388
MART-NİSAN 2016
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
MİMARLIK GÜNDEM

Bir Planlama Etkinliği Olarak Savaş: Diyarbakır Suriçi’nden Notlar

H. Tarık Şengül, Prof. Dr, ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü

“Planlama etkinliği siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi olarak tanımlanabilir; dahası siyaset savaş biçimini aldığı ölçüde, planlamanın kendisi bir savaş etkinliğine dönüşebilir.” “15 yıl savaş ve 15 yıl görece barış ortam ve döneminden sonra, geçtiğimiz aylarda savaş bir kez daha başladığında, bu kez savaşın mekânı Güneydoğu’nun dağları ve kırsalı değil; kentleriydi. Suriçi bu kez savaşın kentlere göç ettirdiği insanların mekânı değil, savaşın vuku bulduğu, göç edip gelenlerin yerleştik derken göç ettiği bir yer. Diğer bir anlatımla, Suriçi artık araf değil; cehennemin kendisi!” “Suriçi viraneye dönüp, ölüm ve göçün mekânı haline gelirken, bir plancı olarak farkına vardığım bir gerçekliğin altını çizerek bitirmek istiyorum: Kentlerimizi görece barış dönemlerinde, piyasa şiddeti şekillendirip, planlıyor; savaş dönemlerinde ise plana askeri mantık imza atıyor.”

Bir kent mekânı, insanlarıyla birlikte kırıma uğrarken hakkında yazı yazmak ne kadar anlamlı olabilir? Bir tek nedenle yazabilirsiniz bu koşullarda; bu kıyımı durdurmaya küçük ya da büyük bir katkınız olacaksa! Bu kısa değerlendirme, savaş hali yaşayan Diyarbakır Suriçi’ne bir siyaset bilimci-plancı gözüyle bakmayı amaçlıyor.

Düşünürün “Savaş siyasetin diğer bazı araçlarla sürdürülmesidir” tespitini önce Gezi sürecindeki talepleri dinlemek yerine şiddet kullanarak bastırma yönünde yapılan tercih, ardından da Kürt sorununu çözmeye yönelik müzakerelerin yerine savaşın konulması büyük ölçüde doğruladı. Bir başka düşünür Ranciere, siyaseti “insan ve objelerin mekânda dağıtıldığı; bu dağılımın sonunda bazılarının görünmez ve duyulmaz, bazı diğerlerinin ise görünür ve duyulur hale geldiği bir süreç” olarak tanımlar. O zaman bir siyaset yapma biçimi olarak “savaş”ı da aynı tür dağıtımı yapan, bu dağıtım sonunda bazılarını / bazı şeyleri görünür / görünmez hale getiren bir müdahale / mücadele olarak tanımlayabiliriz.

Ama bir dakika! Alın bu tanımlamayı kent planlama etkinliğini betimlemek için kullanın; planlamanın da, insan ve objeleri görünürlük ve işitilirliklerini belirleyen bir biçimde mekânda dağıttığını, mekânı bu tür bir güç ilişkisi üzerinden şekillendirdiğini varsaymıyor muyuz? Bakın plan kararıyla Sulukule’de, diğer dönüşüm alanlarında mekânların nasıl yıkılıp, yerine nelerin yapıldığına ve buna bağlı olarak kimlerin kentin dışına sürüldüğüne ve yerlerine kimlerin geldiğine!

O zaman planlama etkinliği siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi olarak tanımlanabilir; dahası siyaset savaş biçimini aldığı ölçüde, planlamanın kendisi bir savaş etkinliğine dönüşebilir. Son yıllarda planlama dendiğinde işittiklerimiz aşağı yukarı şöyle değil mi: “Bunları yıkıyoruz, yerine bunları yapacağız. Siz gidiyorsunuz, yerinize de şunlar gelecek.” Bu durumda planlamayı bir savaş etkinliği olarak düşündüğümüz ölçüde, savaşın kendisi bir mekâna müdahale aracı olarak planlamanın başka araçlarla sürdürülmesi haline gelmiyor mu?

Diyarbakır’a bir plancı olarak gidişim AKP iktidarından hemen önce 2001 yılında GAP İdaresi tarafından başlatılan Köye Dönüş Projesi çerçevesinde oldu. 1980’lerin ortasından itibaren başlayan savaş hali bölge köylerinin önemli bir bölümünün boşaltılması / yakılmasıyla sonuçlanmış, binlerce insan birkaç gün içinde kendilerini kentin yeni yoksulları olarak büyük kentlerde bulmuşlardı. Ortaya çıkan bu dramatik manzaraya baktığınızda savaşın kendisini özgün bir mekânsal planlama etkinliği, valiliklerde ve askeri komuta merkezlerinde kurulan karar alma ortamlarını metropoliten planlama bürolarına benzetebilirsiniz. Yüzlerce köyün yıkım, binlerce insanın kentlere yönlendirilmesi kararları bu bürolarda, asker-plancılar tarafından alındı. Sıcak savaş sönümlenmeye başladığında, GAP İdaresi tarafından biz sivil plancılardan beklenen büyük ölçüde sürecin rasyonelleştirilmesiydi. Bizim beklentimiz ise başta Diyarbakır olmak üzere, kentlere yığılmış bu geniş umarsız kitlelerin olabildiğince köylerine dönmesine olanak sağlayacak sosyo-mekânsal bir yaklaşımı geliştirmek.

