326
KASIM-ARALIK 2005
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
DOSYA: Kentleri Paylaşmak

Sınırları Olmayan Kentleşme Hakkında Notlar:

Toprağın Sahibi Kimdir? Kentin Sahibi Kimdir?

Ruşen Keleş

Prof. Dr., Ankara Universitesi, Doğu Akdeniz Üniversitesi

Sıkça karşımıza çıkacak bazı kavramlar hakkında birkaç sözle başlamak istiyorum

1. Her şeyden önce, bu önemli toplantı bağlamında, kentler “pazaryerleri” olarak görülmektedir; yani piyasalar. Pazaryerleri, maddi ve maddi olmayan değerlerin el değiştirdiği, alınıp-satıldığı yerlerdir. Kenlerin pazaryerleri olarak algılanmasının hem olumlu, hem de olumsuz çağrışımlar yapan sonuçları olabilir. Bu algılama, sermayenin gerektirdiği küresel degişimin ihtiyaçlarına yanıt veriyor olabilir; ama aynı zamanda mimarlar topluluğunun ısrarla savunmakta olduğu bazı temel değerlerle de çelişebilir.

2. “Sınırları Olmayan Kentleşme”, bana şu anda böyle bir kentleşmenin var olduğu, veya gelecekte var olmasının beklenebileceği ve belki de arzu edilebilir olduğu izlenimini veriyor. Bu soruların hiçbirine olumlu yanıt verilemezmiş gibi görünüyor. Çünkü tüm toplumlarda, diğer disiplinlerde olduğu gibi, kentleşme ve yapılı çevrede de, oran ve uyum, kendi başına nicelikten daha önemli etmenlerdir. Belli bir noktaya kadar her alanda büyüme istenen bir gelişşmedir. Ama o kritik eşikten sonra, negatif dış etmenler çoğalmaya başlar. Nasıl ki, 2,5 metre boyunda veya 250 kilogram ağırlığında bir insan da, sağlıklı bir canlı olarak değerlendirilemez.

Benzer şekilde, 20 ila 30 milyon nüfusu olan bir kent, sınırsız ve denetimsiz büyümenin birçok hastalık belirtilerini göstermeye başlar. İşte, büyümenin bu olumsuz sonuçları nedeniyle, Roma Kulübü çevre hakkında o çok iyi bilinen “Büyümenin Sınırları” başlıklı raporunu üretmiştir (1972). Aynı yıllarda, F. Schumacher de “Küçük Güzeldir” adlı ünlü kitabında makul büyüklükte olmanın erdemlerini vurgulamıştır.

Kavramsal olarak, her kentsel topluluğun nüfus ve arazi bakımından optimal bir büyüklüğü olmalıdır. Louis Wirth’in tanımladığı yaşam biçimi anlamında kentlilik, tam kırsallıktan tam kentselliğe uzanan bir süreklilik üzerinde bir derece meselesi olarak görülebilir, ve o yönde ilerlemeye değebilir.

3. Üçüncü kavram olarak da, mülkiyet hakkında yorum yapmak istiyorum. Arazinin ve kentin mükiyeti. Arazinin sahibi kimdir? Kentin sahibi kimdir? Arazinin sahibi olanın, aynı zamanda kentte olan bitene de hakim olması; onları biçimlendirme ve yönlendirme olanaklarına sahip olması anlamında, bu soru cümlesi isabetli sayılabilir.

Ancak, bireylerin mutlak anlamda hem arazinin hem de kentin sahibi olabileceği varsayımı yanlıştır. Bu tabii kuşkusuz salt bir semantik olgudan daha fazla birşeydir. Ne arazi, ne de kent, bireysel mülkiyet hakkının konusu olamazlar. Bunların sahibi, bugün yaşamakta olan kuşak değildir. Bunlar mevcut kuşağın mülkiyetinde (ownership) değil, sahipliğindedir (possession) ve öyle görülmelidir. Çünkü, maddi olan ve olmayan varlıklar olarak, önceki kuşaklardan miras alınırlar ve alındıkları zamankinden daha kötü olmayan koşullarda, sonraki kuşaklara aktarılırlar.

