor…

Çünkü buna da -başka ülkelerde örneği olmasa bile- “modernitenin sonucu” demek, sanki daha bir bilimsel görünüyor…

PLANSIZLIĞIN KURUMSALLAŞMA PLANLARI

İkinci itiraz ise şimdiki kentsel dönüşüm çabalarının, bir bakıma yine 50 yıllık plansızlığı ve yasadışılığı artık planlı ve yasal bir imar düzenine “dönüştürmek” anlamına geldiği… (Bu anlamda da örneğin yok olan geleneksel yapıların dönüştükleri tekdüze apartman yığınlarını yeniden “eski dokuya” dönüştürmek mümkün olmasa bile, bunların da düzensiz, çirkin ve hele “depreme dayanıksız” özelliklerini daha çağdaş ve sağlam bir yapılaşmaya dönüştürmenin amaçlandığı belirtiliyor…)

Bu itiraz gerekçesine karşı, 1980 sonrasındaki imar affı yasalarının “mucizevi yöntemi” olarak hâlâ uygulanmakta olan “ıslah imar planları”nı örnek göstermenin bile kentsel dönüşümün “yeni bir model” olduğunu ısrar edenlere karşı pek de yararı bulunmadığını söylemeliyim.

Bilindiği gibi bu planlar, “gerçek” ve bilimsel imar planlarındaki her türlü şehircilik standartlarına “aykırı” davranılarak, mevcut yasadışı yapıların bulundukları arazileri “yasal apartman parsellerine dönüştürmek” amacıyla icat edildi. Hatta, henüz yapılaşma olmayan arazilerin, belediye meclisi kararıyla “kaçak yapılaşmaya uğrayabilir” gerekçesiyle yine bu bilim dışı planlarla imar alanı haline getirilmesi de aynı yasanın “imar dışı arsalardaki imar hukuku mağdurlarına” armağanıydı…

İmar Islah Planlarıyla, gecekondu ve kaçak yapı bölgeleri, 4 kata kadar aynı yasadan gelen hakla, daha fazlası ise belediyelere sağlanan gelirle apartman semtlerine dönüştüler. Böylece daha önce kat mülkiyeti yasası ile “lüks dairelere” kavuşan tarihî ev sahiplerinin elde ettikleri “imar rantı” olanağı, ıslah planlarıyla gecekondu sahiplerine de sağlanmış oldu…

Toplumda en kolay ve en güvenilir para kazanma yolunun da “yasa destekli spekülasyon” olarak görülmesine neden olan bir “kent kültürü yoksunu imar bilinci” yaratıldı…

Bu olayda da eğer aynı ıslah imar planlarına ilgili yasayı hazırlayanlar, amaçlarını daha bir “bilimsel” göstermek için, bunların adına “kentsel dönüşüm planları” demeyi akıl edebilselerdi, bugün 25 yıldır bu kuralı “yasayla” uygulayan ülke olarak, “nasıl”dan önce “sonuçlarını” tartışacaktık….

ISLAH PLANLARI “SÜRDÜRÜLÜYOR”…

Bugün artık ıslah planları yapılmıyorsa, sadece “yanlıştan vazgeçildiği için” değildir. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren belediyelerce kullanılan imar planlama yetkilerindeki “bilimsel ve hukuksal denetim yoksunluğu” yüzünden, birçok imar planının da gerek donatı alanlarındaki yetersizlikler, gerekse yapı yoğunlukları ve yasadışı oluşumları gözeten/kurtaran imar düzenleri açısından, adeta yine ıslah planı gibi üretilebilmelerindeki “özgürlük”ten ötürüdür.

Bu anlamda denebilir ki hemen her “revizyon” imar planı da sanki bir “kentsel dönüşüm” planı gibidir… Bu dönüşümlerin ise genellikle yeşil alandan yapılaşma parseline, kat sayılarında artırıma, işlevlerde toplumsal gereksinmeyi ve kentsel dengeleri değil o parsellerden ya da bölgeden daha fazla rant elde edilebilecek türlerin yeğlenmesine yönelik gerçekleşmesi de yıllardır sadece “yapı ve emlak kazançlarıyla bütünleşen genel imar kültürümüzün” şehircilik kararlarımıza da yansımasıdır.

