323
MAYIS-HAZİRAN 2005
 
MİMARLIK'TAN

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA

  • Zavallı Bir Binaya
    Gürhan Tümer

    Prof.Dr., DEÜ Mimarlık Bölümü; MO Yayın Komitesi Üyesi



KÜNYE
DOSYA

Göç ve Yoksulluk: Ortak Kader

Vassilis Sgoutas

UIA Önceki Dönem Başkanı

Göç ve yoksulluk birbiriyle paralel, başka bir deyişle karşılıklı olarak biri diğerini doğuran iki sorundur. Çünkü göç çoğu zaman yoksulluğun doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıkar ve buna karşılık yoksulluk da her zaman göçün doğrudan sonucudur.

Dünya yoksullarının kentlerde yaşadıkları insanlık dışı koşullara, yeni yoksullar olarak adlandırabileceğimiz göçmenlerin, geldikleri ülkelerde bıraktıkları kökleri ve terk ettikleri barınaklarıyla gelen sefalet de eklenmektedir. Geçici ya da kalıcı olsun, yeni barınakların kökenleri yoktur. En azından başlangıçta… Mimar ve plancılar olarak bizlerin görevi, kent yaşantısıyla bütünleşmeyi teşvik edecek kentsel ve sosyal yapılanmaların gelişimine yardımcı olmaktır.

Göç, özellikle de uluslararası göç çok yönlü bir sorundur. 1980’lerden bu yana nüfus değişikliklerinin bir bileşeni olarak önem kazanmaktadır. Aynı yoksulluk gibi, dünyadaki eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin bir sonucudur. Bu, zengin ülkelerle yoksul ülkeler, bolluk ve açlık arasında büyüyen uçurumun sonucudur.

Dünya üzerinde güçlü olanlar, arada sırada ikiyüzlü bir tavır içinde sanki bir şeyler değişecekmiş gibi davranırlar. Oysa ki küreselleşme çoğu zaman tek yönlü küreselleşmedir. Kyoto Protokolü, gelişmiş ülkelerin en az gelişmiş ülkelerden, çevreyi kirletmeye devam etmelerini sağlayacak hakları satın almalarına izin veriyor. Ne kadar ironik… Hatta çevre dostu teknoloji bile hızla, gelişmiş ülkelerin teknolojik üstünlüklerini korumaları ve bu yolla dünya pazarını kontrol etmeleri için bir araç haline geliyor.

Göç, Batı kentlerinin bağımsız bir yol izleyebileceği yanılsamasına son çiviyi çakıyor. Bu yüzden başka yerlerdeki kentlerde ne olduğuyla ilgilenmemiz artık yalnızca ahlaki değil aynı zamanda pragmatik bir durumdur. Çünkü bunlar, geleceğin nasıl olabileceğinin göstergeleridir. Bugüne kadar, Avrupa’da ve Batı dünyasındaki yapılarımızın ve sistemlerimizin, gelişmekte olan ülkeleri yavaş yavaş etkileyeceğini ve şekillendireceğini düşündük ve bugüne kadar olan da buydu. Ancak, son 20 yılda krizin derinleşmesiyle, gelişmiş ülkelerdeki kentler de, sözde “Güney” olarak adlandıran kentlerin yoğunlaşan kentsel yoksulluk, kentlerin mekânsal ayrışması, artan güvenlik sorunları, kentsel şiddet ve çocuk suçları gibi sorunlarıyla yüz yüzedir.

“Kuzey”deki büyük kentlerin yoksullarla dolması, yüzleşilmesi gereken sorunlardan biridir. Göçmen akımı sadece ulusal düzenlemelerle kontrol edilemez. Savaşın ve açlığın baskısı çok güçlüdür. Bombay’ın “Kaldırımlar için Savaş” olarak adlandırılan, kaldırımlar üzerinde çadır veya derme çatma barınaklarda yaşayan 1.5-2 milyon insanın savaşı, yakında bizim de karşılaşacağımız bir sorun olabilir.

Göçmenlerin ve yoksulların gerçek ihtiyaçlarını ne kadar iyi öğrenebilirsek, biz mimarlar, mimarlık ve kentlerimiz için neyin temel olduğunu gösteren somut hedeflere o kadar fazla odaklanabileceğiz. Maliyet, iklim ve sürdürülebilirlik üzerine kurulu taze fikirlerin katalizörü olabiliriz: Parlak kağıtlı mimarlık dergilerinde gösterilenlerin değil, ama düşük maliyetli, enerji korumalı, çevresel olarak sürdürülebilir ve sosyal açıdan iyi mimarlık…

Ancak sürdürülebilirliğin küresel ölçekte anlamlı olması için maliyetinin karşılanması gerekir, yani çevreyi kirletenlerin bunun maliyetini ödemesi gerekir. Bu durum şüphesiz toplu konutlarda yaşayanları da kapsamaktadır. Refah düzeyi düştükçe, çevre dostu yaptırım ve teşviklerin de gittikçe daha basit ve ucuz olması gerekir.