Bunlar kamu yararına bir vakıfın koruduğu değerler olarak görülmelidir. Bugünkü kuşaklar da bu varlıkların yalnızca emanetçisidir. Böyle bir anlayış, kuşaklararası eşitlik ilkesinin gerekli kıldığı, gelecek kuşaklara karşı belli bir etik yükümlülüğü yansıtmaktadır. Bu aynı zamanda sürdürülebilir kalkınma kavramı ile de aynı anlama gelmektedir. Bu kavram, bir yandan bugünkü kuşağın ihtiyaçlarını karşılarken, öte yandan gelecek kuşakların kendi ihtiyaçlarını karşılamalarını riske atmayan bir kalkınma biçimi anlamına gelmektedir.

Toprak (arazi) hem fiziksel bir metadır, hem de soyut bir kavramdır. Arazi belli bir kişinin mülkiyetinde olabilir, başka bir kişinin sahipliğinde olabilir ve daha başka üçüncü bir kişi tarafından kullanılıyor olabilir. Mülkiyet (ownership), bir nesneyi kullanmaya hakkı olmak, o nesneyi elden çıkarma olanağına sahip olmak, ve o nesne ile ilgili haklardan yararlanmak anlamına gelmektedir. Mal sahibinin, kendi malını kötü amaçla veya kötü şekilde kullanmak üzere mülkiyetten ileri gelen bir hakka sahip olduğu varsayılamaz. Öte yandan sahiplik ise, araziyi kullanmak ve bazı hallerde arazi üzerinde veya yeraltında bulunan ürünleri kullanabilmek imkânı anlamına gelmektedir. Sahiplik (possession) ise, bir nesneyi kullanabilmek için gerekli fiziksel gücün varlığına işaret eder. Sahiplik meşru veya yasadışı olabilir. Sahiplik kiralama veya benzeri formel anlaşmalara dayalı olabilir.

4. Bu bağlamda, gecekondulaşma (squatting) meselesine kısa bir bakış uygun olsa gerektir. “Gecekondulaşma” terimi, arazinin yasaya aykırı olarak işgal edilmesini anlatmak için sıkça kullanılan bir terimdir. Birçok topraksız insan, başka gidecek hiçbir yeri veya tercih edecek herhangi bir seçenekleri olmadığı için, bir arazi parçasını işgal etmek zorunda kalırlar. Söz konusu arazi sıklıkla devlete aittir. Gecekondulaşma, daima yoksullukla el ele giden, önemli bir sosyal, iktisadi ve siyasi olgudur. O halde bu sorunun çözümü de, uzun vadede yoksulluğa son verecek önlemlerde aranmalıdır. Türkiye’de, İstanbul, Ankara ve İzmir gibi başlıca kentlerde gecekondu alanlarında yaşayanların nüfusu, bu kentlerin her birinde toplam kent nüfusunun sırası ile % 55, % 70, ve % 55’ine kadar yükselmektedir.

Son birkaç gündür TV kanallarında yoksulluk hakkında çok konuşuldu. Aynı zamanda da, Live 8 konserlerini dinledik. G-8 devletlerinin bugün İngiltere’de Edinburgh’ta toplanacak olmaları ise, konserlerin verdiği mesaj ile rastlantı gibi görünüyor. Geliniz, bu fırsatı kullanalım; meşhur şarkıcı Gedolf ve diğerleri ile birlikte, dünya kamuoyuna, dünyadaki tüm kentlerde sürdürülebilirliği sağlamak üzere, yoksulluğa kesin bir şekilde son verecek tüm önlemlerin alınması için, çağrıda bulunalım.

5. Çirkin, dengesiz ve üretken olmayan kentsel oluşumlar, arazi spekülasyonunun sonuçlarından biri gibi görünmektedir. Arazi spekülasyonunu mümkün kılan ise özel mülkiyettir. Bu, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Birleşmiş Milletler Anayasası’nda tanınmış olan bir hakkın, toprak üzerindeki iyelik hakkının yanlış olarak veya kötüye kullanılmasıdır.

Arazi spekülasyonu verimli midir? Rant aramaya dayanan toplumlarda temel sorun, iktisadi aktörler ile grupların rant elde etmek için çok fazla kaynak kullanarak yatırım yapmaları ve gerçekten üretken olan faaliyetlere ise çok az kaynak ayırabilmelerdir. Rant arayışı, büyüme ve refah bakımından açıkça zararlıyken, rant arayışının eşitliğe ve adalete katkı yapmasını beklemek için de hiçbir neden yoktur.

