323
MAYIS-HAZİRAN 2005
 
MİMARLIK'TAN

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA

  • Zavallı Bir Binaya
    Gürhan Tümer

    Prof.Dr., DEÜ Mimarlık Bölümü; MO Yayın Komitesi Üyesi



KÜNYE
DOSYA

Yoksulluk-Varsıllık Karşıtlığı ve Mimarlık

Yücel Gürsel

Mimarlar Odası 38. Dönem Genel Başkanı

Kemdürür yoksulluktan

Nicelerin varlığı

Bunca varlık var iken

Gitmez gönül darlığı

Yunus Emre

Birleşmiş Milletler 1997 yılında “Yoksulluğun Giderilmesi Dünya On Yılı”nı ilan etmişti. Aynı yıl UIA “Yoksulluğun Giderilmesinde Mimarlığın Rolü” konulu uluslararası bir yarışma açtı. TMMOB Şehir Plancılar Odası, Dünya Şehircilik Günü dolayısı ile 26. Kolokyum’unu 6-8 Kasım 2002 tarihlerinde “Yoksulluk, Kent Yoksulluğu ve Planlama” konusu çerçevesinde gerçekleştirdi. UIA Genel Başkanlığı yapmış olan Vassilis Sgoutas’ın Türkiye’ye her gelişinde yoksulluk ve mimarlık ilişkisine değindiği hatırlardadır.

Ocak 2005’de kapitalizmin dünya liderleri toplantısı Davos Doruğu, Porto Allegre’de toplanan Dünya Sosyal Forumu’nun zoruyla olsa gerek, yoksulluk, küresel adalet, iklim değişimleri gibi konuları, istemeyerek de olsa gündemine aldı. Bu yazının hazırlandığı günlerde, DİE’nin 2002 yılı “Yoksulluk Çalışması” sonuçları ile, yine DİE’nin 2004 yılında yaptığı “Yaşam Memnuniyeti” anketi sonuçları açıklandı. Bu sonuçlara göre Türkiye’de 1 milyon kişinin, aylık 39 YTL gelirle mutlak yoksul, 18 milyon kişinin aylık 167 YTL gelirle yoksul olduğu, buna karşın halkın yarısının yaşamından memnun/mutlu olduğu açıklandı. Yine aynı günlerde, Osmangazi Üniversitesi Teknoloji Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Muammer Kaya’nın Dünya Bankası Gelişme Araştırma Grubu verileri baz alınarak yaptığı araştırmaya göre, Türkiye’de aylık geliri 100 YTL olan bir kişi, dünyada yaşayan insanların yarısından daha zengindir. Yani dünyada yaşayan 6 milyar insanın yarısının aylık geliri 100 YTL’nin altındadır. Türkiye’de 350 YTL aylık gelirle yaşayan birisi, dünya nüfusunun %85’inden daha zengin, yani varsıl kabul edilen %15 içinde görünmektedir. İstatistiklere ve sayılara dayalı verilerde bile yoksulluk ve varsıllık, buna bağlı olarak yaşam memnuniyeti göreceli olmaktadır.

Bizler, yoksulluk-varsıllık kavramlarını, refah toplumu özlemlerimizi, 20. yüzyılın ikinci yarısındaki kültürlenme ve Batı uygarlığı-sanayi toplumu bağlamında ele alıyor, tartışa geliyoruz. 1950‘lerden bu yana, gelişmiş Batı ülkelerinin, gelişmişliklerinin ve refah toplumu olma göstergelerinin nasıl değiştiğine kısaca değinelim. Önceleri gelişmişliğin göstergesi kişi başına tüketilen enerjinin miktarı idi. Ardından, bu göstergenin entelektüel boyutu olmadığı için, kişi başı tüketilen kağıt miktarı esas alındı. Daha sonra, Keynesci ekonomi-politikalar gereği, özellikle Avrupa’da, eğitim, sağlık, kültür harcamalarına ayrılan fonların büyüklüğü, refahın ve gelişmişliğin göstergesi oldu. Batı, endüstri-üretim toplumu aşamasından, tüketim toplumu aşamasına geçmiş oldu. Bugün küreselleşme olarak ifade edilen, post-endüstriyel, post-kapitalist, yeni liberal aşamada, ki aynı zamanda “bilgi toplumu da deniyor; gelişmişliğin göstergesi, üretilen ve patenti alınan bilginin çokluğudur.” “Bilgi toplumu” bilgili toplum anlamına gelmiyor. Bilgi teknolojileri ve bilgi alım–satımının en kârlı ve belirleyici egemenlik alanı haline geldiğini ifade ediyor.

