320
KASIM-ARALIK 2004
 
MİMARLIK'TAN

UIA 2005 İSTANBUL’A DOĞRU

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA Her Daim Gündemde: YARIŞMALAR

  • Şatolar Üzerine
    Gürhan Tümer

    Prof.Dr., DEÜ Mimarlık Bölümü, Yayın Komitesi Üyesi



KÜNYE
50 YILA TANIKLIK

Sevgili Aydın Boysan’la Bir Kahve İçimi Sohbet …

Söyleşi: Bülend Tuna, Mücella Yapıcı

Odamıza kahve sohbetine geldiniz ama, eğer izin verirseniz, kahvelerimizi içerken, MİMARLIK dergisinin 50. yıl değerlendirmesine ayrılan sayfaları için size birkaç soru sormak isteriz.

Hepimizin bildiği gibi, kuruluş öncesinden başlayarak Mimarlar Odası'nın kuruluşunda büyük katkınız var. Sizin de dediğiniz gibi çok uğraşmışsınız ve ilk yönetimin oluşmasında da emeğiniz var. O günlere, 50 yıl sonrasından baktığınızda, o zamanki ortamla bugünkü ortamı karşılaştırarak, neler söyleyebilirsiniz?

Şimdi başlayayım da, bir kahve ile kurtaramazsanız bunun sonu meyhanede biter.

Oda kuruldu. Taşkışla'da idi kongre. Taşkışla'daki kongre bitti. Biz seçildik. Seçilenler, Gündüz Özdeş, Kemali Söylemezoğlu, Nezih Eldem, Maruf Önal, Affan Kırımlı, Doğan Erginbaş ve ben... Alın evrakı dediler. Oda’nın evrakları bize verildi. Odalar Birliği daha önce kurulmuştu. Bunda bir terslik var. Var ama oldu. Odalar Birliği’nin kuruluşu ilkbaharda falandı, Mimarlar Odası'nın kuruluşu da İstanbul'da, sonbaharda oldu. Aylar geçti aradan. Şimdi, kuruluşun İstanbul'da olması ve hemen hemen bütün üyelerin İstanbul'dan seçilmesi dolayısıyla Mimarlar Odası Yönetmeliği düzenlenirken “Merkez İstanbul'dur” dendi. 6235 sayılı Kanun’da bu böyledir. Sonra 7303 sayılı Kanun çıktı. 6235 sayılı Kanun’un bazı boşluklarını ve pratik sorunlarını çözmek için çıkarılan bu kanuna madde ilavesini fırsat bilen Ankaralı meslektaşlar, bir kanunla verilmiş demokratik bir hakkı, oyun haline getirerekten, “Oda’nın Merkezi Ankara'dır” dediler. Sonra merkez Ankara'ya gitti. Aslında İstanbul'da kalması daha doğru olur gibiydi. Hani Ankara'ya gidince ne marifet oldu bilmiyorum. Ama, İstanbul'da kalsa ne marifet olabileceğinin hesabını yapmak da şimdi çok zor.

Her neyse biz yine o günlere dönelim. Şimdi Oda kuruldu, evrak başımızda kaldı dedik ya. Ondan sonra birinci toplantıyı yaptık. Gündüz Özdeş başkan oldu. Ben genel sekreter oldum. Doğan Erginbaş da sayman. Hepimiz çalışan, elde parası olmayan insanlardık. Oda’yı kurmak için masraf yapmak lazım. Kağıt masrafımız olacak, adam tutulacak, telefon alınacak... Bir bankadan sadece 2.000 Türk Lirası borç para aldık ve Oda’yı kurduk. Borç alaraktan.. Ve Oda’nın ilk kuruluşundaki mekânı, Mimarlar Birliği'nin 4. Vakıf Han’daki yeri oldu. İlk olarak oraya yerleştik. Resmî yerimiz orasıydı. Daha sonra biraz para toparlandı ve Taksim'deki yere geçtik. Yeni yapılmış, Taksim Sarayı diye bir iş hanında iki oda kiraladık. Bir odada sekreterlik yapılıyordu. Uzun bir süre orada kaldık. Ama daha önceleri, uzun bir zaman toplantılarımızı, Gündüz Özdeş'in Taşkışla'daki odasında yaptık. Yer yoktu çünkü. O odada akşam üzerileri toplanıyorduk. Daktilo makinesi bile yoktu. Ve mecburen gece yarılarına kadar daktilo yazarak, yazışmaları başlattık. Benim İdealtepe’deki evimde gece yarısı çalışmalarını yürüttük. Oda’nın kuruluşu işte böyledir.

