364
MART-NİSAN 2012
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
MİMARLIK VE EĞİTİM KURULTAYI

Kurultay’ın Düşündürdükleri

Zuhal Ulusoy, Prof. Dr., Kadir Has Üniversitesi

Bu yazı, akademianın bir mensubu olarak mimarlık eylem alanının dünyada ve ülkemizde yaşadığı açmazlara dikkat çekmek, Mimarlar Odası’nın desteğinin hakkını vermeyle ilgili bir özeleştiri yapmak üzere yazıldı. Oda’nın üstlendiği mesleki ve toplumsal sorumlulukların gözardı edilemeyecek önemde olduğunu, geçmişin izlerini korurken geleceği de kollamak misyonunu azimle ve yılmadan üstlendiğini, mevcut konjoktürde yukarıdan gelen dayatmalara karşı çıkan etkin aktör sayısının azlığı dolayısıyla rolünün vazgeçilmez olduğunu düşünüyorum. Mimarlık mesleğinin yasal ve örgütsel mücadelesini yürütürken, bir yandan da örgün ve yaygın mimarlık eğitimiyle ilgili üstlendiği sorumlulukları takdirle karşılıyor, Mimarlık ve Eğitim Kurultayları’nı düzenleyerek aktörleri biraraya getirme çabasının son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Aşağıdaki metnin bir tür şeytanın avukatlığı olarak okunmasını dilerim.

Aykırı İngiliz yönetmen Peter Greenaway’in 1988 tarihli “Drowning by Numbers”(Sayılarla Boğulmak) filminin açılış sahnesinde bir kız çocuğu, takıntılı biçimde bir yandan ip atlayıp atlayışlarını sayarken, diğer yandan da gece gökyüzündeki yıldızları sayar. 16-18 Kasım’da İzmir’de yapılan Mimarlık ve Eğitim Kurultayı VI, bu filmi düşündürdü. Kurultaydan en çok aklımda kalan sayılar oldu. Mevcut durumumuzdaki sorunlar ve bunlarla ilgili iyileştirme önerileri sayılarla ifade buldu. Uluslararası standartların da sayılarla tanımlanmasında olsa gerek, kurultay boyunca sayılarla haşır neşir olduk, saydıkça derdimiz eksilmeyip arttı, ama mimarlığın ve eğitiminin uzun erimli geleceğini, gelecekte üstleneceği rolü kapsamlı bir şekilde konuşmaya sıra gelemedi. Oysa çeşitli platformlarda tartışıldığı gibi mimarlık, bir eylem alanı olarak ciddi bir kriz yaşamaktadır; varoluşunu, etkinlik alanını ve sorumluluklarını yeniden ve radikal biçimde tanımlama zorunluluğuyla karşı karşıyadır.

Kurultayın alt başlığı “Mimarlık Eyleminin Gelişimi ve Çeşitlenmesi” olarak belirlenmiş. Durumu yine sayılarla açıklayayım: 3 gün boyunca 14 oturum gerçekleşti. 8 çalışma grubunun hazırladığı raporlar kurultay katılımcılarıyla paylaşıldı. Toplam 30 küsur konuşmacı söz aldı, mimarlık eğitimi kapsamında düşünülebilecek hemen her başlıkta durum tesbiti yapıldı. Çalışma gruplarının, tartışmasız yoğun bir emek ve özveriyle aylardır topladıkları verilerin dökümlerini sayılarla, çizelgelerle, çeşit çeşit istatiksel grafiklerle izledik. Her oturumun sonunda soru-cevap, yorum ve tartışma için zaman ayrılmıştı. Sondan bir önceki oturumda kurultayla ilgili genel bir değerlendirme sunuldu ve kurultayın en son oturumu olan “Forum”da sonuç bildirgesine girmek üzere toparlayıcı kısa katkılar yapabilmeleri için salondaki katılımcılara söz verildi.