O kadar ki, bu makale hazırlanırken bir gazetemizdeki manşet, Yalova’da “1999 depreminin unutularak”, kat sayılarını yeniden arttıran genel imar planı değişikliğine ait haberdi. (Cumhuriyet, 13 Şubat 2005) Depremin ardından kat sayıları indirilerek, “doğanın yarattığı kentsel dönüşüm” bile 6 yıl dayandı; ve yeni bir kentsel dönüşümle Yalova’nın tıpkı eskisi gibi yüksek katlı kent olmasına “yasal ve planlı” dayanak sağlandı…

Yani, aslında adına ister “kentsel” densin, ister başka bir tanım yapılsın, 50 yıldır kentlerimizde zaten sürekli bir dönüşüm var. Ne var ki, bunu teknik karar vericiler yerine “halkımız” ve “politikacılar” gerçekleştirdikleri için, bu nedenle de doğal olarak ortaya çıkan sonuçlar yine mimarlık ve şehircilik açısından kabul edilemez nitelikler taşıdığından, şimdiye kadar olanlar “kentsel dönüşüm” tanımına yakıştırılmıyor…

Böylece kentsel dönüşümün “masum” ve “çözüm yaratıcı” yeni bir şehircilik-mimarlık kavramı olarak önemsenmesine gölge düşürebilecek tarihsel irdelemeye de sanki bir tür önlem alınıyor…

YENİ BİR “KENTSEL TİPLEŞME” Mİ?

Peki, bu yeni tanıma uygun örnekler acaba nasıllar?

Sorunun yanıtı için Türkiye’de henüz “planlamış ve uygulanmış bir örnek” pek bulunmadığından, kentsel dönüşüm adına hazırlanan mimarlık ve şehircilik çalışmalarındaki yeni durumları gösteren “canlandırmalara” bakmaktan başka çare yok…

Bunun için artık “elle perspektif çizebilecek mimarlara” da ihtiyaç kalmadı; bilgisayarda kolaylıkla üretilen “gelecek” herkesi mestediyor…

Geçenlerde Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Bakırköy Bölgesi Temsilciliği’nin UIA 2005 İstanbul Kongresi’ne hazırlık için düzenlediği “Mimarlık ve Kent Buluşması”nda, (12 Şubat 2005) kentsel dönüşüm konusunda “mesafe aldığı”nı belirtilen Zeytinburnu ilçesindeki çalışmaları Belediye Başkanı’nın kendisinden dinleme fırsatı bulduk.

Dönüşüm planları ve projelerinin uygulanmasının ardından Zeytinburnu’nun alacağı yeni görünüme ait resimleri gösterdiğinde, “bunları daha önce de gördüğüm” hissine kapıldım. Ardından hemen anımsadım ki “aynı görüntüler” Bursa’daki kentsel dönüşüm projelerinde de var.

Mimarlar Odası Bursa Şubesi’nin yayınlarındaki “dönüşmüş durumu gösterir” resimlerle, Zeytinburnu Belediyesi’nin sunumundaki aynı geleceğe ait resimler, birbirlerine o kadar benziyorlar ki…

Biri İstanbul’un 1970’lerin sonlarına kadar en yoğun gecekondu semti ve eski dericiler bölgesi; diğeri ise Osmanlı’nın ilk başkentinin…

Kentsel dönüşümle ortaya çıkacak yeni doku, yeni peyzaj ve yeni kimlik bu denli “aynı” olacaksa, demek ki bu konuda ciddi bir sorun var; o da dönüşürken “ait olunan kentin farklılığını” da tümüyle ortadan kaldırmak; yani, tüm kentleri şimdikinden çok daha “aynılaştıran” bir dönüşüm… Bir anlamda “öz”ü yitirmek…

Aslında bu söz, rahmetli annemin sözüydü. Annem, deyim yerindeyse zıvanadan çıkan hareketler yaptığımız zaman, özenti ya da şımarıkça tavırlar içinde olduğumuz zaman, kızgınlığını belirtmek için Azeri diliyle “özünü (y)itirme” derdi…

Tabi bu söz, “hiç değişme” anlamına da gelmiyordu ama şu “öz” denen ve kolay elde edilemeyen, hatta kuşaktan kuşağa birikimlerle oluşan “varlık ve kimlik değeri”ni gözeten bir değişim, insan için nasıl geçerliyse, bir anlamda kentler için de geçerli değil midir?

Eğer bu örneklediğim türden kentsel dönüşüm planları ve projeleri de uygulanırsa, ülkemiz kentleri bu kez yeni bir “tip”in tekrarlandığı yerleşmelere dönüşecek. İki kenarında ve ortasında yaya alanlarının bulunduğu olabildiğince geniş caddeler; insan ölçeğini tümüyle yitirmiş sözde gezi ve açık alan düzenlemeleri; bunlara cephe veren parsellerde ise camlarla kaplı modern ve yüksek yapı kütleleri; tabii ki mutlaka alışveriş merkezleri…

Peki ama örneğin “sokak” ya da “meydancık” ve hatta gerektiği yerde “çıkmaz sokak” gibi bize has değerler; benzer şekilde çarşılar, pazarlar, arastalar, çınar altları, asma altları vb. gibi “kuşaktan kuşağa yaşatılması” gereken kentsel kazanımlarımız, “kentsel dönüşüm”den sonra da yaşatılamazlar mı?

