327
OCAK-ŞUBAT 2006
 
MİMARLIK'tan

İNGİLİZCE ÖZET / ENGLISH SUMMARY

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA: Kentleri “Paylaşmak”?



KÜNYE
MİMARLIK TARİHİ

Alternatif Mimarlık Tarihi Yazımı Üzerine Bir Deneme: FATALİST TARİH – ALTERNATİF TARİH

Gürhan Tümer

Prof. Dr., DEÜ Mimarlık Bölümü

Mimarlık tarihi yazımı, son yıllarda, ulusal ve uluslararası mimarlık gündeminde oldukça fazla tartışmaya konu oluyor. Tümer, kadercilerin ileri sürdükleri gibi “her şey önceden belirlenmiş, tarih önceden yazılıp çizilmiş olsa” önermesi ile “hiçbir şey önceden belirlenmemiş, her biri aynı derecede tarih sahnesine çıkabilecek olan çok sayıda alternatif geçmiş olsa” önermesi arasında mimarlık tarihi yazımına bakmayı öneriyor. “Ayasofya olmasaydı ya da başka türlü inşa edilmiş olsaydı ne olurdu?” sorusu ışığında, alternatif bakışını sunuyor.

Kimilerine göre, dünyada ve evrende olup biten, olup bitecek olan her şey, Tanrı ya da benzeri bir güç, bir otorite tarafından, bütün ayrıntılarıyla, son derece kesin, son derece katı bir biçimde, önceden, ta baştan belirlenmiştir. Bu nedenle, olası, alternatif tarihler yoktur; yalnızca tek bir tarih vardır ve o da, gerçekleşmesi zorunlu, gerçekleşmemesi olanaksız olduğu için gerçekleşmiş olan tarihtir. Tarihin bu belirli, bu zorunlu akışını, kimse, ama hiç kimse, o düzeni kuran güç, Tanrı’nın kendisi bile değiştiremez.

Dolayısıyla, İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmemesi; Darwin’in,”HMS Beagle” adlı gemiye binip, Galapagos Adaları’na gitmemesi, oradan döndükten sonra, “Türlerin Kökeni” adlı ünlü kitabını yazmaması; Hitler’in İkinci Dünya Savaşı’nı kaybetmemesi; o beş yaşındaki günahsız çocuğun, o gün, o saatte, o yerde, o otobüsün altında kalarak can vermemesi olanaksızdır.

Bu katı, bu aşırı determinist, bu fatalist, bu kaderci tarih anlayışının, 17., 18. yüzyıllarda, rasyonalistlerin ve Newton Fiziği’nin, bu fiziğin değişmez yasalarının etkisiyle, gündeme yerleştiği yadsınamaz.

Ama bu, söz konusu tarih felsefesinin, daha başka zamanlarda, daha başka alanlarda, daha başka düzlemlerde, daha başka biçimlerde de karşımıza çıkmadığı anlamına gelmez.

Gerçekten de, örneğin Müslümanlar, Kur’an’da da adı geçen ve üzerinde, evrenin yaradılışından bu yana, olmuş ve olacak her şeyin yazılı olduğu bir “Levh-i Mahfuz”un (“Korunmuş Levha”), deyim yerindeyse, önceden yazılıp bitirilmiş bir tarih kitabının varlığına inanırlar.

1204 yılında, İstanbul’un Lâtinler tarafından işgaline ve yağmalanmasına tanıklık etmiş olan Robert de Clari ise, bu olayı anlatan kitabının bir yerinde şöyle der:

[Kentteki] sütunların (Kserolofos ve Forum Tauri) dış cephesinde, Kostantiniye’nin o güne kadar başına gelmiş ve ileride gelecek olan bütün maceralar ve fetihlerle ilgili kehanetler yazılıydı. Başa gelmeden o macerayı bilemezdiniz, ama bir kez yaşadınız mı, herkes ilk bakışta, sözü edilen hangi macerayla karşılaştığını anlardı. (1)

Dinlerin, efsanelerin yanısıra, kimi filozoflar da, şu ya da bu oranda, fatalist bir tarih anlayışını savunmuşlardır.

