321
OCAK-ŞUBAT 2005
 
MİMARLIK'TAN

UIA 2005 İSTANBUL’A DOĞRU

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • EAAE Atölyesinden Notlar...
    Deniz İncedayı

    Doç.Dr., Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Mimarlık Bölümü; Yayın Komitesi Üyesi.

DOSYA: Sayisal Mimarlik

  • Evler Senfonisi
    Gürhan Tümer

    Prof.Dr., DEÜ Mimarlık Bölümü, Yayın Komitesi Üyesi



KÜNYE
KENT İZLENİMLERİ

Memleketimden Mimarlık Manzaraları

Gürhan Tümer

Prof.Dr., DEÜ Mimarlık Bölümü, Yayın Komitesi Üyesi

Mimarlıkla yaşamın arakesitinde duran olgulara / terimlere / ‘şey’lere dikkat çeken yazılarıyla tanıdığımız Gürhan Tümer, yine kendi üslubuyla, kısa bir süre önce Balıkesir, Eskişehir, Bilecik, Kütahya ve çevresine yaptığı geziyi, tuttuğu notlarla aktarıyor. Bu metni yine bir “Mea Architectura Mea Culpa” olarak okumak da mümkün.

BALIKESİR

Mimarlar Odası Balıkesir Şubesi tarafından düzenlenen ve benim de konuşmacı olarak çağrılı olduğum panel, “Arada Kentler” gibi, hayli ilginç bir başlık taşıyordu. Şimdi Kuvva-i Milliye Müzesi olarak kullanılan eski Belediye Binası’nın avlusunda gerçekleşen bu panelde, “arada kentler” deyiminin ne anlama geldiği sorgulandı ve Balıkesir’in böyle bir kent olup olmadığı tartışıldı. Bu tür kentler, bir metropolün yakınında, dolayısıyla da, onun çekim alanı içinde oldukları; “yol üstünde” olmadıkları için ya da başka birtakım nedenlerle, örneğin, kendi iç dinamikleri yetmediğinden, kentleşme, gelişme süreci içinde belli bir aşamada durağanlığa uğramış kentlerdi ve Balıkesir’in de, zengin tarihi geçmişine karşın bu kentlerden biri olduğu, doğrusu ya, yadsınamazdı.

Panelden sonra, Değirmenboğazı’ndaki yemek sırasında, yine Balıkesir’in sorunlarını tartıştık ve Balıkesir Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nün eğitim kadrosunun çok yetersiz olduğunu öğrendik.

Ertesi gün, kenti hızlıca, şöyle bir dolaştım. Saat Kulesi’ni, Zağnos Paşa Camii’ni, yolun ortasında kalmış olan Şadırvan’ı gördüm. Derken, bir apartmana rastladım. İnanılmaz bir rengi vardı. Koskoca bina, tepeden tırnağa pembeye boyanmıştı. Böyle bir rengi, kim, neden, nasıl seçer, insanın aklı ermiyor.

BİGA

Türkiye’de yalnızca “arada kentler” yok; “arada kasabalar” da var ve Biga ilçesi bunlardan biri. Eğer bir turizm kitapçığında, oradaki görkemli bir ahşap konağın restore edilerek bir “butik otele” dönüştürüldüğünü okumamış olsaydım, Balıkesir’den kalkıp, Balya-Yenice arasındaki çok virajlı, ama çok yeşil yolu katedip, Çan üzerinden Biga’ya gitmeyi aklımın köşesinden bile geçirmezdim.

Ev sahipleri, yalnızca tarihi Mehmet Rüştü Bey Konağı’nı restore edip otele dönüştürmekle kalmamışlar, arka tarafa, yani konağın bahçesine bir bina daha eklemişler ve böylece, sevimli bir iç avlu yaratmışlar.

O konağın buram buram ahşap kokan odalarının birinde bir gece geçirdim.

KARABİGA

Karadaki Biga ile, deniz kıyısındaki Karabiga arası, topu topu 25 km. ve yol, oldukça düzgün. Dolayısıyla, Biga’ya kadar gelip de Karabiga’ya geçmemek olmaz.