Neden insanlar ve mimarlar, o halde, evsizler ve zorunlu göç eden insanlarla ilgileniyorlar? Bu temel bir sorun; kendimize karşı dürüst olmamız gerekir: Bu ilgi kâr amaçlı mıdır, inançlarımızdan dolayı mıdır, görev midir yoksa imtiyazsız insan kardeşlerimiz için duyduğumuz insan sevgisinden mi kaynaklanmaktadır? Son bahsedilen neden açıkça savunulamaz. Hayırseverlik ve insan sevgisi başka bir döneme aittir. Cassius Clay’in (Muhammet Ali) bir zamanlar dediği gibi “İyilikler cennette sahip olmak istediğimiz ev için, dünyada ödemek zorunda olduğumuz kira ücretidir.”

Meslek olarak, toplumsal açıdan değerlerimiz olduğunu ve değiştirebileceğimiz şeyler konusunda çabaladığımızı göstermeliyiz. Öte yandan toplumu, yoksullar ve sığınmacılar için yapılanların ardında, kapımızın eşiğinde bizi bekleyen güvenlikle ilgili ve diğer sorunların bizim küçük güvenli dünyamızı tehlikeye atacağı gibi gizli bir korkunun olmadığına ikna etmek zorundayız.

İçinde yaşayanlara bir topluluğa ait olma ve aynı zamanda yaşamdan zevk alma duygusu veremeyen hiçbir toplu konut planlamasının başarılı olduğunu söylenemez. Bunu başarmanın en önemli etkenlerinden biri, binalar arasındaki mekânlardır. Bunlar binalar kadar önemlidir.

Bir kentin kimliğini yansıtmak söz konusu olduğunda en sık aklımıza gelenler sadece tarihî merkezi, tescilli binaları, merkezî iş bölgesi ve parklarıdır. Ama bu pek çok kentin sadece küçük bir kısmıdır. Sanırım, ayın öteki yüzüne, gelişmemiş bölgelerdeki savunulması mümkün olmayan insanlık dışı yaşam koşullarına bakmamayı yeğliyoruz.

Eğer bugün herhangi bir çağdaş mega kentin kimliğini yansıtacak bir sembol seçiyor olsaydık, bu sembol, birçok aile için basit bir örtü oluşturan ve bu ailelerin yaşamlarını sürdürebilmelerine olanak sağlayan basit, az katlı, yasal olmayan bir barınak olmalıydı. Bu yapılar bütün yaşamların hayalleri ve çabalarıyla inşa edilmişlerdir. Trajik olan, bu yapılara bile bazen diğerleri, yani başlarının üstünde kalıcı bir damları bile olmayan göçmenler, yoksullar ve bütün evsizler tarafından imrenilerek bakılmasıdır.

Biz mimarlar, bütün bunların arasında neredeyiz? Sayısı muhtemelen dünyadaki binaların %2’sini geçmeyen binaları tasarlayarak ne yapıyoruz? Elini dürüstçe vicdanına koyup, bizim işlerimizin dünyanın konut ve inşa edilmiş çevre sorunlarıyla ilişki olduğunu söyleyebilecek kimse var mı? Kabul edelim, bütün düşünce sistemimiz yeniden yapılandırılmadıkça, güçlülerin ve zenginlerin ihtiyaçlarına hizmet eden seçkinci bir meslek olmaya devam edeceğiz.

Sözde ekolojik yüksek binalar buna bir örnektir. Bütün yenilikçi tasarım elemanlarına karşın, kullandıkları yüksek enerji miktarı yüzünden ucuz yakıt kullanmak zorunda olmadıklarına kim gerçekten inanır?

Ancak doğru yönde atılmış pek çok umut verici adım da var.

Örneğin, 2002 yılındaki Venedik Bienali’ndeki Brezilya Pavyonu’nda, varolan kaotik ve gelişigüzel plan içine yol ve caddelerin yerleştirilerek bir kimlik kazandırılması ve herkesin kullanımına açık meydan ve parklarda sade rekreasyon tesisleriyle gecekondu bölgelerindeki şartları iyileştirmeyi hedefleyen bir dizi girişim sergilenmişti. Gene aynı bienalde, Venezüella da, yoksul mahallelerde bütün etkinliklere cevap verecek kültürel mekânların inşası için ümit verici yeni bir sistemi göstermişti.