Birkaçı dışında tüm oturumları izledim, konuşmalar ve yorumlarda not tuttum, aklıma takılan konuları üç gün boyunca her fırsatta kafamda evirdim, çevirdim, ben olsam neler derdim diye dert edindim, notlar aldım. Ulaştığım birkaç saptamayı paylaşayım:

Birinci saptama: “Mimarlık Eyleminin Gelişimi ve Çeşitlenmesi” başlığı, mimarlık akademiasina mesleklerinin/disiplinlerinin karşı karşıya olduğu, yukarıda sözü edilen krize dair, mimarlığın uzun erimli geleceğiyle ilgili çağrışım yapmıyor olsa gerek. Elbette mevcut durumdaki temel sorunlara değinildi; bunların iyileştirilmesi, yeni kurulan okullardaki eğitimin kalitesi, nitelikli eğitmen eksikliği, dolayısıyla yakın gelecekteki tedavisi üzerinde duruldu. Ancak, mesleğin nereye gittiği, sadece önümüzdeki beş-on yıl değil, daha uzun erimli gelecekte nasıl bir rol üstleneceği konusunda ciddi bir vizyon gerektiği üzerine konuşulmadı. Oysa mimarlığın 21. yüzyıldaki konumunun ne olduğu, bunun eğitimdeki karşılığı, gençlerin nasıl bir mesleki hayata ve pratiğe hazırlanması gerektiği acil ve kaçınılmaz sorular. Ülkede yıldırım hızıyla değişen yasal ortamla nasıl başedileceği, varoluş zemininin altından kaydırılmaya çalışıldığı bir mesleğin eğitiminde bu işlevsizleştirmenin nasıl karşılandığı, bu durumla nasıl mücadele edilebileceği de öyle. Biz “neyin eğitimini, niye yapıyoruz” gibi temel sorunlara değinilemedi. Sunumları, konuyu tarihsel ve eleştirel bir çerçeveye yerleştiren bir-iki değerlendirme ile oturumların sonunda sabrı taşmış birkaç dikkatli katılımcının haklı çıkışı dışında, sayılarla büyülenmiş bir şekilde izledik.

Oysa açılış oturumunda Mimarlar Odası Genel Başkanı güncel yasal durumla ilgili son derece net ve vahim bir çerçeve çizmiş, iktidarın hiçbir sorgulamaya izin vermeyecek şekilde yeni yasalar ve yasa bile olmayan kanun hükmünde kararnamelerle kendisini sağlama, geleceğimizi de rehin almasını lafı dolandırmadan anlatmıştı. Bir sonraki oturumda ise, bu konularda uzman bir avukatın yaptığı hukuki açıklamalar ve değerlendirmeler hâlâ umut olduğunu hatırlatıp yüreğimize su serpmişti.

Hemen her gün çeşitli mecralarda yakından izliyoruz ki artık kent, mimarlık, güncel konumuz kentsel dönüşüm, hatta deprem riskine karşı alınacak radikal önlemler üzerine yapılan tartışmalarda mimarlara danışma ihtiyacı bile duyulmuyor. Depreme dayanıklılık amacıyla bütün memleketin baştan başa yeniden inşa edilmesi (ölçek ve kapsamı hafsalaları zorluyor ama konuşulan konu bu) tartışmalarında görüşlerine başvurulan, ağızlarından çıkan her söz can kulağıyla dinlenenler, ulusal ve uluslararası emlak yatırımcıları, bunların çeşitli örgütleri ve ne yazık ki, yıkım şirketleri. Bunun anlamı şu: Mimarlığın gelecekte, yapı sektörünün bile değil, emlak sektörünün alt hizmet alanlarından biri olarak tarifleniyor olması; bu durumda en önemli görevi de, bir yerin en üst rant değerine ulaşmasını sağlamak oluyor. Önce bu durumu saptamak gerek.