Bunu yapabilmek için de bir eski kent dokusunu, hatta eski yapılarıyla birlikte olduğu gibi yeniden inşa etmeye de kalkışmadan; o dokuların ve o mimarinin sadece “insancıl” özünü, “sosyal ilişkileri gözeten” yerleşim düzenlerini ve kentsel yaşamı ürkütücü kılmayan ölçeklerin yeğlendiği, kısaca “özünü koruyan çağdaşlığın” örnekleri yaratılamaz mı?

Bu soruları sormamıza neden olan kentsel dönüşüm projelerinin, “mimarlık kültürünü” yeterince almamış ve “çağdaş” denilince Türkiye’nin her yerinde tek tip Amerikanvari kentsel dokuların yaratılmasından hiç rahatsız olmayan kimi plancılar tarafından üretilmiş olduğu söylenebilir.

İŞGAL PLANLARI

Bu uyarıda doğruluk payı olsa da, yeni kentsel düzenlemelerde gelenekten geleceğe bir esinlenmeye özen gösterecek, mimarlıkla bütünleşmiş kentsel dönüşüm projeleri üretildiğinde bile, bu kez de karşımıza özellikle “yerleşim bölgesi”nin konumundan kaynaklanan sorunların çıkacağını göz ardı etmemek gerekiyor…

Çünkü, tarihsel kent merkezlerindeki çöküntü bölgeleri dışında, (ki buralarda da alında “özgünlüğü gözeten yenileme” deyimi daha doğru) hemen tüm “dönüşmesi” istenen yerleşimler, o kentin genel planlama ilkeleri açısından temelde “kentleşmemesi” gereken yerlerinde. Yani, ya sitlerde, ya su havzalarında, ya vasıflı tarım arazilerinde, ya ormana komşu ve hatta orman içlerinde, ya da benzer “korunması gerekli” , hatta “zorunlu” olan bölgelerde…

Zaten, genelde plansız, ya da ıslah planlı, çarpık, niteliksiz, projesiz ve her yönüyle “kente yakışmayan”, ayrıca çoğunluğu da hukuk dışı, yani “kaçak” olmalarının nedeni de, “toplum ve gelecek kuşaklar adına imar kısıtlaması olan bölgelerde” bulunmaları ve bu nedenle de izin alınamadığından “yapı yasaklarını çiğnemeleri”nden ötürü değil midir?

Şimdi aynı yerlerde, bu yapılaşmanın yerine “düzgün, planlı ve çağdaş” yerleşimler yaratmak, kuşkusuz bölge halkının ve buralardan olumsuz etkilenen herkesin “fiziki çevre” açısından yaşama ortamı kalitesini yükseltir; kentteki aynı yörelerden kaynaklanan gerilimleri ve memnuniyetsizlikleri de ortadan kaldırabilir. Ancak, ya “kuşaktan kuşağa korumakla yükümlü olduğumuz doğa, havza, tarım alanları, sit, orman…” ne olacak?

“Kentsel dönüşüm bunları korumayı da içeriyor ve önlemleri kapsayan planlamalar yapılacak..” dendiğinde ise akla şu soru geliyor: “Eğer bu mümkün idiyse, niye zamanında aynı yerlere hem yapılaşmayı, hem de korumayı sağlayacak planlar önerildiği zaman da bu uygun görülmedi de korumayı güvenceye alacak imar kısıtlamaları savunuldu?”

Üstelik bu tutum yıllardır hem “akademik” çevrelerin, hem de meslek Odalarının, üzerlerinde en çok anlaştıkları “sürdürülebilir” imar politikasının tartışılmaz önceliği de değil miydi?

Aynı duyarlılığa, özellikle yerel yöneticiler ve imara düşkün siyasiler; “en kötü plan plansızlıktan iyidir; buralar planlanmalı…” dediklerinde; ya da benzer şekilde, “doğaya zarar vermeden imara açmanın planını yapıyoruz” dediklerinde, koruma alanlarının bu kez de “planla talan edileceği” kaygısıyla bunlara karşı çıkan bilim ve meslek çevrelerinin, şimdi hemen aynı türden taleplere, bunun çözümünün “kentsel dönüşüm planlaması” olduğunu söylemeleri, galiba “ilkelerin de dönüştüğü” bir süreçten geçtiğimiz izlenimini veriyor…

“KENTİ”NE KARŞI SUÇLU KENTLER

Sözgelimi, yine özellikle su havzalarında mevzuata göre ve haklı olarak, toplumun içme suyu sağlığını koruyabilmek için “hayvan otlatmak” bile yasak… Vasıflı tarım alanlarında da yapılaşmanın fiziksel ve kimyasal tahribatı bir yana, toprağın yapısını da bozan zehirli suni gübreler ve hormonlu ilaçlar bile engellenmeye çalışılıyor…