* * *

Kimilerine göre ise, tarihin akışında böyle katı bir zorunluluk, böyle katı bir determinizm, böyle bir fatalizm yoktur. Kadercilerin ileri sürdükleri gibi, her şey önceden belirlenmiş, tarih önceden yazılıp çizilmiş değildir, çeşitli alternatifler vardır. Alınyazısına inanmak, insanın özgürlüğünü, özgür iradesiyle davrandığını yadsımak demektir. Özetle, bu gibilere göre, tarih, insana, kendisi dışındaki birtakım doğaüstü güçler tarafından dayatılmış, zorunlu, hazır bir süreç olmaktan çok, insanın özgür iradesinin, aklının, tutkularının, doğrularının, yanlışlarının ve benzeri daha pek çok öznel ve nesnel koşulun, hattâ kör talihin, raslantıların biçimlediği, dolayısıyla, çeşitli alternatiflere açık bir süreçtir.

André Maurois, fatalist tarih felsefesine, ayrıcalıklı bir geçmişin olmadığını, her biri aynı derecede geçerli olabilecek, yani gerçekleşebilecek, tarih sahnesine çıkabilecek olan çok sayıda alternatif geçmişin bulunduğunu; her an, o an ne kadar kısa olursa olsun, olayların akışının, belli noktalarda, bir ağacın dalları gibi, her yöne doğru çatallaşabileceğini söyleyerek karşı çıkar.(2)

Aydınlanma’nın öncülerinden biri olan Fransız filozof Denis Diderot ise, “Jacques le fataliste et son maître” (“Kaderci Jacques ve Efendisi”) adlı felsefi romanında fatalistlerle inceden inceye alay eder.

Konuya böyle yaklaştığımızda, Osmanlı Padişahı II. Mehmed’in Fatih olamayabileceğini; Darwin’in, o gemiyle o yerlere gitmeyebileceğini, gidemeyebileceğini; Hitler’in o savaşı kazanıp, Nazizm’i bütün Avrupa’ya yayabileceğini; o çocuğun o trafik kazasından kurtulabileceğini pek âlâ düşünebiliriz; Yunanlılar’ın Persler’i kesin bir yenilgiye uğrattıkları Salamis Savaşı’ndan söz ederken, bu çok önemli savaşı Persler’in kazanmış olabileceği olasılığını aklımızdan hiç çıkarmamamız gerektiğini öğütleyen Johan Huizinga’nın(3) yerden göğe kadar haklı olduğunu pek âlâ ileri sürebiliriz.

FATALİST MİMARLIK TARİHİ – ALTERNATİF MİMARLIK TARİHİ

Yukarıda kısaca özetlediğim bu iki tarih felsefesi, hiç kuşkusuz, tıpkı ekonomi tarihi, tıpkı siyasi tarih, tıpkı icatlar ve keşifler tarihi gibi, genel tarihin alt dallarından, özel alanlarından biri olan mimarlık tarihi için de geçerlidir.

Evet, fatalist, kaderci bir mimarlık tarihçisi için, gerek dün inşa edilmiş, gerekse yarın inşa edilecek bütün binalar, düzenlenmiş ya da düzenlenecek bütün mekânlar, birileri, bir güç, bir otorite tarafından, bütün ayrıntılarıyla önceden belirlenmiştir; bir başka deyişle, Dünya Mimarlık Tarihi Kitabı, önceden yazılmıştır ve bunun başka bir alternatifi yoktur, olamaz.

Dolayısıyla, Sinan’ın, Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü olduğu dönemde, Kayseri’nin Ağırnas Köyü’nden devşirilip İstanbul’a getirilmemesi, yalnızca Osmanlı’nın değil, bütün dünyanın en büyük mimarlarından biri olmaması ve Süleymaniye’yi, Selimiye’yi yaratmaması; III. Napolyon’un tam desteğini alan Baron Haussmann’ın, Paris’in çehresini değiştirecek mimari girişimlerde bulunmaması; Gustave Eiffel’in, kendi adıyla anılan o ünlü kuleyi; Le Corbusier’nin, Ronchamp Şapeli’ni tasarlayıp inşa etmemesi olanaksızdır.