Kentin bu davetsiz nüfusuna ulaşmak için adres içi ve dışıyla Sur bölgesiydi. Yaşadıkları tarifsiz travma sonrasında “korusa korusa bizi Surlar korur” demiş olmalılar ki; Diyarbakır Surlarını en önemli referans noktası olarak almışlardı. Suriçi’nin orta sınıfın çoktan terk ettiği mahallelerinde, yorulmuş evler bir kez daha sığınanlarıyla birlikte yaşama tutunmak için umutlanmış; gelenler sığmadığı ölçüde Surlardan taşıp, Dicle’ye, kentin Bağlar gibi yoksullukla yoğrulan bölgelerine akmıştı. Bu mahallerden olmayan, işlerine gidemeyen bu geniş kitlenin gün boyu yığıldığı Surlara yapışan kahvehanelerde yaptığımız görüşmelerden çıkan en önemli sonuçlardan biri, bu kesimler için kırın dönülmesi kentin ise alışılması zor bir yer olarak kaldığı ölçüde, “araf”ta kaldıklarıydı. Diğer bir anlatımla Suriçi ve yakın çevresi “araf”ın kendisiydi.

Hazırladığımız çalışma GAP İdaresi’nin raflarına konulup uygulanmayacağı anlaşıldığında, Diyarbakır ile olan ilişkilenişime yeni bir kapı açılmıştı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi tarafından, “gel bir de yerelde dene” anlamına gelen bir davete icabet edip, 2004-2006 arasında Diyarbakır Nazım İmar Plan çalışmasının koordinatörlüğünü üstlendim. Bu tür bir görev, zorunlu göçün kente getirdiği geniş kitlelerin geri gidemeyeceğinin anlaşıldığı bir durumda, kentte kabul edilebilir koşullarda nasıl yerleşecekleri üzerinden düşünme fırsatını sağlayabilirdi. Ancak planlamanın var olan paradigması “mülksüzleri” dışarıda bırakan bir kurguya sahipti ve bu kurgunun kırılması hem merkezî hem de yerel düzeyde özel bir yaklaşımı gerektiriyordu. Ancak o tür bir duyarlılığın ne yerel düzeyde geliştirilebildiğini, ne de merkezin buna izin verdiğini söyleyebilirim. Suriçi’nin mülksüz insanlarını dışarıda tutan planlama sisteminin, bir kültür ve tarih mirası olarak Suriçi mekânlarıyla da yüzleşebilmesi de mümkün olmadı. Daha önce hazırlanmış Suriçi Koruma Planı büyük ölçüde kadük hale gelmiş olmakla birlikte, sit alanı statüsündeki Suriçi bölgesi için bir zorunluluk olan yeni bir koruma planının hazırlanması kaynak ve zaman gerektiriyordu. Kısaca, görece barış zamanında hazırlanan Nazım Plan göçle gelen nüfusa yönelik özel bir yaklaşım geliştirme fırsatını bulamadı, Suriçi ise koşulları gereği koruma planına bırakıldı.

Planlama grubunun Diyarbakır’dan ayrılmasını izleyen günlerde, Koruma Planı hazırlanması için çalışmalar başlatıldı. Aynı süreçte kanımca hatalı bir biçimde Suriçi’nin yenileme bölgesi ilan edilmesi ile sonuçlanan girişimlerde de bulunuldu. Aynı süreç karmaşık siyasi süreçler içinde bölgeye TOKİ’nin girmesinin de önünü açarken, medyaya Suriçi bölgesi için ne tarihî dokuyu ne de büyük çoğunluğunu göçmenlerin oluşturduğu nüfusu dikkate almayan bir takım projelerin ortada dolaşışına şahit olduk. Belli ki göçmen nüfus bir kez daha yerinden edilecekti. Bu kesim için gösterilen adres ise birçok yerde olduğu gibi kentin bir hayli dışındaki Çölgüzeli TOKİ konutlarıydı. Daha kötüsünün geldiğini göremedik. 15 yıl savaş ve 15 yıl görece barış ortam ve döneminden sonra, geçtiğimiz aylarda savaş bir kez daha başladığında, bu kez savaşın mekânı Güneydoğu’nun dağları ve kırsalı değil; kentleriydi. Suriçi bu kez savaşın kentlere göç ettirdiği insanların mekânı değil, savaşın vuku bulduğu, göç edip gelenlerin yerleştik derken göç ettiği bir yer. Diğer bir anlatımla, Suriçi artık Araf değil; cehennemin kendisi!

Suriçi viraneye dönüp, ölüm ve göçün mekânı haline gelirken, bir plancı olarak farkına vardığım bir gerçekliğin altını çizerek bitirmek istiyorum: Kentlerimizi görece barış dönemlerinde, piyasa şiddeti şekillendirip, planlıyor; savaş dönemlerinde ise plana askeri mantık imza atıyor. Suriçi’nde süren savaşa bakınca ben bir planlama süreci görüyorum: Objelerin, mekânların ve insanların yeniden dağıtımının yapıldığı; kimilerinin görünür ve duyulur, kimlerin gözden ırak ve duyulmaz hale getirildiği bir planlama süreci! Savaş planlamanın başka araçlarla sürdürülmesi anlamına geldiği ölçüde şiddetle olan ilişkisi her gün biraz daha açık hale gelirken, mekânın kendi bu şiddetin sadece bir aracı değil hedefi haline geliyor. Bu süreçte Diyarbakır-Suriçi ve Ankara-Kızılay-Bakanlıklar’ın öne çıkmasının hiç de rastlantısal olmadığını görmek durumundayız.

 

Fotoğraf: İlyas Akengin

Bu icerik 6296 defa görüntülenmiştir.
<p>Fotoğraf: İlyas Akengin