Yenilikçi yaklaşımlar için fırsatların iyi tanımlanması gerekiyor. Sadece teknoloji alanında değil; aynı zamanda toplumsal alanda da. Herhangi bir başarılı proje için son kullanıcılarla diyalog halinde olmak olmazsa olmaz bir koşul. Sosyal konutların başka türlü başa çıkılamayan mali ve lojistik gereksinmeleri düşünüldüğünde, kendi evini yapmak çoğunlukla en uygulanabilir çözüm oluyor. Bunun daha da iyisi, devletin mümkün olan yerlerde tuvalet ve banyo ünitelerinin de dahil olduğu temel altyapı sistemlerini sağladığı ve kullanıcıların tasarım ve teknik yardım alarak gerisini tamamladıkları sistemler olabilir. “Başarı öykülerimizi” öne çıkarmamız, uygulanmakta olan ya da planlanan iyi örnekleri öne çıkarmamız hayati bir öneme sahip.

Mimarlığın ve kent plancılığının sosyal bir vakum içinde yapılabileceğini hayal bile edemeyeceğimizi biliyoruz. Aynı zamanda mimarlığın “sosyal bir araç” olabileceğini, toplumun kıyılarında yaşayan vatandaşları normal vatandaşlar haline getirmeye yardım ederek topluma kazandırma aracı olabileceğini de biliyoruz. Peki, nasıl? Bu teorik bir cümle mi yoksa gerçekten yapılabilir mi?

Bu, benim için, bir UNESCO belgesinde “mekânın toplumsal ayrışması” deyimini görene kadar her zaman için cevaplandırılması zor bir soruydu. Okuduğum andan beri bu deyim peşimi bırakmıyor. Ama aynı zamanda benim için bir çıkış noktası oldu. Çünkü anlamlı ve aynı zamanda uygulanabilir bir hedefi işaret etmekte: Mekânın toplumsal bütünleşmesi.

Mekân hem politiktir hem de sosyal. Mekânın sosyal evrimini belirleyen mekânın politiğidir. Bu nedenle mekânın sosyal sentezi, mekânın politiğinin doğrudan sonucudur. Biz tam da bu noktada rol almalıyız. Kentlerin, insanlarını birleştirmeyi ve aralarında bağlantı kurmayı sağlayan tek olgusunun, kentin fiziksel ve sosyal olarak karantinaya alınmış bölgelerinden yani yoksul varoşlardan gelen ucuz işgücü olduğu bölünmüş kentlere dönüşmesine izin verilemez.

2000-2003 yılları arasında düzenlenen “Mimarlık ve Yoksulluk” konulu altı dünya konferansı, UIA’nın “herkese yeterli konut” gibi dev bir göreve mesleğimizin acilen katkılarının gerektiği konusundaki saptamasının ölçütlerini vermektedir. Manila (Filipinler), Mumbay (Hindistan), Almatı (Kazakistan), Dublin (İrlanda), Durban (Güney Afrika) ve Puebla (Meksika) konferansları çok anlamlı toplantılardı. Ama benim aklımda en çok kalan şeylerden biri Dublin’de Justin Kilcullen’in kısaca söyledikleriydi:

- Az gelişmiş ülkelerin karşı karşıya oldukları sorunları ele almaya başlamadan önce, gelişmiş ülkelerin yaptıkları yardımların, borçların geri ödenmesinin getirdiği mali yüklü asla dengeleyemeyeceğini anlamak şarttır.

- Az gelişmiş bir ülkedeki hiçbir hükümetin nüfusun konut ihtiyacını asla karşılayamayacağı kabul edilirse, tek umut kullanıcıların aktif katılımlarını sağlamaktadır. Ancak bunu başarmanın tek gerçekçi yolu da “kullanım hakkı garantisi”ni temel almaktır.

Kullanım hakkı garantisi sonunda kendi evini yapmayı sağlayan katılımcı bir sürece yol açar. Kullanım hakkı garantisi ayrıca mali kaynaklara ve dolayısıyla krediye daha kolay ulaşmayı sağlar. Bu nedenle çözümün püf noktası arazi mülkiyetidir. Bu da açıkça pürüzlü bir konudur; çünkü sadece sosyal değil, aynı zamanda politiktir. Arazi herhangi bir kentsel gelişmenin temel bileşeni olduğu için ve dolayısıyla yoksullara ve göçmenlere yeterli konut sağlamada başat etken olduğu için, arazinin bir kâr aracı olmaya devam edemeyeceğini söylemek boynumuzun borcudur.

* Vassilis Sgoutas’ın 18 Aralık 2004 tarihinde Türkiye Kongreleri: Mardin Buluşması’nda yaptığı konuşma metnidir. (İngilizce’den çeviren: Nilgün Kennedy)

Bu icerik 981 defa görüntülenmiştir.