Bütün bu zorluklar ve kısıtlı imkânlar ile verilen mücadeleler sonucunda, Oda kuruluşundan hemen sonra, ilgili bakanlık, valilik veya belediye ile ilişkiler nasıldı? Daha doğrusu hemen kurulan bir ilişki oldu mu?

Oldu. Hatta, İstanbul’da Fahrettin Kerim Bey, Belediye Reisi ve de Vali iken -o zamanlar iki makam aynıydı, ayrı ayrı değildi- biz, İstanbul’da bir estetik jüri kurulmasını sağladık, İstanbul Belediyesi’nde bir estetik jüri kuruldu. Bu estetik jürinin isimlerinden Fatin Uran‘ı hatırlıyorum. Ve bu jüri, ana meydan ve arterlerdeki bütün bölgelerde, yapılacak uygulamaların oraya yakışıp yakışmayacağı konusunda karar verme yetkisi olan bir kuruluş oldu, 6 ay kadar çalıştı. Ciddi bir kuruluştu. Mükemmel işler yaptı ama, 6 ay sonra Fahrettin Kerim Bey kendi düşüncesine ters gelen bir karar dolayısıyla kurulmasına karar verdiği bu estetik jüriyi lağvetti. Böylece, o zamanlar bodur rakı şişelerine Fahrettin Kerim denmesinin boş olmadığını da ispat etmiş oldu.

O zamanlar, bodur rakı şişeleri çıkmıştı, Fahrettin Kerim denirdi onlara. Hatta şöyle bir olay var, Moda Kulübü’nde Yeni Sabah’ın sahibi Safa Kılıçlıoğlu ile birisi, aynı rakı masasında dalaşıp kavga ediyorlar. Ve Safa Bey, masadaki bodur rakı şişesini kaldırıp, karşısındakinin kafasına vuruyor. Ortalık birbirine giriyor. Nasıl oluyor böyle bir kepazelik derken, tam o sırada, Fahrettin Kerim kulüp binasından içeri girmesin mi? Ve Doğan Nadi’ye rastlamasın mı? "Ne oluyor yahu?" diyor. Doğan Nadi, "Vallahi, ben de anlamadım beyefendi. Safa Bey, zat-ı alinizi kaldırıp, karşıdakinin kafasına vurdu" diyor. Şimdi, onun unutulmaz hareketlerinden biri de şuydu. "Taksim Meydanı’nda domates satarım haa, irtikap yapmayın" diyordu. Sonra ne yaptı? Kafasına bir kasket geçirerek Taksim Meydanı’na gitti. E canım, o kafasına kasket geçirse değil, dışına şişe geçirse tanınacak bir adamdı, boyu çok kısaydı. İlginç bir adamdı; o bıyıklar, o kafaya ağır geliyordu. Dolayısıyla Fahrettin Kerim’in tanınmaması mümkün değildi. Hele, bir kasket geçirerek kafasına tanınmayacağını iddia etmesi de tam bir komediydi.

O dönemin imar faaliyetlerinden bahsedelim isterseniz. Belediyenin "Menderes yıkımları" olarak anılan yıkımları var. O zamanlar Oda’nın tavrı ne oldu ?