İstatistik değerler, küresel sömürünün ve eşitsizliğin giderek arttığını, aşırı varsıllığın aşırı yoksulluk üzerinde geliştiğini gösteriyor; ama gerçeğin başka bir yönünü görmemizi engelliyor. Bilgi teknolojileri ile pekiştirilmiş tüketim toplumu ve kültürü, egemenliğini, ideolojik etkinliğini, yalnızlaştırılmış, ilişkilerinden kopartılmış birey üzerinden sürdürüyor ve yeniden üretiyor. Varoluşunu, mutluluğunu, tüketim düzeyine endekslemiş bireyler, ayrıcalıklarını daha da geliştirmek ve sürdürmek için, bu durumda olmayanlar da böyle bir konuma geçebilmek için vahşileşiyorlar, vahşileştikçe yalnızlaşıyorlar. Bu yalnızlaşma, yabancılaşma ve ilişkisizlik mimarlığa, kentsel mekâna yansıyor. İşte bu yüzden varsıllık-yoksulluk karşıtlığı, mimarlıkla, mimarlığın özü ile doğrudan bağlantılıdır. Mutluluk, egemen varsıllık anlayışında değil, yaşam tarzında ve insan ilişkilerinde aranmalıdır.

Yoksulluk ve Mimarlık İlişkisi

20. yüzyılın sonunda, insanlık, ekonomik, ekolojik, sosyo-kültürel bileşenleri ve etkenleri bağrında taşıyan kentsel bir kriz yaşamaktadır. Ne yazık ki, içinde olduğumuz bu kriz koşullarında yapı üretim süreçleri, arsa spekülasyonu, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı ve illegal ekonomi yolu ile yasa dışı kârlardan oluşan kara paranın, başlıca aklanma alanı olarak kullanılmaktadır. Mimarlar bu olgulara karşı olsalar da, yoksulluğa neden olan bu tür yapı üretimlerine de hizmet etme durumundadırlar. Gelişmekte olan ülkelerde, nüfusun yoksul olan yaklaşık yarısı, yaşam çevresini, mimarlıkla tanışmadan kendisi inşa etmektedir. Bu olgu gelişmiş ülkelerde de gözardı edilemeyecek bir orandadır.

Mimarlık "yasal" olarak hizmet edegeldiği varsıl kesimlerle de sorgulayıcı, eleştirel ve değiştirici bir etkileşim içinde değildir. Deneyimli ve “yaratıcı" mimarlar tarafından tasarımlanmış konut çevreleri insanların birbirlerine yabancılaşmalarına, kreşler çocukların sevgisiz kalışına, huzurevleri yaşlıların terkedilmişliğine çözüm olamamaktadır. Hastaneler tedavi için yeterli bir moral ortam oluşturmamakta, hapishaneler suçluları topluma kazandırmak bir yana profesyonel suçlular üretmektedir. Eğitim kurumları mekânlarının büyük çoğunluğu tek taraflı vaaz yöntemine göre planlanmaktadır. Toplumun büyük çoğunluğu sanat ve kültür üretiminden uzak tutulmakta, varsıllara bile genellikle tüketilen kültür ve sanat için mekânlar tasarımlanmaktadır.