Elbette bu alandaki tüm gelişmelerin sadece bize özgü olduğu söylenemez. Yapılı çevrenin üretimi ve yeniden üretimi ekonominin temel dayanaklarından biri. Dünyanın hemen her yerinde bu sektörde radikal değişiklikler yaşanıyor, roller değişiyor, yeniden tanımlanıyor ve paylaşılıyor, farklı meslek gruplarının üstleneceği yeni sorumluluk alanları tarifleniyor. Kaldı ki tüm bu değişiklikler ille de sadece olumsuzluklar içermiyor. Eğer istenirse bu yeniden yapılanma daha güvenli, sürdürülebilir, toplumsal ihtiyaçlara uygun bir yapılı çevrenin üretilmesinin yollarını kurmak için değerlendirilebilir; “tanrı mimar”ın yerini farklı disiplinlerin ve çeşitli meslek gruplarının katılımıyla oluşan ekiplerin aldığı bir mesleki pratiğin temelleri atılır. Ama durumun gerçekçi ve derinlikli bir tesbiti yapılmadığı, sıkıştırılmışlıkların, yapısal sorunların ve hâlâ mevcut potansiyellerin adı konmadığı sürece elbette verimli tartışmalar yapılamaz, yaratıcı öneriler getirilemez, vizyon geliştirilemez. Kurultay keşke bunları da tartıştığımız bir platform olabilseydi.

İkinci saptama: Mevcut durum değerlendirmesi denince verilere/sayılara çoğunlukla siyah-beyaz netliği ve indirgeyiciliğiyle yaklaşılmakta. Dolayısıyla bildik konularla ilgili çiğnene çiğnene artık çürümüş yakınmaları bir kez daha duyduk. Her gün artan üye sayısından, her yıl açılan yeni mimarlık bölümlerinden, her eğitim yılında mimarlık okullarına başlayan öğrenci sayısından haklı olarak yakınıldı. Sınırlı kaynak ve kapasitelerin bu hızlı artışı karşılayamayacağı aşikâr. Ama her sorunda olduğu gibi, bu çokluğun barındırdığı potansiyelin açılımlarını tartışmakta yarar olduğunu konuşmaya fırsatımız olmadı.

En çok yakınılan konulardan bir diğeri de mimarlık bölümlerinin içinde yer aldığı akademik yapıdaki farklılıklardı. Kiminin mühendislik, kiminin güzel sanatlar, kiminin de doğrudan mimarlık fakültelerinde yer almasının, her biri farklı eğitim verdiği için, doğru olmadığı yaklaşımı genel kabul gördü. Çeşitlenmenin, özellikli olmanın, yenilikçi eğitim modelleri geliştirmenin değeri nedense gözardı edildi. Tüm mimarlık okullarında aynı derslerin, aynı şekilde, aynı içerikte verilmesinin, hatta her ders için ortak ders kitapları üretilmesinin aslında mimarlık meslek okulları kurmak demek olduğunu kavramak gerek. Standart tartışması ilginç bir şekilde neredeyse tüm okulların aynı standartta buluşması gibi algılandı; aslolanın mevcut standartların yükselmesi olduğu, belki de bir tür rekabet demek olacağı için, atlanıldı. O kadar yakınılan YÖK’ün yapamadığını yapmaya, ne var ne yok tüm üniversitelerin hepsini aynı üniformaya sığıştırmaya kimsenin heves ettiğini sanmıyorum elbette. Herhalde konuşmacılar söylediklerinin tam da bu anlama geleceğinin farkına varmadı.

Oysa yukarıda değinildiği gibi, yapı sektörünün asıl ihtiyacı, artan ve çeşitlenen rollere uygun, uzmanlıklarıyla farklılaşan, büyük ekiplerde çalışmaya yatkın, kendi beceri ve donanımlarına en uygun görevleri almaya hazır, iyi eğitim almış ve öğrenmeye açık, hadi çekinmeden söyleyeyim, biraz da tevazu sahibi, mimarların yetiştirilmesi. Dolayısıyla sayıları artan mimarlık okullarından birbirinin aynısı mezunlar verilmesinin işsiz mimarlar ordusuna katkı yapmaktan başka bir işe yaramayacağı son derece açık ve net. Tamamen aynılaştırılmaya çalışılan müfredatlarla mimar olmalarını umduğumuz, olamayınca da tüm sorumluluğu yeteneksizliklerine yıktığımız öğrencilerin önüne gelecekte üstlenecekleri rollerin çeşitliliğine uygun seçenekler sunuyor muyuz? Farklılaşan ve çeşitlenen rollere uygun meslek insanlarını yetiştirmek mimarlık okullarının değilse kimin görev ve sorumluluğu?