Oda karşı koydu. Oda’nın kuruluş tarihi 1954’tür. Menderes yıkımlarının tarihi ise 1956’dır. Oda, o zamanlar da yine düşüncelerini beyan etti. Etti ama gürültüye gitti o laflar. Çünkü, öylesine bir demokrasi yaygarası koparılıyordu ki, o demokrasi yaygarası ortalığı gürültüye boğuyordu. Hatta, Demokrat Parti iktidarının son yıllarında, radyolarda -o zamanlar sadece radyo vardı halka hitap edebilen- Vatan Cephesi’ne ilhak edenlerin isimleri okunurdu. Dakikalarca, saatlerce sürerdi bu. Evet, Vatan Cephesi’ni kurmuştu Demokrat Parti. Vatan Cephesi’ne ilhak edenlerin isimleri okunması yoluyla sanki bütün millet onlarla birlikteymiş gibi bir hava yaratılmak isteniyordu. Haberlerden de sonraydı. Nereye rastlanırsa okunuyordu; bezdirmişti o okumalar. Bir takım isimler okunuyor okunuyor. Hiçbir şey ifade etmiyordu ki o isimler. Hiç kimsenin tanımadığı isimler. Binlerce onbinlerce vatandaş ismi okunuyordu. Bunun olumlu bir etkileme fırsatı olduğunu düşünüyordu onlar. Ters tepki yarattı aslında. Tabii, bu arada, demokrasinin ne olduğunu da öğrenemedik biz. Hâlâ da öğrenebilmiş değiliz.

Zaten, hiç çekinmeden söyleyeceğim şu ki, benim kanımca, bir millet aydın kafalara sahip olamadan, o aydın kafalar, ülkeyi yönetir hale gelmeden bir ülkenin demokrasiye kavuştuğunu sanması, kendini aldatmasından başka bir şey değildir. Olay bu.

Ve, İstanbul’un imarı diye yapılan iş, İstanbul’un tarihini mahvetmek oldu. Aşağılık bir işti.

Örneğin, İstanbul'un eski silueti fevkalade ilginç bir oluşumdur. Hatta, 1204’te IV. Haçlı Seferinde, bir takım Hıristiyanlar ile birlikte Kudüs’e gidecekken vazgeçerek Çanakkale Boğazı’ndan içeri giren 500 gemilik Haçlı donanması komutanı İstanbul’a yaklaşırken, İstanbul siluetini görüyor ve hatıralarını yazarken "İstanbul’un bu siluetini görünce içimizde yüreği titremeyecek kimse yoktu" diyor adam. Bunlar kan dökücü insanlar. Kan dökmekten asla çekinmeyen insanlar. Ama İstanbul’u görünce, onların bile yürekleri titriyor. Neden? Çünkü İstanbul’da tepeler birbirini takip ediyor. O tepelerde ta 1204’lerde Ayasofya yükseliyor. Ve önemli bir hadise daha, İstanbul surları denize kadar iniyor. Bir duvarla çevrilmiş İstanbul, bir koruma duvarıyla çevrilmiş. Önü deniz ve bunu yaşamasının ne olduğunu ben bilirim. Çünkü, Samatyalıyım, Narlıkapılıyım. Biz evimizde soyunur, denize öyle giderdik. Ve surlardaki deliklerden aşağı inerdik. İner inmez suya varırdık. Ve biz Samatya’da denizle birlikte yaşardık. Nasıl yaşardık? Balık tutardık. Balığı nasıl tutardık? At kuyruğundan yapılmış olta ile tutuyorduk. At kuyruklarından kıl koparırdık. Nasıl koparılacağını da bilirdik. Yoksa çifteyi yemek işten bile değildi. Canı yanardı çünkü hayvanın. Kılı koparırdık ve yandan yanaşırdık ata. Yana çifte atamazdı, arkaya atabilirdi çünkü. Önce üç tane üçlü, sonra üç tane üçlüyü burar, dokuzlu olta yapardık. İki tane dokuzludan onsekizli olta örülürdü. Böyle şimdiki gibi, fiyakalı oltalar yoktu. Onsekizli oltaya sahip olan, Samatya’da istediği kızı alırdı. Ama bir başka dava, kayalara takılırdı olta kopardı. İşte o zaman matem başlardı. Aylarca uğraşılmış bir olta o anda kopar giderdi. Hani on metreye kadar derinliklerde olsa dalar çıkarırdık. Ama daha derinliklerde olduğu zaman bulamıyorduk. Yaşam biçiminde mesela, surların üstünde çiroz kurutulurdu. Uskumru, zamanı gelince yağsızlaşır. Yağsız uskumru çiroz yapılır. Nasıl? Güneşte kurutularak. Surların üstüne onbinlerce yüzbinlerce çiroz asılırdı. Onlar sallanırdı.