Varsılların konutlarına, kreşlere, huzurevlerine, sağlığa, güvenliğe, eğitime, kültüre ve sanata ödediği kişi başı harcamalar ve ayrılan toplumsal fonlar, çözümlenmiş sorunların karşılığı refah göstergeleri olmadığı gibi, devamlı yeniden üretilen yaşam tarzı ve buna tekabül eden mimari çevre, bu çözümsüzlükleri gizleyen yanıltıcı bir kılıf, toplumsal eşitsizliklerin göstergesi, yoksulluğun nedenlerinden biri olmaktadır

Mimarlık, mekânın üretilmesi ve kullanılması sürecinden, toplumsal yaşamın sorgulanmasından ve eleştirilmesinden kopuk bir tasarım sürecine, biçimle, biçimlerin anlamlandırılması ile sınırlı, çözümü “modern”li, “post”lu “izm”lerde arayan, tüketim toplumunun beğenileri dünyasına ve ideolojisine hapsolmuş durumdadır. Topluma "yaratıcı" mimarlar aracılığıyla sunulan ve dayatılan mekân anlayışı ve yaşam tarzının belirlediği mimar-toplum ilişkisinin demokratik ve etik ilkelere uygun olduğu söylenemez. Fonksiyonellik ilkesi, egemen fonksiyonların değişmezliğine rasyonellik ilkesi teknolojinin rasyonelliğine indirgenmiş durumdadır. “Detay Allah’tır", "Şeytan ayrıntıda gizlidir'" özdeyişleri, teknolojinin bir din haline geldiğinin göstergesidir.

Mimarlar, tasarladıkları yapıların kullanım süreçlerinden sorumlu olmadıkları gibi, genellikle haberdar bile değildirler. Yapılı çevrenin yeniden kullanımı ise, henüz mimarlık eğitiminin ve mesleğin sorumluluk alanında gereken önemde yerini almamıştır. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, yüz milyonlarca insanı barındıran, göç ve kentleşmeyle oluşmuş, yoksulluk temelli yapılı çevrenin, sağlıklılaştırılması ve yeniden kullanımı, hem demokratik kent yaşamının, hem de mimarlığın geleceğini belirleyecek önemdedir.

Bu sorun masa başı tasarımla, yapımcı şirketlere ihale edilen yıkım esaslı "kentsel yenileme programları" ile mimarların yasal yetkilerini arttırmakla, uluslararası standartlarla, süregelen mimarlık eğitimi ve meslek eğitimi anlayışı ile çözülemez.

Mimarlık insanlık karşısında, bir meşruiyet sorunu ile ve etik sorumlulukla karşı karşıyadır. Mimarlık, kültürel yoksulluğun da başlıca nedenlerinden biri olan egemen yaşam tarzını biçimlendiren yapılaşmayı topluma yeniden dayatan sürecin aracısı ve tasarımcısı olmayı aşabilmeli, toplumla ilişkisini demokratikleştirmelidir. Kişisel ve toplumsal yaşamın yeniden organize edilmesi ve bu yaşamın toplumla birlikte mekâna dönüştürülmesi mimarlığın temel hedefi olmalıdır. Mimarlığın, sahip olduğu bilgi, beceri ve kültürü, yoksulluğun yok edilmesi doğrultusunda, toplumla paylaştığı, demokratik ilişki tarzı, toplumla ortak bir mekân dili ve kültürü yaratacağı gibi, mimarların kişisel yaratıcılığı ile, toplumsal yaratıcılığın birbirini beslemesini sağlayacak, mimarlığın da içinde olduğu sosyal, kültürel krizin aşılmasında temel olacaktır. Teknoloji, herkese kendi mekânını yapabilme olanağını vermektedir. Mimar, toplumsal yaratıcılığı harekete geçiren, insanlara yaşam çevrelerini oluşturabilmeleri için bilgi ve becerisini paylaşan, insancıl ve daha güzel bir yaşamın sosyal örgütlenmesini ve mekânlaşmasını önerebilen bir bilge kişi, bir toplumsal önder olabilmelidir. Toplumların ve insanlığın beklentisi budur. Mimarlığın meşruiyeti bu doğrultudadır. Mimarlık bu ilişkinin meşruiyetine dayanarak, yerel yönetimlerle, ulusal hükümetlerle, uluslararası organizasyonlarla, yoksulluğun yok edilmesi programlarını geliştirebilir yaşama ve mesleki pratiğe dönüştürebilir.