Eğitim kurumlarından söz edilince lafın dönüp dolaşıp vakıf üniversitelerine gelmesi artık kanıksadığımız bir durum. Bu bağlamda, vakıf üniversitelerindeki mimarlık bölümlerinden de yakınıldı, verilen eğitimin kalitesine güvenilmediği ima edildi. Niteliğin devlet veya vakıf üniversitesi olmakla açıklanamayacağı, her iki yapılanmanın da iyi ve kötü örneklerinin bulunduğu gibi önyargısız bir bakış, bilindik ayrımı tartışmaya yol açacağı, indirgeyiciliğin getirdiği rahat ve huzuru zedeleyeceği için, geliştirilemedi. İronik bir şekilde bu saptamaları yapan hocaların büyük bir kısmı artık vakıf üniversitelerinde çalışmakta; çıkabilecek huzursuzluklar “buradaki okulları kasdetmiyoruz elbette” diye politik açıklamalarla bertaraf edildi.

Üçüncü saptama: Yapılı çevrenin hal-i pür melalinden bizim sorumlu olmadığımız hususunda vicdanları rahatlatan yorumlar dinledik. Hatta gündemdeki Van depremi sonrasında yüzümüze çarpan rezalet konusunda bile meslektaşlarımıza haksızlık etmememiz, oralarda yapıların büyük çoğunluğunun zaten ruhsatsız olması nedeniyle bizim sorumluluk alanımıza girmediği savunuldu. Ama mesela yıkılanların yüzde kaçının ruhsatlı yapılar olduğu, ruhsatlı olmasına rağmen yıkılan yapılara ruhsatı kimlerin verdiği gibi akla takılan sorular geçiştiriliverdi. Deprem Yönetmeliği öncesinde ve sonrasında inşa edilmiş yapılar arasında yıkılma oranı açısından nasıl bir farklılık olduğu sorulamadı bile. Yolsuzluğun norm olduğu bir ortamda, ne yönetmeliğin ne de ruhsatın bir anlam ifade edeceğini açık açık söylemek gerek. Ancak bunun söylenmesi aslında ruhsatsız yapılanmanın doğrudan mesleki bir sorun olduğunu itiraf etmek demek. Oralara kadar gidemeyince mesleki etiğin ne olduğunu, mesleki sorumluluk kavramının neleri kapsadığını tartışma imkânı da bulamadık.

Dördüncü saptama: Sayıların “nesnel”, dolayısıyla “zararsız” dünyasına kaptırınca nitelik tartışmasına kolay kolay sıra gelmiyor. Nitel değerlendirme temelinde bir görüş, duruş, vizyon gerektirir. Sayılarla tarif etmek, tablolar oluşturmak, grafiklerle durum saptamasında bulunmak bir konuyu enine boyuna tartışmanın kaçınılmaz ve ilk aşaması. Ama orada takılıp kalınınca sayılar sadece tehditler (her yıl artan mimarlık okulu sayısı sorunu), açmazlar (mimarlık okullarına başlayan öğrencilerin sayısı), çıkmazlar (yetersiz fiziksel ve akademik koşullar) olarak görülebiliyor. Bu arada, hemen her konuşmacı istatistiksel değerlendirmelere dayanak oluşturan verilere ulaşmakta yaşadıkları sorunlara değinerek sayıların aslında çok da güvenilir olmadığını belirti. Her şeyi sayılara bağladıktan sonra onların da güvenilmez olduğunu söylediğimizde ne yazık ki tartışma dayanağını yitiriyor.

Sayılara fazla takılmayıp barındırabilecekleri olumlulukları bulmaya çalışmak da bir seçenek: 40 bin üyeli bir örgütün nasıl büyük bir mücadele potansiyeli taşıdığı; her yıl mimarlık okullarına başlayan 4 bin küsur öğrencinin alacakları nitelikli eğitimle nasıl bir dönüştürücü kapasiteyi temsil ettikleri; eğer bu artış giderek daha çok sayıda gence mimarlık eğitiminin yere göğe sığdıramadığımız temel formasyonunu vermek demekse bunun nasıl hayırlı bir duruma evrilebileceğini gözardı edemeyiz. Elbette açılan yeni bölümlerle, artan öğrenci sayılarıyla ilgili bir sorun var, ama bu sorun doğrudan eğitim kalitesiyle, yetkin öğretim elemanı sayılarındaki yetersizlikle ilgili. Bu konuda nasıl stratejiler geliştirilebileceği en önemli sorun olması gerekirken, pek gündeme gelemedi.