Şimdi sadece, Anadolu kavağında var, biraz çiroz onlar da istavritten...

Bir şey daha; ve surların üstünde yazmalar kurutulurdu. Deniz kıyısında yazmacılar vardı. Bunlar bir baskı biçimidir. Daha sonra Bedri Rahmi, bu işe gönlünü verdi. Rahmetli çok hoş örnekler yaptı.

Eşiyle birlikte yaptı.

Evet,evet. Surların üzerinde binlerce yazma olurdu. Samatya’da bir tiyatro vardı. Tiyatroyu yaşatan bir semttik biz. Narlıkapı Tiyatrosu vardı. Bu tiyatroda sahnenin üstü kapalıydı ama seyircinin üstü açıktı. Yazları oynanırdı. Oraya Şehir Tiyatrosu gelirdi, pazarları. Şehir Tiyatrosu’na çok giderdik biz. Haftada iki kez, tiyatroya gittiğimiz olurdu. Bedia Muvahhit‘i ben o sahnelerden çok iyi hatırlıyorum. Bir Papazın Kızı’nı oynardı ki yüreğime girerdi. O kadar hoş oynardı ki o Papazın Kızı’nı. Hayran olurdum o Papazın Kızı oyununa. Defalarca seyrettim oyunu, sırf Bedia Muvahhit’i göreyim diye. Arada 50 yıl geçti. Bir arkadaş evinde oturuyorduk. Bedia Hanım’ın yanına oturdum ben de. O günlerde bir röportaja gelmişlerdi. Türkiye’nin en güzel üç kadını kim diye sordular. Dedim ki birincisi, Bedia Muvahhit. O zamanlar 90 yaşına yakındı. Bunu da yayınladılar. Sonra adam aptal aptal baktı yüzüme niye öyle dedim diye. "Sen onu Papazın Kızı rolünde gördün mü" dedim. Bunu gazetede okumuş Bedia Hanım. O sofrada elimi tuttu. "Bana bak" dedi, "Benden geçen yüzyıldan bahsediyormuş gibi bahsetme" dedi. Olağanüstü hoş bir hanımdı.

Samatya bölgesinin önündeki surların önünün kapanması, önünden yol geçmesiyle ilgili bir anekdot izlemiştik. Büyük yıkımlar yapılıyor Menderes zamanında. Bunların döküm yeri Avcılar’da bir yer ve dökülecek olan miktarla taşıyacak olan kamyon sayısı arasında büyük bir orantısızlık var; araç yetersiz. "Yenikapı’dan dökelim, lodos alır götürür" diyorlar. O günlerde nedense o kuvvetli İstanbul lodoslarından olmamış...

Olsa da, götürmezdi zaten. O kadar da vahşi değildi. Ayrıca o toprakları lodosun götürmesi istenmiyordu ki. Surların önünden bir sahil yolunun geçmesinin çok iyi olacağını düşünüyorlardı. O nedenle toprak döktükleri yerlerin dışına büyük taşlar koydular. Rıhtım inşası gibi bir şey yaptılar burada. Lodos toprakları götürmesin diye yaptılar.

Peki bu yıkımlarla ilgili bir düşünceniz var mı? Menderes’in bu yıkımları çok önemsediğini; Valilik'te kendisine bir oda ayırdığını ve işlemleri çok daha yakından izlemek için yıkımlar sırasında orada kaldığını biliyoruz. Peki bu imar hareketinin planlama süreci nasıl gelişti?