Yoksul yerleşme bölgelerinin sağlıklaştırılması ve yeniden kullanımı, mimar, teknik ekip ve sosyal uzmanlar tarafından bölge insanının üretime katılması, yapı üretim ve yenileme sürecinin gerektirdiği beceri ve meslekleri öğrenme, süreci olarak programlanabilir. Yoksul yerleşme bölgelerinde işi olan ve olmayan yetişkin kadın ve erkekler arasında, gönüllü ve değişimli dayanışma ilişkileri organize edilerek, yaşam bölgesi içinde "kreş-huzurevi-bakımevi" ne alternatif, birbirine yakın ve bağlantılı, düzenlenmiş açık ve kapalı mekânlarda, okul öncesi çocukların, yaşlıların ve özürlülerin, sosyal çevrelerinden koparılmadan, yakınlarınca bakımı ve gözetilmesi sağlanabilir. Geçici sürelerde, sağlık ve sosyal danışma uzmanlarından, gönüllü kuruluşlardan yararlanılarak, dayanışma organizasyonunun kendi sorunlarını çözecek şekilde eğitilmesi, yaşlı ve özürlülerin üretken hale getirilmesi programlanabilir. Bu süreç aynı zamanda bazılarının meslek kazanmasını da sağlayabilir.

Yoksul yerleşme bölgesi insanlarının varolan her türlü, kültürel, geleneksel, beden, el ve müzikle ilgili beceri ve yeteneklerine dayalı, zaman zaman gönüllü ve profesyonel yardımlarla desteklenecek, birbirlerine öğretmeyi sağlayacak şekilde programlanmış, kültür ve sanat üretim atölyeleri, ürünleri sosyal çevreyle paylaşacak gösteri alanları, yöre insanı ile birlikte planlanabilir ve inşa edilebilir.(1)

Ancak bütün bu yapılabilir olanlar, insanlığın belleğine egemen olan, binlerce yıldır insanlığın büyük çoğunluğu için kadermişçesine kabul edilen yoksulluğu kökünden sorgulayan, yoksulluğu insanlığın geleceğinden yok etmeyi amaçlayan bir vizyonun ve misyonun bir ön adımı ve parçası olmadıkça, vicdan rahatlatmanın ötesinde bir anlamı olmayacaktır. Ne yazık ki dünyada da, Türkiye’de de aydınların egemen çoğunluğunun genel ve politik kültürü, vicdan rahatlatma özürlüdür. Organize olmuş “yardımseverlik ruhu” felaketlerde ve bayramlarda yoksulluğu meşrulaştıran, sosyal patlamaları da önleyen bir işlev görür. Gerçekten yoksulluk, insanlığın yapısı, “yaradılışı” gereği midir?

Yoksulluğun Olmadığı Bir Yaşam ve Dünya Olanaklı mı?

Uygarlık tarihi ve mimarlık tarihi, aynı zamanda insanlığın toplayıcı-avcı toplumdan yerleşik topluma geçişinin kentlerin kentleşmenin ve yazının ortaya çıkışının tarihi olarak kabul edilmektedir. Yaklaşık on bin yıl öncesine dayanır. Oysa, insanın ve kültürünün tarihi, üç milyon yıl önceye, Homo Habilis’den (becerili insan), Homo Erectus’a geçişe dayanır. İnsan 1,5 milyon yıl önce Afrika’dan dünyaya yayılmaya başladı. Yaklaşık 140 bin yıl önce bir kültürü olan, ölülerini gömen Neandertal insan, 40 bin yıl önce Neandertal insanın ortadan kalkmasına paralel olarak, atalarımız Homo Sapiens tarih sahnesinde yerini aldı. 30-40 bin yıl önce Homo Sapiens sanatı ve dini icat etti. Günümüzden yaklaşık 3 milyon yıl öncesinden, 10 bin yıl öncesine kadar olan tarihimize Paleotik Çağ (Eski Taş Çağı) diyoruz. Kendi içinde alt, orta ve üst olarak üç ayrı çağa ayrılan, Paleotik Çağ’da insanlar toplayıcı-avcı toplum olarak yaşadılar. Yaklaşık 10 bin yıl önce, Yakındoğu ve Anadolu’da, insanların yerleşik düzene, toplayıcı-avcı toplumdan tarımsal üretim yapan topluma geçtiği Neolitik Çağ (Yeni Taş Çağı) başladı.(2)

Yoksulluk, mimarlık ilişkisi, tarihsel olarak yoksulluk durumunun ortaya çıktığı koşullarla, mimarlığın ortaya çıktığı koşulları kavramamızı, bağlamlarını değerlendirmemizi gerektiriyor. Cevaplandırılması gereken sorular şunlardır:

• Yoksulluk ve karşıtı olan varsıllık, toplumsal ve kültürel bir varlık olarak insanın, insanlaşma sürecinin başından beri varolan, yapısal ve kaçınılmaz bir olgu mudur?