Dahası, her alanda olduğu gibi, mimarlık alanında da, katı, çok katı bir fatalizmin varlığını savunuyorsanız, o zaman daha da ileri gidebilirsiniz ve Süleymaniye’nin planının, Gökkafes’in cephesinin, Robert de Clari’nin, İstanbul’da, Forum Tauri’da, yani bugünkü Beyazid Meydanı’nda yer aldığını ve üzerinde, bu kentle ilgili her şeyin yazılı, çizili bulunduğunu söylediği sihirli sütunda görülebileceğine ya da, Alman düşünür Leibniz’in ortaya attığı ve benim de yukarıda sözünü ettiğim “önceden kurulmuş düzen” kuramının, Topkapı Sarayı’nın ya da Fatih Külliyesi’nin mimari düzeninin de önceden belirlenmiş olduğu anlamına geldiğine inanabilirsiniz.

* * *

Ama eğer André Maurois haklıysa, eğer ayrıcalıklı bir geçmiş yoksa, her biri aynı derecede geçerli olabilecek, yani gerçekleşebilecek olan çok sayıda geçmiş varsa, eğer olayların akışı, her an, belli noktalarda, bir ağacın dalları gibi, her yöne doğru çatallaşabiliyorsa, bu çatalların her biri, bir alternatif olarak karşımıza çıkabiliyorsa, o zaman, mimarlığın, mimarlık tarihinin de bu kurala uyduğunu, uyması gerektiğini; dolayısıyla da, Sinan’ın devşirilmeyebileceğini, böylece, yaşam öyküsünün bambaşka bir yönde gelişebileceğini, bu durumda, Sinan adıyla, Süleymaniye’nin, Selimiye’nin hiçbir zaman biraraya gelemeyeceğini; Eiffel’in, Eiffel Kulesi’ni, Le Corbusier’nin, Ronchamp Şapeli’ni, şu ya da bu nedenle, hiçbir zaman tasarlamamış olabileceğini, tasarlamış olsa bile, çeşitli engeller yüzünden, yapısını hiçbir zaman inşa edemeyebileceğini, pek âlâ ileri sürebiliriz.

BİR DEĞERLENDİRME

Bu tarih kuramlarından herhangi birinin doğruluğunun ya da yanlışlığının bilimsel olarak kanıtlanamayacağını; konuyu felsefi açıdan, metafizik bağlamında ele aldığımızda ise, birini ya da ötekini, bir çırpıda elimizin tersiyle itip gözardı etmememiz, uzun, derin, tartışmalara girmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Ne var ki, böyle bir kuramsal tartışma açmak, bu yazının kapsamı dışındadır.

O nedenle, ben burada, yalnızca şu pratik saptamayla yetineceğim: Bence, alternatif tarih anlayışı ve o anlayıştan yola çıkan tarih yazımı, ötekine kıyasla, çok daha dinamiktir, çok daha tahrik edicidir, çok daha ufuk açıcıdır, yaratıcı spekülasyona çok daha açıktır, özetle, çok daha ilginçtir.

Ancak bu yaklaşımın, uçuk kaçık bir hayal, ucuz, bedava bir ütopya, kişisel bir fantezi niteliğine bürünmemesi için, fatal bir biçimde gerçekleşmiş olan tarihin de iyi bilinmesi, onun verilerinin de dikkate alınması gerekir.

Gerçekle düşün, olanla olabilecek olanın iç içe geçtiği böyle bir çalışmanın çok kolay olmadığı açıktır. Ama bu zorluğun üstesinden başarıyla gelmiş olan tarihçiler vardır. John Adamson, I.C.D. Clark, Andrew Roberts, Michael Burleigh, Mark Almond gibi araştırmacıları ve akademisyenleri, bu tür tarihçilere örnek olarak gösterebiliriz.