Yukarıdakilerin aslında mimarlık akademiasının genel durumunu yansıttığını söylersem herhalde büyük bir haksızlık yapmış olmam.

Yine de tekrar teslim etmek gerek, saymak, sınıflandırmak, etiketlemek rasyonel analizin ilk aşaması. Bu aşamadan geçmeden, bunların dayanak oluşturduğu bir durum tesbiti yapılmadan, sorunlar adlı adınca tariflenmeden elbette ne çözüm önerileri geliştirilebilir ne de stratejiler belirlenebilir. Ama asıl sorun bu sayma ve sınıflandırma aşamasının kendi başına bir amaç olmasında; sayılarla, tablolarla, şemalarla yetinilmesinde. Aslında yapılması beklenen iş bir tür ‘bilimsel’lik içeriyor: Bu kadar çok verinin ne demek olduğu, bunların hangi argümanı desteklemek için toplandığı, eğer bir sorun varsa hangi çerçevede tartışılmasının öngörüldüğü, hangi sorunların hedef alınarak nasıl çözümlere ulaşılmasının amaçlandığı ve ne tür stratejiler geliştirileceği başlı başına rasyonel bir aklın çalışma biçimidir ve bilimsellik de temelde bunu gerektirir. Mimarlık akademiası bunu elbette bilir. Ama bir yandan YÖK’ten kurtulalım derken, özgürlük ve demokratik hakların sonuna kadar savunulacağını ifade ederken, bu özgürlük ve bağımsızlıkla ne yapılacağının, mimarlık ve eğitimi için nasıl bir gelecek öngörüldüğünün, bu geleceği kurmakta akademisyenler olarak hangi görevleri üstleneceğimizin belirsiz kalması, savunulanların tümüyle içselleştirilemediğini akla getiriyor. Kurultaya katılan genç hocaların değindikleri akademik dünyayla ilgili temel sorunların geçiştirilmesi, izlemeye gelen öğrencilerin kendi gelecekleriyle ilgili sorularına öğretmen edasıyla cevaplar verilmesi de bu konudaki yaygın tavrı gözler önüne sermesi açısından anlamlı.

Şunu teslim etmek gerek: Genelde mimarlığın yaşamakta olduğu varoluş krizinin ve ülkemizdeki hukuki kaosun farkında olup meslek ve toplum adına mücadele etmeye çalışan Mimarlar Odası’nı siyasi olmakla suçlamak büyük haksızlık. Mimarlar Odası meslek Odalarının yalnızca üyelerinin özlük haklarını kollayan, mesleki dayanışmanın örgütlendiği yerler olmadığının, bunların ötesinde toplumsal görev ve sorumluluklar üstlendiğinin ve bunlar da özünde tamamen siyasi konular olduğunun aktif bir örneği. Hepimizi doğrudan ilgilendiren mücadelelerde Odayı yalnızlaştırırken asıl gözardı ettiğimiz, meslek Odalarının topluma olan sorumlulukları ve bunların siyasi boyutları. Mimarlar Odası’nın bu misyonunu hakkıyla yerine getirdiğini yadsıyamayız. Eleştirel olması gereken akademiada ise artık böyle bir bakış ne yazık ki çok az dile getiriliyor, getirildiğinde de ortak bir vasatta buluşmanın rehavetine kapılınıyor. YÖK’ün aşamalı olarak kaldırılması tartışmalarının iktidar nezdinde kolayca kabul görmesinin nedeni de bu olmasın?

Görüldüğü gibi, sayılara olan takıntımıza dair bu yazıda bile saptamaları sayılarla ifade etmekten kurtulamadım. Bu arada, “Drowning by Numbers” filminin yönetmeni Peter Greenaway’in de bir mimar olduğunu hatırlatmak isterim.

Bu icerik 4406 defa görüntülenmiştir.