• Mimarlık aynı zamanda yoksulluğu da yaratan koşulların ürünü müdür? Mimarlığın yoksulluğa da neden olan koşullara hizmet etmesi geleceğini de kapsar mı?

• Yoksulluğun olmadığı bir yaşam ve dünya olanaklı mıdır? Böyle bir yaşam ve dünyanın yaratılmasında mimarlığın ve mimarın vizyonu ve misyonu nasıl tanımlanabilir?

Son çeyrek yüzyılda, arkeoloji (maddi kültür kalıtları bilimi), antropoloji (insan bilim) ve etnolojinin (karşılaştırmalı toplum bilim) ortaya çıkardığı veriler, belgeler ve değerlendirmeler, atalarımızın paleolitik dönemin oluşumundan başlayarak, vahşi ve eşitsizliğe dayalı bir dünyada kendilerine kurallar ve tabular koyarak, eşitlikçi, paylaşımcı, işbirliğine dayalı bir toplum ve kültür yarattıklarını kanıtlıyor. Neolitik Çağ’la birlikte, hayvanları ve bitkileri evcilleştiren, doğaya egemenliğini anlayan, canlılar dünyasının efendisi olan insan, soydaşları üzerinde de egemenlik kurmayı icat ediyor ve bunun kültürünü yaratıyor.(3)

Geçmişin Bolluk Toplumu: Yerleşme, Mimarlık İşbirliği ve Paylaşımı

1970’lerin başında antropologlar Richar Lee ve Irven de Vore, Kalahari Çölü’nün kuzey ucu Dobe bölgesinde belki 50 bin yıldır toplumsal yaşamı sürdüren Kungları şöyle anlatıyorlar:

Avcı-toplayıcıların büyük çoğunluğu gibi Kunglar da ekonomik faaliyetlerini bölüşürler. Erkekler avlanırken, kadınlar mevsimine göre kabuklu yemiş, kök ve sebze toplarlar. Yetişkinler haftada ortalama 12–19 saat çalışırlar ki bu da yiyecek arayışı için fazla bir zaman değildir. Kızlar yetişkinliğe 15 yaş dolayında adım attıkları halde, erkekler 20 yaşından önce yetişkin sayılmazlar. Yetişkinler de 60 yaşına geldiklerinde genlikle “emekliye” ayrılırlar ve ömürlerinin sonuna kadar bakılıp beslenir, saygı görürler. Yaşlılara, tecrübeleri ve bilgeliklerinden dolayı çok değer verilir. Dolayısıyla, Kung toplumunda çocukluk ile yaşlılık stres ve yükümlülüklerden uzak dönemlerdir. […] O halde, çalışma yaşamının en erken 15 yaşında başlayıp 60 yaşında sona erdiği, günde ortalama iki buçuk saatin çalışmaya ayrıldığı bu toplum nasıl bir toplumdur? Amerikalı antropolog Marshall Sahlins bunu, sınırlı ihtiyaçların asgari düzeydeki çabayla karşılandığı gerçek bolluk toplumu olarak nitelendiriyor.(4)

Toplayıcı-avcı toplumların tarım devriminden önce yerleştikleri ve mimari bir çevre yarattıkları, günümüzden 11 bin yıl önce Ürdün’de Mallaha’da kısmen taşlarla çevrilmiş ahşap direkli evlerden oluşan yerleşmelerin belirlenmesiyle de kanıtlanmıştır.(5) 30-40 bin yıl önce yapıldığı belirlenen mağara resimleri de bir mekânı kullanma ve anlamlandırma kültürünün geçmişini ortaya koymaktadır.