Tamamıyla doğaçlama bir şekilde. Şimdi, bir sahneyi anlatırsam işin ciddiyeti daha iyi anlaşılacak. Menderes, Beyazıt’ta duruyordu. Parmağıyla ufku işaret ediyordu. "Burayı açın" diyor, orayı açıyorlardı. Evet, orayı açıyorlardı. Ve yapılan işi, yapıldıktan sonra planlara geçiyorlardı. Kepazelik budur, yürekler acısıdır.

Bu arada pek çok binanın üzerinden yol geçmemesine rağmen, yıkıldığını da biliyoruz.

Tabii, başka bir hadise daha var. İstanbul, genellikle bir iki katlı bahçe içinde evlerin, hiç değilse, önünde bahçe olan evlerin bulunduğu bir şehirdi. Bütün bunlar yıkıldı. Geniş yollar açıldı. On katlı apartmanlar yapıldı. Bu, bir çeşit tarih hırsızlığıdır. Alçakça yapılmış bir tarih hırsızlığıdır. Bu hırsızlık yapıldı ve başka bir şehir oldu İstanbul... Eski İstanbul yok oldu. Şehir nüfusu zaten on misline taşmıştı. Nüfus olarak on misline taşmış bir şehri, ille de eski İstanbul içine mantar tıkar gibi tıkamaya çalışmakta bir budalalık vardı. Budalalığın ötesinde bir alçaklık vardı. Diğerini yaparken bari bunu koru değil mi? Ancak, Adnan Menderes kendi partisinin grubunda bir gün bir yanlışı dolayısıyla tehlikeye girince "Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz." diyebilmiş bir yönetici idi. İşte bu anlayışın ürünüdür o dönemin imar hareketleri...

O dönemlerde koruma bilinci Türkiye’nin gündeminde de pek yok. Eski eserlerin korunması ile ilgili yasa var ancak korunması gereken alanlar, çevre ile ilgili bir koruma bilinci ya da hukuku yok. Bu arada, o yıllar da modern mimari ile ilgili bir gelişme görüyoruz, bir takım devlet binalarında olsun, tekil, sivil binalarda olsun. Bugün neredeyse eski eser olarak koruma altına almamız gereken özgün çizgisi olan modern mimari örnekleri var. Sizin yapıtlarınız da var. Fakat bu devam etmedi. O dönemlerdeki kendine özgü modern çizgi arayışı, sizce neden devam etmedi ya da geliştirilemedi?

İlerlemeyişin sebeplerinden birisi, mimarlık eğitiminin sulandırılmış olmasıdır. Bu sulandırma, çok sayıda üniversitenin ve mimarlık fakültesinin açılması veya özel üniversitelerde mimarlık eğitiminin hafife alınması gibi sebeplerden kaynaklanıyor. Ama bir de, mimarlığın toplum tarafından önemsenmemesi olayı var. Önemsenmiyor ki. Öyle seviyesiz davranışları olabiliyor ki, parayı kullanan yetki sahiplerinin... Onların mimarlığı önemsemesi mümkün değil. Ve, Türkiye’deki en garip işlerden bir tanesi ise, yatırım yapacak olan insanın, -sanayide olsun konutta olsun- ilk iş olarak, mimarla olan pazarlıkta dişlerini göstermesi. Hani bütün kâr etme marifetini orada gösteriyor. Orada bitiyor bu iş... Bu anlamda kullanıcının eğitilmesi çok önemli. Belki Oda’nın bugün bile, yani kuruluşundan 50 yıl sonra, yapacağı en önemli iş, mimarlığın önemini topluma anlatmak olacaktır. Bu arada kahveler bitti, bana müsaade…

Bu sıcak sohbet ve tüm emekleriniz için çok teşekkür ederiz. Daha güzel günlerde birlikte olmak umuduyla…

Bu icerik 4414 defa görüntülenmiştir.