Arazi spekülasyonu, gelişigüzel ve denetimsiz büyümeyi teşvik eder ve spekülatörlerin çıkarlarına azami ölçüde hizmet edecek şekilde imar planlarında sık sık değişiklikler yapılması için baskı yaratarak imar planı uygulamalarını etkisiz kılar. Gelişmemiş ülkelerde kentsel büyüme süreci, denetimsiz bırakılması durumunda, imar planları aracılığıyla değil, esas itibarı ile oldu-bittilerle yönlendirilir hale gelmektedir.

6. Toprak mülkiyeti hakkı, insanlara tanınmış olan ekonomik ve sosyal haklardan birisidir. 17. yüzyıl filozofu John Locke, toprağın, kendi doğal durumunda sahipsiz olduğunu söyler. Toprağın mülkiyetin nesnesi haline gelmesi, toprağa insan emeğinin eklenmesiyle gündeme gelir. Toprağın Tanrı’ya ait olduğu (res divinis) fikrinin terk edilmesi, oldukça uzun bir zaman almıştır. Ancak, 19. yüzyıldaki anlayıştan farklı olarak bugün, özel mükiyet konusu olan diğer nesneler gibi, topraktaki mülkiyet hakkının, kamu yararı düşüncesiyle sınırlandırılabileceği yaygın şekilde kabul edilmektedir. Etik düşünceler, toprakta mülkiyeti hakkının, kamu yararının uygun biçimde gözetilmesi koşulu ile kullanılmasını gerektirir. Diğer bir deyişle, hiç kimse, toprak üzerindeki özel mülkiyet hakkını, toplumun ve insanlığın çıkarlarını bozacak biçimde kullanmamalıdır.

20. yüzyılın son çeyreğinden beri, dünyanın her tarafındaki yaygın özelleştirme çabaları, yazıda anılan sosyal amaçlı sınırlamaların önemini kayda değer ölçüde azaltmış olmasına rağmen; kentleşme, konut tasarımı, mimarlık ve çevrenin korunması bakımından sürdürülebilirliğin sağlanması için gerekli önlemlerin alınması zorunluluğu devam etmektedir.

İnsanoğlu bencil bir yaratık olduğu için, Adam Smith’in kehanetlerinin tersine, her bireyin kendi çıkarlarının peşine düşmesi, kamunun genel yararlarının optimize edilmesi sonucunu doğurmamaktadır. Özgür bir toplumda, mülkiyet haklarının özgürce kullanılmasının, bireyleri daha özerk ve özellikle daha çok sosyal sorumluluğa sahip kıldığı fikrinin kabulü, kesinlikle tartışma gerektiren bir husustur.

O halde, kentsel arazide, hem mutlak özel mülkiyet sistemlerinin, hem de mutlak kamu mülkiyeti sistemlerinin dezavantajlarını ortadan kaldıracak politikalara büyük ihtiyaç vardır.

Mülkiyet hakkının niteliğinin tam olarak ne olduğu hakkında karşıt görüşler bulunmaktadır. Kimi ortodoks Marksistlere göre, özel mülkiyet “hırsızlık” olarak değerlendirilmelidir. Kimilerine göre ise, “La propriété, c’est l’envol pour la prospérité” (Mülkiyet, refah ve zenginliğe doğru kanatlanmaktır)(1). En doğru ve adaletli yanıt, kuşkusuz, özel çıkarlarla kamu yararının uzlaştırılması ile bulunabilecektir.

7. Toprak, kıt bir doğal kaynaktır ve en değerli üretim faktörlerinden biridir. Toprağın kıt olması, yeniden üretilemiyor olması ile bağlantılıdır. Bu nedenledir ki, “toprak mülkiyeti hakkı” kavramı, tarih boyunca mutlak rant ve spekülasyonun tek kaynağı olagelmiştir.