Her bir Kung Kampı, ekolojinin gerekli kıldığı dağılımın gerçekleşmesi için yapılmış çarpıcı bir toplumsal sözleşmedir. İnsanlar birbirlerine çok yakın, çoğunlukla samimi bir temas halinde yaşar, çalışır ve eğlenirler. Her ailenin, yağmurlu mevsimde, uzun sırıkların bükülüp kubbe şekline getirildikten sonra üstünün ot ve yapraklarla örtülmesi ile oluşturulmuş küçük bir barınağı vardır. Yemeğin hazırlandığı ve yendiği, ailenin toplandığı yer ocak başıdır. Kulübeler genellikle daire halinde dizilir. Ortada kalan boş alan, dansların yapıldığı avlanan büyük hayvanların etlerinin paylaştırıldığı ortak bir mekândır. Ayrı yaşam ve çalışma bölgeleri yoktur. Örneğin bir grup erkek ucu zehirli ok yapmaya niyetlendiklerinde içlerinden birinin ocak ateşinin çevresinde toplanarak bir yandan hikayeler anlatılır, bir yandan da çalışırlar. Kampta herkesin ocak başı herhangi bir faaliyetin merkezi olabilir. Toplayıcı-avcı toplumlarda uzmanlar yoktur. Ancak, insan toplumunun gelişmesinde işbirliğinin asıl odak noktası karma ekonominin işletilmesindedir. İnsanlar arasında sorumlulukların paylaşılması ve her bireyin yaşamak için diğerine bağımlı olması, aynı amaç için çalışma yeteneği ve güdüsünü temel bir evrimsel zorunluluk haline getirmiştir. Toplayıcı-avcılar için, sıkı işbirliği yapmadan, mevcut kaynakları başarılı biçimde kullanmak mümkün olamazdı. İşbirliği, insan tabiatında çok temel bir güdü oluşturmaktadır. Bu yüzden, Marshall Sahlins’in sözleriyle; “İlk karma ekonomi, beraberinde boş zamanı ve ilk bolluk toplumunu getirdi”(6). Bu, bütün dinlerde var olan yeryüzü cenneti midir? Sonra neolitik geliyor, uzun çöküşün başlangıcı. Bu dönem düşüşü, yanılgıyı, cennetten çıkışı sembolize ediyor.(7)

Neolitik Çağ, tarımsal artı değerin, işbölümünün, egemenlik ilişkilerinin, yöneticilerin, kralların, rahiplerin, mimarların, zanaatçıların, tüccarların, çiftçilerin, kölelerin, kentin ve devletin aynı zamanda savaşların ve yoksulluğun ortaya çıktığı çağdır. Dicle ve Fırat’ın suladığı verimli Mezopotamya toprakları, zengin Sümer kentlerini, birbirleri ile egemenlik uğraşı veren kent devletlerini, köleleri, köleleşen çiftçileri, tefecileri, tarlalar üzerinde ipotek uygulamalarını, uygarlığı, varsıllığı ve yoksulluğu, savaşları ortaya çıkardı.

Tarihimizdeki dönüm noktası, önceleri göçebe olan insanların, çiftçilikle sağlanan yiyecek fazlasına sahip köylerde kalabalık bir nüfusla yaşamalarına imkân verecek bir ekonominin icadıyla ortaya çıktı. Toplayıcı-avcılar genellikle yaklaşık 25 kişilik küçük gruplar halinde dolaşarak yaşar ve sırtlarında taşıyabileceklerinden başka eşyaları yoktur. Ayrıca annenin yiyecek toplamadaki hareket serbestliğine ve grubun birkaç haftada bir yeni yerlere taşınmasına uyum sağlamak amacıyla doğum oranını dört yılda birle sınırlamışlardır. Oysa belli bir yerde yiyecek stoku bulunduğunda bu sınırlamalar kalkacaktır. Doğum hızı artacak, nüfus büyüyecek ve insanlar mal varlıklarını biriktirebilecektir.

Yiyecek ya da diğer değerli maddelere sahip olmak, bunları kolay yoldan elde etme girişimlerini de davet eder. İnsanlar yaradılıştan ne iyi ne de kötü değil sadece fırsatçı olduğuna göre de, bazı insanların böyle bir davete cevap vermesi kaçınılmazdır. Bir kez başarılı sonuç alınan yağmalama zinciri başladığında da bunu kırmak çok güçtür. Belli bir davranış biçiminin avantajlı olduğu bir ortamda o davranış yerleşecektir. Savaş da maddeci bir dünyada avantajlı bir uğraştır. Ama, temeldeki bir biyolojik içgüdünün değil, kültürel icatların ürünüdür.