Oxford’da, Jesus College’de, Modern Tarih hocalığı yapan Niall Ferguson’un, “Virtual History – Alternatives and Counterfactuals” (“Sanal Tarih – Alternatifler ve Karşı Gerçekler”) başlığı altında derlediği kitabı okuduğumuzda, az önce adlarını andığım bilim adamlarının, “Cromwell’siz İngiltere –Eğer I. Charles İç Savaşa Girmeseydi Ne Olurdu?”, “İngiliz Amerika – Eğer Amerikan İhtilâli Olmasaydı Ne Olurdu?”, “Hitler’in İngiltere’si – Eğer Almanya 1940 Mayıs’ında İngiltere’yi İşgal Etmiş Olsaydı Ne Olurdu?”, “Nazi Avrupa –Eğer Nazi Almanya Sovyetler Birliği’ni Yenilgiye Uğratmış Olsaydı Ne Olurdu?”, “Gorbaçev’siz 1989 – Eğer Komünizm Çökmeseydi Ne Olurdu?” gibi başlıklar taşıyan makalelerinde, bu olasılıkları enine boyuna tartıştıklarını, eğer o “eğerler” gerçekleşmiş olsaydı, tarihin nasıl bir tarih, dünyanın nasıl bir dünya olacağını uzun uzun irdelediklerini görürüz.

Ancak, bütün bu çalışmalara karşın, bu tür tarih yazımının, dünyada, hele ülkemizde, pek yaygın olmadığını; mimarlık tarihçilerinin ise, böyle bir yaklaşımla çok daha az ilgilendiklerini hemen vurgulamak isterim.

İşte biraz bu nedenle ve buraya kadar söylediklerime açıklık kazandırabilmek amacıyla, yazımın bundan sonraki bölümünde, somut bir örnek olarak, Ayasofya odaklı birtakım spekülasyonlara girişmek, birtakım olasılıklar üzerinde düşünmek, birtakım varsayımlar ileri sürmek, yani, yeterli, kusursuz, mükemmel olduğunu asla iddia etmediğim, mütevazi bir alternatif mimarlık tarihi yazımı denemesi sunmak istiyorum.

AYASOFYA’SIZ İSTANBUL – AYASOFYA OLMASAYDI YA DA BAŞKA TÜRLÜ İNŞA EDİLMİŞ OLSAYDI NE OLURDU?

380-440 yılları arasında Constantinopolis’te yaşamış olan kilise tarihi yazarı Sokrates, üstü ahşap bir çatı ile örtülü, uzunlamasına bir bazilika olan ilk Ayasofya’nın, Bizans İmparatoru I. Constantius zamanında yapıldığını yazar. Bu binanın, Arkadios’un eşi Eudokia’nın gümüş kaplı bir heykelinin meydana dikilmesiyle ilgili bir tartışma sonunda çıkan ayaklanmada kısmen yandığı ve 5. yüzyılda, II. Teodosios döneminde onarıldığı bilinmektedir.(4)

Daha sonra, 6. yüzyılda, taht kavgaları, ağır vergi yükleri, İsa Peygamber’in doğasına ilişkin tartışmalar, Maviler’le Yeşiller’in rekabeti gibi, ekonomik, dinsel, siyasal birtakım nedenlerin yol açtığı kargaşa, huzursuzluk ve gerginlik sonunda, 11-19 Ocak 532 tarihlerinde, Constantinopolis’te, yine büyük bir ayaklanma olmuştur. Başkaldıranlar, sokaklarda, “Nika! Nika!” (“Zafer! Zafer!”) diye bağırarak dolaştıkları için, tarihçilerin “Nika Ayaklanması” olarak adlandırdıkları bu isyan sırasında, daha başka yapıların, örneğin Aya İrini Kilisesi’nin, Zeuksippos Hamamı’nın, Büyük Saray’ın Halke Kapısı’nın yanısıra, İmparator II. Teodosios’un onarttığı ve ahşap çatılı uzunlamasına bazilika şemasını yineleyen İkinci Ayasofya da tahrip edilmiş, zarar görmüştür.(5)