Karabiga, Marmara Denizi’nin kıyısında. Ama oradaki deniz, belki o gün çok hırçın bir biçimde dalgalı olduğu için, belki kıyı boyu yer yer sarp kayalıklardan oluştuğundan, belki de, bambaşka bir nedenle, örneğin imgelerin bir azizliğinden dolayı, bana biraz Karadeniz’i, biraz da Norveç’i anımsattı.

Denize uzanan boş arazi üzerinde uzayıp giden yıkık dökük sur duvarları son derece etkileyici. Karabiga’da, tuğladan yapılmış çok ilginç eski yapılar var. Onlarla kim, ne zaman, nasıl ilgilenir bilemiyorum.

ESKİŞEHİR

Mimarlar Odası Eskişehir Şubesi de bir panel düzenledi. “Görüntü Kirliliği” başlıklı bu panelde, binaların bakımsız boyasız cephelerinden, o cephelere gelişigüzel, üst üste, eğri büğrü asılan tabelâlardan yakınıldı ve çevre bilincinin yokluğundan, kültür eksikliğinden kaynaklanan bu sorunun nasıl çözümlenebileceği üzerinde duruldu.

Ben Eskişehir’i severim. Oraya, yazın, kışın, hava çok sıcakken, Porsuk donmuşken, birçok kez gitmişliğim var. Ben Eskişehir’i, içinden geçen akarsu, yani Porsuk nedeniyle Seine Nehri’nin ikiye böldüğü Paris’e benzetirim hep. Bu seferki gidişimde, bu benzerliğin somut bir kanıtını, kaldığım otelin penceresinden dışarı baktığımda yakaladım. Karşımda duran ve suyun içinden, ileriye, bana doğru uzanan burun, Paris’teki “Ile de la Cité”nin sanki ikiz kardeşiydi. Üzerinde yalnızca Notre-Dame Katedrali eksikti.

BİLECİK

Panelden sonra hemen İzmir’e dönmek yerine, yörede biraz dolaşmanın daha iyi olacağını düşünerek, Bilecik’e doğru yola çıktım.

Kim ne derse desin, Bilecik demek, biraz da, derince bir vadinin içinde yer alan Şeyh Edebali Türbesi ve onun hemen yanıbaşındaki Orhan Camii demektir. Bu anıtların çevresi eskiden daha bakımsızdı; şimdi bir hayli düzenli. O vadide bir de, camisi olmayan yalnız minareler var. Bunlar, yeşillikler arasından, hüzünlü dikilitaşlar gibi yükseliyorlar ve insanı çok etkiliyorlar.

SÖĞÜT

Söğüt’e giderseniz, şimdiki yerleşme alanının biraz dışında, Ertuğrul Gazi Türbesi’nin az ötesinde, otağı andıran bir yapı görürsünüz. 1970’lerin ortalarında inşa edilmiş olan bu bina, yakın zamanlara kadar Etnoğrafya Müzesi olarak kullanılıyordu. Şimdi orayı kapatmışlar ve müzeyi, ilçe merkezine taşımışlar. Bugün, restore edilerek müzeye dönüştürülmüş olan bina, eskiden Kaymakam Evi imiş ve bir ara Tekel tarafından da kullanılmış.

Bilecik-Söğüt yöresi, daha sonraları üç kıtaya egemen olacak olan görkemli bir imparatorluğun, Osmanlı İmparatorluğu’nun, bebeklik, çocukluk yıllarını geçirdiği yöredir. Bu nedenle de, orada gezmek çok heyecan vericidir.

Bu heyecanı, elbette ki ben de duydum. Ama bu kısa ve hızlı gezim sırasında, mimar olarak, beni daha başka şeyler, örneğin Söğüt çıkışında ya da Dereköy yolunda rastladığım, cepheleri boydan boya, baştan aşağı yeşillikle ya da dev bir resimle kaplı evler de çok heyecanlandırdı.

İNÖNÜ

Söğüt nere, İzmir nere? Söğüt’ten İzmir’e nasıl gidilir?

Karayolları haritasını inceledikten sonra, kentime, Kütahya-Balıkesir yoluyla dönmeye karar verdim.