Justinianus zamanından beri mülkiyet hakkı, emlakın mutlak olarak ve hiçbir sınırlama olmaksızın tasarruf edilmesi ve kullanılması hakkı şeklinde anlaşılmıştır. Ancak, çağdaş kentleşme (sınırları olmayan kentleşme), liberalleşme ve küreselleşmenin olumsuz sonuçları nedeniyle; gerçekler ile ideallerin birbirine karıştırılması ve saptırılması yüzünden; ve ayrıca piyasaların (“pazaryerleri” değil) da mükemmel olmaması nedeniyle, mülkiyet hakkının, sınırlarının belirlenmesi yolu ile yeniden tanımlanması, ve bu hakkın esas itibariyle devletin ve toplumun gereksinmelerine hizmet eder hale getirilmesi zorunlu olmuştur.

Denilebilir ki, 19. yüzyılın sonundan beri, mülkiyet hakkına ilişkin tüm kavram geliştirme çabaları, mülk sahibinin ayrıcalıklarının kamu yararı amacıyla sınırlandırılmasını sağlama hedefine yöneltilmiştir.

Bir yanda, Aristoteles, Saint-Basile, Saint-Thomas ve Jean Jacques Rousseau tarafından temsil edilen, mülkiyetin geleneksel kavramları, diğer yanda ise Léon Duguit ve diğer çağdaş düşünürlerin temsil ettiği mülkiyet kavramları arasındaki temel fark, birinci gruptakilerin, özel mülkiyeti, köken (yani, aile, mirasın devamı vb. nedenler) ve sağladığı yararlar temelinde gerekçelendirmeleri; diğerlerinin ise bu bağlamda sosyal işlevleri vurgulamalarıdır. Aristoteles’den Duguit’ye doğru ilerleyen yolda, bireycilikten, kamu yararının özel çıkarlara üstün tutulmasa da onlarla uzlaştırıldığı ve aralarında uyum sağlandığı, az-çok toplumsallaştırılmış bir sisteme doğru, sürekli bir değişime tanık olmaktayız.

Böyle bir değişim, aynı zamanda mülk sahibinin haklarının tazminat (indemnity) yolu ile güçlendirilmesini ve ayrıca mülkiyet hakkının kapsamı, işlevi ve sınırları hakkında, hem bireylerin hem de devletin tavır ve zihniyetinde giderek bir değişimin ortaya çıkmasını gerektirmiştir.

Bu anlayış değişikliği, Birleşik Krallık’ta 1942’de yayımlanan Tazminat ve Şerefiye Hakkında Kraliyet Komisyonu Raporu’na (Report of the Royal Commission on Compensation and Betterment; Uthwatt Report), mükemmel bir biçimde ve şu noktanın vurgulanması ile yansımıştır: “Toprak mülkiyeti, toplumun tümüne karşı görev ve yükümlülükler de içerir. (Immanuel Kant’ın deontolojik yaklaşımı çerçevesinde) Bunlar, arazinin devlete tamamen terk ve teslim edilmesini içerebilir veya mülkiyet veya sahipliğin teslimine gerek kalmaksızın, toprağın kullanımına ilişkin hakların sınırlanmasının kabul ediImesinden ibaret olabilir.”

Bu Kantçı yaklaşımın çok büyük etkisine karşın, korkarım ki, yaygın küreselleşme etkisi altında, yeni bir kamu yararı tanımı kendisini öyle bir şekilde dayatacaktır ki, bu yeni tanımla, kamu yararı, özel çıkarların bir aritmetik toplamı olarak anlaşılacak ve bu anlayış, serbest piyasa ekonomilerinde kamusal politikaları yönlendiren bir ilke olarak işlev görecektir. Bu koşullar altında, kamu mülkiyetine sadece istisna olarak başvurulacaktır. Yakın gelecekte bu eğilim kuşkusuz devam edecektir ve hem toprağın hem de kentlerin sahibi sermaye olacaktır. Bunun kaçınılmaz sonucu ise düzensiz bir kent yaşamı biçiminde karşımıza çıkacaktır. Bu eğilim İstanbul başta olmak üzere Türk kentlerinde kolaylıkla gözlenebilmektedir.

1. Keleş, Ruşen, 2004, “The Culture of Squatting, Land Rights, and the Realities of Globalization”, Old and New Tenure Rights in Their Cultural Context, eds. Hagen Henry and Ruşen Keleş, Peter Lang, Bern.

UIA 2005 İstanbul Kongresi, “Sınırı Olmayan Kentleşme” Açık Forumu sunuşu

6 Temmuz 2005, Bahçeşehir Üniversitesi Oditoryumu

Bu icerik 5773 defa görüntülenmiştir.