Dünya mimarlık tarihinin en önemli başyapıtlarından biri olan bugünkü üçüncü Ayasofya, varlığını, bu ayaklanmaya, bu saldırıya, bu kundaklamaya, bu tahribata; görkemli, çok görkemli, açılış günü, içine ilk adımını attığında, “Ey Süleyman, seni nihayet alt ettim!” diye haykırmasından da anlaşılacağı üzere, Kutsal Kitap’ta, bu kitabın Eski Ahit bölümünde uzun uzun anlatılan, uzun uzun övülen o dillere destan Süleyman Tapınağı’ndan da görkemli olmasını istediği yeni bazilikanın yapımına hemen başlanması için emir veren ve inşaatı gece gündüz, yemeden, içmeden, uyumadan izleyen, bu uğurda, hazinenin bütün olanaklarını seferber eden İmparator I. Justinanos’a ve onun arayıp bulduğu, onun bu coşkusunu paylaşan iki mimar- mühendis- matematikçinin, Trallesli Antemios ile Miletoslu İsidoros’un cüretkârlığına borçludur. Bu koşulların biraraya gelmemesi durumunda, Bizans Mimarisi’nin gözbebeği, İstanbul’un kültürel, mimari mirasının en önde gelen öğelerinden biri olan bu yapının inşa edilmeyeceğini, en azından, bugünkü hâliyle inşa edilmeyeceğini, edilemeyeceğini, rahatça söyleyebiliriz.

Peki acaba böyle bir şey olabilir miydi? Acaba İS 6. yüzyılda, Bizans İmparatorluğu’nda ve onun başkenti Constantinopolis’te, koşullar, Ayasofya’nın inşa edilmemesi yönünde gelişebilir miydi?

Kimileri, bu soruyu hiç sormazlar, çünkü böyle bir şeyi “abesle iştigal” olarak görürler.

Kimilerinin ise, örneğin katı fatalistlerin, bu soruya verdikleri yanıt, kocaman, kesin bir “Hayır”dır; çünkü, daha önce de belirttiğim gibi, onlara göre, tarihin akışı neyse odur, bu akış, bu süreç, asla başka türlü olamaz, asla değişmez, değişemez, değiştirilemez.

Oysa, konuya, André Maurois’nın ya da Johan Huizinga’nın sözlerinin ışığında; alternatif tarih felsefesinin gözlüğüyle baktığımızda, durumu farklı bir biçimde değerlendirebiliriz. Şöyle ki:

Çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalan ve bunları çözemeyen toplumların, patlamaya hazır bombalar olduklarını; tepkilerini çeşitli yollarla, kimi zaman da, toplu isyanlarla dile getirdiklerini biliyoruz.

Dolayısıyla, az önce de belirttiğim gibi, sorunların büyük, yani koşulların elverişli olması nedeniyle, 6. yüzyıl Constantinopolis’inde, ancak 25-30 bin kişinin kılıçtan geçirilmesiyle kontrol altına alınabilen o çok şiddetli Nika Ayaklanması’nın gerçekleşmiş olmasında şaşılacak bir şey yoktur.

Ancak, bütün bunlara karşın, yine de, 532 yılının Ocak ayında, Bizans’ın başkentinde, insanların sokaklara dökülmeyebileceklerini; dökülseler bile, o zamanki ahşap çatılı mütevazi Ayasofya Bazilikası’nı ateşe vermeyebileceklerini; öyle olunca da, bugünkü görkemli Ayasofya’nın yapımı için uygun bir zemin oluşmayabileceğini de, büsbütün göz ardı edemeyiz; böyle bir gelişmenin çok büyük bir hamhayal olmadığını, pek âlâ mümkün olduğunu kabul etmek durumundayız.

Sonra, 11 Ocak’ta başlayıp 19 Ocak’ta biten, yani yaklaşık 1 hafta süren bu ayaklanmanın ortalarında, 15 Ocak’ta işler iyice karışmış, İmparator I. Justinanos’un, tahtını, tacını, I.Anastasios’un yeğeni Hipatios’a kaptırmasına ve başkenti terk etmesine ramak kalmıştır.(6) Justinanos, daha sonra, ona sadık kalanların ve becerikli karısı Theodora’nın yardımlarıyla, bu tehlikeyi atlatmıştır ama, tam tersi bir sonuç da pek âlâ ortaya çıkabilirdi; yani birçok devletin tarihinde görüldüğü üzere, imparator, iç savaşı, dolayısıyla da tahtını yitirebilirdi; yerine geçen Hipatios, Ayasofya’nın mimarisini, Justinanos’un önemsediği kadar önemsemeyebilirdi ve yeni bazilikanın yapımını ya da eskinin onarımını, Justinanos’un yaptığı gibi, iki dehaya, Antemios’la İsidoros’a değil de, Teodosius’un yaptığı gibi, gelenekten ayrılmaya cesaret edemeyen, böyle bir şeyi aklından bile geçirmeyen, sıradan bir Bizanslı mimara emanet edelebilirdi ve böylece, üçüncü Ayasofya da, tıpkı birincisi ve ikincisi gibi, ahşap çatılı, sıradan bir Bizans bazilikası olarak karşımıza çıkabilirdi.