Bu yol, İnönü’den geçiyordu. Bilindiği gibi, bu ilçemiz, İsmet Paşa’nın, Kurtuluş Savaşı sırasında kazandığı zaferle, Mustafa Kemal’in dediği gibi, “yalnızca düşmanı değil, aynı zamanda ulusumuzun makus (ters dönmüş) talihini” de yendiği yerdir. Az önce ziyaret ettiğim Söğüt, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş yıllarının anılarıyla doluydu; şimdi içinde bulunduğum İnönü ise, o imparatorluğun yıkılış anılarıyla dolu.

İnönü Zaferi’ni simgeleyen anıta uzun uzun baktım. İnsanı duygulandırıyordu ama, bir sanat başyapıtı asla değildi.

KÜTAHYA

Fizyolojik yapımız gereği, tuvaletler, evlerden saraylara, fabrikalardan kültür merkezlerine, bütün binaların vazgeçilmez öğeleridir. Ne var ki bu mekânları, genellikle, gizleyebildiğimiz kadar gizleriz; onların bağımsızlık kazanmalarına, öne çıkmalarına, genellikle engel oluruz. Ancak, çok özel durumlarda, “sokak tuvaletleri” ya da daha somut, daha yaygın bir deyişle, “umumi helâlar” söz konusu olduğunda, tuvalet olarak kullanılmak üzere inşa edilmiş, bağımsız yapılarla karşılaşırız.

Bu anlamdaki “tuvalet mimarisi”nin, ülkemizde çok ilginç örnekleri vardır. Bunlardan birine, Kütahya’ya yaklaşırken rastladım. Bir yol üstü çeşmesinin hemen yakınındaydı. Yanına gittiğimde, bu minik mi minik yapının, üst üste konmuş iki bidondan oluştuğunu gördüm. Altta ise, toprağa gömülmüş bir alaturka helâ taşı vardı.

O gece, “çini diyarı” Kütahya’da, tesisat bacasının kapaklarına kadar, her yeri çini kaplı bir otelde konakladım.

Kütahya’da eskiden yemek yiyecek yer bulamazdık. Şimdi birçok evi, daha doğrusu konağı onarıp restorana dönüştürmüşler. Kütahya Kalesi de epeyce onarım görmüş.

Ahmet Yakupoğlu, Kütahya eşrafından, yaşı 80’i aşmış bir ressam. Onun adına düzenlenen park çok güzel. Bir resim galerisine, bir resim müzesine benzeyen evinin az yukarısındaki Çinili Cami’yi, Yakupoğlu tasarlamış ve inşa ettirmiş. Adından da anlaşılacağı üzere bu cami, tepeden tırnağa çini kaplı.

Sabah 9:30’dan, öğlen 13:30’a kadar, 4 saat süren Kütahya şehir turunu tamamladıktan, öğle yemeğini, kentin yakınındaki mesire yerlerinden biri olan Çamlıca’da yedikten sonra, yola çıktım.

Az sonra, yaz sıcağında, dümdüz uzayıp giden, uçsuz bucaksız bir arazi üzerine inşa edilmiş bir binalar topluluğuyla karşılaştım.

Bir kampüsmüş bu; Dumlupınar Üniversitesi’nin kampüsüymüş.

“Kitsch” bir görünüşü olan giriş kapısı, beni bir mıknatıs gibi çekti.

Bana kampüsü gezdiren genç bir öğretim üyesinden, binaların, Konyalı bir mimar tarafından tasarlandığını, ama ortaya çıkan eserde, o zamanlar görevde olan rektörün büyük payının bulunduğunu; bu sayın profesörün, mimar olmamasına karşın, inşa edilecek mekânları, tefrişine kadar, kafasında, gözünde canlandırabildiğini; kampüsün, Osmanlı ve Selçuklu mimarisinden esinlenilerek tasarlanıp inşa edilmesini arzuladığını öğrendim.

Kampüsteki cami, bu açıdan son derece ilginç. Bina, uzaktan bakıldığında, tipik bir Selçuklu yapısı. İçine girdiğimizde ise, çok kolonlu bir ulucami ile karşılaşıyoruz. “Memleketimden Mimarlık Manzaraları” içinde yerini çoktan almış olan bu anakronik caminin kolonlarına gelince, onlar ahşap.

Bu icerik 3161 defa görüntülenmiştir.