Bugün dünyada yaşayan milyarlarca insanın çoğunu bekleyen, açlık, yoksulluk, hastalık, ekonomik sömürü ve siyasal iktidarsızlıktır. Bu korkulu manzara, görece ve mutlak yokluklar büyüdükçe daha da ağırlaşmakta, çağdaş uygarlığın harikalarından sadece bazılarını olsun tadabilme rüyası acımasızca yok olup gitmektedir. Savaş, insanlığın içinde bulunduğu durumun toplumsal ve ekonomik şartları çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Bugün savaşın geçeceği yeni ortamda, sadece tek bir dünya savaşı yapılabilir. Bir nükleer soykırım, Homo sapiens türünün sonunu getirebilir. Bu belki de kaçınılmazdır. Belki de Ramapithecus milyonlarca yıl önce dik yürüdüğünde, evrimin bir çıkmaz sokağında son bulacak bir yolculuğa başlamıştı. Birçok türün kaderi bu olmuştur. Ancak bizim durumumuzda, yok olmanın sorumluluğu bütünüyle kendimize ait olacaktır. Bu sonu getirecek olan, kendi mahvımıza yol açacak araçları yaratacak kadar akıllı olmak, ama bunların kullanılmasını önleyecek kadar sağduyu sahibi olamamaktır.

Araştırmalar ise bize, insan soyunun ortak kökeninden ve uzun evrim sürecini besleyen işbirliği ve paylaşma gibi temel özelliklerinden söz etmektedir. Bilim bize ortak biyolojik kökenlerimizi göstermekte ve ulusları ayıran uçurumların kültürel ve siyasal yapılar olduğunu anlatmaktadır. İnsanın içindeki işbirliği dürtüsü nasıl geçmişte siyasal sebeple savaş için kullanıldıysa, aynı dürtünün yine siyasal saikle barışa yöneltilebileceğini umabiliriz. İhtiyaç duyulan şey doğru siyasal güdülenmedir. Ve bu siyasal güdülenmenin temeli de sadece aynı kökeni değil, aynı kaderi de paylaştığımız gerçeğidir. Bu, insan soyunun şimdi kendi seçimiyle belirleyebileceği bir kaderdir.(8)

İnsanın, ister bir yaratan tarafından yaratıldığına inanın, ister doğanın evriminin bir ürünü olduğunu kabul edin, yoksulluk ve savaş insan icadıdır; kültüreldir ve siyasidir. Böyle bir kötülüğü yaratandan bilmek, inananlara da, laik inananlara da yakışmaz bir safsatadır. Her kim ki yoksulluğu doğal ve yoksulların kendilerinden kaynaklanan bir sorun olarak görürse, her kim ki yoksulluğu hayırseverlikle tedavi edilebilir zannederse, işine öyle geldiği için kendini ve aldanmaya dünden razı olanları aldatmaktadır. Son sözü Yunus’a bırakalım.

Onlar ki çoktu malları

Gör nice oldu halleri

Sonucu bir gömlek giymiş

Onunda yoktur yenleri

Beyler azdı malından

Bilmez yoksul halinden

Çıkmış rahmet gölünden

Nefs derdine dalmıştır

NOTLAR

1. Yücel Gürsel, UIA “Yoksulluğun Giderilmesinde Mimarlığın Rolü” yarışması. 1997 ödülünden metin bölümünden ve grafik.

2. Sevin, Veli, Eski Anadolu ve Trakya, , İletişim Yayınları, İstanbul.

3. İnsanın En Güzel Tarihi, İş Kültür Yayınları, İstanbul, ss.128-129.

4. Leakey, Richard ve Roger Lewin, 1997, Göl İnsanları, Tubitak Yayınları, ss.83-84.

5. İnsanın En Güzel Tarihi, s.97.

6. Göl İnsanları, ss.96-97, s.114.

7. İnsanın En Güzel Tarihi, s.147.

8. Göl İnsanları, s.228-232

Bu icerik 2253 defa görüntülenmiştir.