Doğrusu ya, böylesi daha “normal” olurdu; çünkü, aslında Batı Roma Mimarisi’nin bir ürünü olan Pantheon’un kubbesi ve bu kubbenin örttüğü etkileyici mekân bir yana bırakılırsa, Ayasofya’nın, 1000 yıllık Doğu Roma – Bizans Mimarisi’nin evriminde öncülü ve ardılı bulunmayan tekil bir örnek, deyim yerindeyse, bir tür sapma, açılıp kapanmış bir parantez olduğu söylenebilir. “Ayasofya’nın bir son olduğu, Bizans kentinde onun iki ayağı arasını dolduracak büyüklükte bir yapının bir daha yapılmamış olmasından da anlaşılır”.(7)

Bir başka deyişle, Ayasofya’nın varlığı, Bizans Mimarisi’ni, Bizans İmparatorları’nı, Bizans Mimarları’nı, ona karşı duyulan hayranlık, saygı, hâttâ korku duyguları dışında, kuramda ve uygulamada, hemen hiç etkilememiştir. Dolayısıyla, kendi içinde, kendi başına çok önemli olan bu binanın, herhangi bir nedenle inşa edilmemiş olmasının, Bizans açısından çok fazla önemli olmadığını rahatça ileri sürebiliriz.

Öte yandan, konuya yine aynı açıdan baktığımızda, “Acaba Bizans Mimarisi, Ayasofya’nın yapılmasıyla Bizans İmparatorluğu’nun yıkılışı arasında geçen süre içinde, bu olağanüstü binaya farklı bir biçimde, örneğin Osmanlı Mimarisi’nin yaklaştığı gibi yaklaşabilir miydi? Eğer bu alternatif gerçekleşseydi, Fatih, İstanbul’u fethettiğinde, nasıl bir mimari miras devralacaktı? Doğal olarak farklı olacak, örneğin, yarattığı mekân, Ayasofya’nınki kadar etkili, strüktür sistemi Ayasofya’nınkinden daha iyi çözülmüş bir başka yapıyı içerebilecek böyle bir mimari miras, Osmanlı Mimarları’nı, özellikle de Sinan’ı acaba nasıl etkileyecekti?” türünden soruların sorulmasının ve bunların yanıtlarının aranmasının gerekli olduğunu da hemen belirteyim.

Aşağıdaki satırlarda ise, Ayasofya’nın, Osmanlı Mimarisi ile, özellikle de, bu mimarinin, 15. yüzyılın ikinci yarısında, İstanbul’un fethiyle başlayıp, 16. yüzyılın sonlarına kadar süren, parlak klâsik dönemiyle ilişkilerini, o 100-150 yıllık zaman dilimi içinde yapılmış olan, büyük, ünlü camiler bağlamında, yine alternatif mimarlık tarihi açısından ele almak istiyorum.

* * *

Gurlitt, “Nasıl Rönesans’ta Roma biçimleri tamamen yeni bir anlayışla ve kudretle canlandırılmışsa, İstanbul’da da, Ayasofya’dan alınan ilhamla aynı çapta özgün bir mimari meydana gelmiştir” der.(8)

Şu sözler ise, İstanbul’da da bulunmuş, İstanbul Üniversitesi’nde sanat tarihi eğitimini başlatmış olan Avusturyalı sanat tarihçisi Ernst Diez’indir: “Ayasofya örneği onlara [Osmanlılar’a] yol gösterdi. Ondaki fikir, onların elinde hayat buldu”.(9)

Bu kısa alıntılardan anlaşılacağı ve Doğan Kuban’ın da vurguladığı üzere, “Temelde, Türk sanatına sempati ile yaklaşan bu sanat tarihçileri, Osmanlılar’ın İstanbul’u aldıklarında, kendilerine özgü bir mimari gelenekleri olduğunu kabul ederler. Fakat onlara göre, Osmanlı Mimarisi’nin, belirli bir üslup kazanmasına yol açan, Ayasofya etkisi olmuştur”.(10)