Gelin görün ki şimdi aynı yerlerdeki kaçak yapılaşma “sağlıksız” gerekçesiyle, yine “aynı yerlerde” kentsel dönüşüm hazırlıkları yapılıyor…

İşte bu gibi bölgeleri yerinde görmek için planlama öğrencileriyle birlikte İstanbul’un işgal altındaki “kuzey sitlerinde” bir inceleme gezisi yaptık. Birisi dedi ki; “Buralara kentsel dönüşüm kararı vermek, önce yine buraların kent olduğunu kabul etmek anlamına gelmiyor mu?”

Sorunun yanıtını umarım Şehir Plancıları Odası’nın aynı havzalarda kentsel dönüşüm için sempozyumlar düzenleyen yöneticileri verirler. Ancak, galiba bizim önce “kent” tanımını baştan ve doğru yapmamız, sonra da bunun dönüşmesindeki “temel beklentileri” enine boyuna sorgulamamız gerekiyor…

İçme suyu kaynaklarına “kent” demenin, tarım alanına ve ormana “kent” demenin yanlışını göremezsek, ormanlık alanların “kentleştiler” gerekçesiyle işgalcilerine satışında direten hükümetlere karşı “bilimsel ve mesleki muhalefetimizin” ne anlamı kalacak?

DÖNÜŞMEK YERİNE TAŞINMAK

İşte buna özen gösterirken de yine özellikle korunması gereken alanlar için “bulundukları yerde dönüşüm” yerine, örneğin “seyrekleştirme, hatta boşaltma, taşınma planları”nı bir seçenek olarak savunmak; aynı yerlerdeki işgal toplumunu kentin yapılaşmaya elverişli kesimlerinde altyapıları ve hatta üst yapıları tamamlanmış yeni bölgelere aktarmak, gibi çözümleri öne çıkartıp tartışmak yine bizlere düşüyor…

Böylece, sadece bugün için değil, gelecek kuşaklar için de doğal ve kültürel nitelikleri yaşatılması gereken koruma alanları, belki de önce seyreltilerek tümüyle yok olmaktan kurtarılıp, sonunda da tamamen geri kazanılabilir…

Böyle bir vizyon, bir belediye hizmet dönemi için, hatta insan ömrü için de çok görülebilir ama kentlerimizin dili olsa kimbilir neler söylerler…

Bir kent için nazım plan hedefleri açısından da asla “ütopya” sayılamayacak 30 yıllık, hatta gerekirse 50 ve 100 yıllık aşamaları içerecek sosyal ve mekânsal planlama çerçevesinde geleceği güvenceye alacak planlamalar, siyasetçilere ve profesyonel meslek insanlarına şimdiki genel “imar bilinci” içinde “güncel prestij” kazandırmasa bile, “tarihe geçmelerini” sağlayacaktır…

“İMAR AFFI”NIN ŞEHİRCİLİĞİ

Yukarda sözünü ettiğim toplantıda, Zeytinburnu Belediye Başkanı aslında çok açık konuştu. 1980’lerdeki gecekondudan apartmanlaşmaya hızlı dönüşümün buradaki kaçak yapı arsalarında “rantın yükseltilmesiyle” mümkün olduğunu söyledi. Ancak, başkana göre yapılan yanlış bu değil, “yeni yapılaşmadaki düzensizlik”ti. Şimdi ise İstanbul’da kentsel dönüşümün öncüsü ve Türkiye’de de ilk başlatan belediye olarak, “aynı mantıkla” yola çıktıklarını belirten başkana göre, Zeytinburnu’nda “rantı daha da yükseltecek” önlemler alındıktan sonra, söz konusu çarpık apartmanlaşma, gösterdiği resimlere bakılırsa “düzenli bloklaşmaya” dönüşecek…

İşte bütün bunları da dinledikten sonra artık şunu dile getirmeden edemeyeceğim.

50 yıldır imar afları hep “siyasi söylemle” ve “popülist terminolojiyle” gerçekleştirildi. Şimdi de galiba ilk kez “bilimsel söylemle” ve “şehircilik” (!) desteğiyle son büyük imar affını gerçekleştiriyoruz.

“Son” diyorum; çünkü artık kentsel dönüşüm sonuçlarını beğenmesek bile, ortaya çıkanı “affetmek” yerine “yine yeniden” kentsel dönüşüm planları hazırlayacağız…

Yani Türkiye artık “planlı dönüşerek” kentleşecek!

Bu icerik 2051 defa görüntülenmiştir.