Kuban, Batı’da oldukça yaygın olan, birçok sanat ve mimarlık tarihçisi tarafından kabul gören bu sava şöyle karşı çıkar:

Osmanlı tarihini dünya tarihine ve kendi tarihine oturtmakta zorlanan Batılı tarih vizyonları, Osmanlı mimarisini en kolay yöntemle Ayasofya’nın üzerine oturtmuşlardır (11) […] Birisi Sinan’dan önce, ikisi de Sinan tarafından yapılan üç İstanbul camisi, Batılı sanat tarihçilerine Osmanlı mimarisinin Ayasofya etkisiyle geliştiği ve bir taklit olduğu yargısını söyletmiştir. Bu yargı, İslam mimarisinin ve Anadolu-Türk mimarisinin geçmişini yeteri kadar bilmemenin ötesinde, bugün artık alışılmış önyargılara dayanır (12) […] Ayasofya’nın ilk kopyası olarak gösterilen Bayezid Camisi’nin planı Ayasofya’yı karakterize eden hiçbir özelliğe sahip değildir (13) […] Dört yarım kubbeli şemalar, Şehzade’den başlayarak Ayasofya’yı dışlamışlardır. Selimiye ile taçlanan bütün poligonal şemalı örnekler Ayasofya’yı unutmuşlardır […] Süleymaniye ise, Aytasofya’nın kışkırtıcı varlığına ve aynı örtü şemasını yinelemesine karşın, Osmanlı camisinin neden Ayasofya olmadığını en iyi açıklayan yapıdır.(14)

“Bütün büyük Osmanlı Devri Türk camilerinin, Ayasofya’nın bir ‘taklidi’ olduğu yolunda, Batılı sanat tarihçileri arasında yaygın olan görüş […], acele verilmiş bir hükümdür”(15) diyen Semavi Eyice de aynı kanıdadır.

Bu saptamalar elbette ki doğrudur; koskoca Osmanlı Mimarisi’nin, yüzyıllar boyunca, tek bir yapının, Ayasofya’nın dümen suyunda yol aldığını ileri sürmek, elbette ki saçmalıktır, elbette ki insafsızlıktır. Ama öte yandan, Osmanlı mimarisinde, Ayasofya’nın, “Ayasofya faktörünün” etkisini küçümsemek, hele hele onu büsbütün yok saymak da, hiç mi hiç gerçekçi değildir.

Kaldı ki, gerek Eyice, gerekse Kuban, yukarıda aktardığım sözlerine karşın, ya da onlarla birlikte, bu gerçeği de kabullenmişlerdir. Birincisi, Semavi Eyice, “Ayasofya, Türk [Osmanlı] mimarlarına ‘didaktik’ bir örnek olmuştur”(16) derken, ikincisi, Doğan Kuban “Sinan’ın Sanatı ve Selimiye” adlı kitabında şu satırları yazar:

Kuşkusuz, imparatorluğun birinci camisi olarak benimsenmiş, dünya tarihinin en büyük anıtlarından biri olan bu görkemli Geç Roma yapısının Fetihten sonra Osmanlı mimari gelişmesini nasıl etkilediğini sorgulamadan, onunla hesaplaşmadan klâsik dönem Osmanlı mimari tarihi yazılamaz.(17)

Bense, Ayasofya’nın yokluğu, yani hiç inşa edilmemiş; inşa edilse bile, şu ya da bu nedenle yıkılmış, günümüze gelememiş ya da farklı bir biçimde inşa edilmiş, sözgelişi, başka bir kubbe şemasıyla örtülmüş olması durumunda, klâsik dönem Osmanlı mimarisinin nasıl olacağı, nasıl yazılacağı sorusunun ve bu soruya verilecek yanıtların, bu tartışmanın, bu hesaplaşmanın en radikal biçimini ve iyi bir alternatif mimarlık tarihi yazımı örneği oluşturduğunu düşünüyorum.

Şimdi, yukarıda genelde söylediklerimi özelleştirmeye, somutlaştırmaya çalışacağım.

İşe ta baştan, II. Mehmed’in, İstanbul’u fethettikten 10 yıl kadar sonra, bu kentte yaptırdığı ilk camiden, Eski Fatih Camisi’nden başlayabiliriz. 18. yüzyılda, yıkılıp, yeni bir şemayla tekrar inşa edildiği için günümüze ulaşmamış olan bu caminin bir tam, bir yarım kubbeyle örtülü olduğu sanılmaktadır. O zamana kadar, ne Bursa’daki, ne de Edirne’deki hiçbir Osmanlı camisinde yarım kubbe kullanılmadığı dikkate alındığında(18) Atik Sinan’ın, bu mimari öğeyi, Ayasofya’dan ödünç aldığı, dolayısıyla, eğer Ayasofya olmasaydı, ilk Fatih Camisi’nin, başka bir şemayla inşa edilmiş olabileceği ileri sürülebilir.

Öte yandan, eğer Justinianos – Antemios – İsidoros üçlüsü, Ayasofya’yı o kadar görkemli bir biçimde inşa etmemiş olsaydı, ilk Fatih Camisi’nin mimarı Atik Sinan, II. Mehmed tarafından, “Benim camiim Ayasofya kadar âlî [yüksek] etmeyip, benim birer Rum aracı değer sütunlarımı kesip camiimi alçak ettin”(19) diye suçlanmayacaktı ve bu uygulamasının nedenini “Padişahım, İstanbul’da zelzele çok olub metanet üzere ilâ inkiraz-üd-deveran müebbet ola deyü iki amudu üç zira kesüb Ayasofya’dan sehl alçak ettim”(20) diyerekten, hayli mantıklı bir biçimde açıklamasına karşın, elleri kesilerek, dövülerek öldürülmeyecekti.

Erken Bizans ya da kimilerine göre, Geç Roma mimarisinin başyapıtlarından biri olan Ayasofya ile, Osmanlı mimarisinin klâsik döneminin başyapıtlarından biri olan Süleymaniye arasındaki ilişkinin, alternatif mimarlık tarihi açısından ele alınıp tartışılması ise, çok daha ilginçtir. Şöyle ki:

Kimi bakımlardan, örneğin strüktür sisteminin çözümü açısından, aralarında birtakım farkların bulunmasına karşın, bu iki binanın üst örtü şemasının benzer olduğunu, her ikisinin de, bir ana kubbe ile iki yarım kubbeden oluştuğunu biliyoruz. Ama bence, bu konuyu, alternatif mimarlık tarihi açısından ilginç kılan nokta, daha önce de sözünü ettiğim, “ Sinan’ın Sanatı ve Selimiye” başlıklı kitabının bir yerinde, “Süleymaniye’nin mekânsal tasarımı, Ayasofya’nın orta nefindeki iki yarım kubbeli orta kubbe şemasını –Osmanlı cami geleneği içinde kalarak- yenilemek olmuştu” (21) diyen Doğan Kuban’ın, bu saptamasından hemen sonra, Sinan’ın Süleymaniye için bu şemayı seçmesinde Kanuni Sultan Süleyman’ın etkili olduğunu ileri sürmesi, “[…] Sinan Süleymaniye maketini sunduğu zaman, Kanuni onun Ayasofya’ya benzeyen bir yapı yapmasına onay vermiş olmalıdır”(22) demesidir.

Kuban, kitabında bu savını nesnel kanıtlar üzerine oturtmuyor. Ama ben, onun bu sözlerinin, alternatif mimarlık tarihi yazarının ufkunu açacağına, onu ilginç sonuçlara götüreceğine inanıyorum. Örneğin şöyle: Eğer Osmanlılar’ın Bizans’tan devraldıkları İstanbul, şimdiki gibi, bir tam iki yarım kubbeli değil de, bir tam, dört yarım kubbeli bir Ayasofya’ya sahip olsaydı, Sultan Süleyman, onu göreceği için, Süleymaniye’de o kubbe sisteminin uygulanmasını isteyecekti; Sinan da, “Ferman padişahındır” diyerek, bunu kabul edecekti ve o zaman da, Tarihî Yarımada’nın, Ayasofya’nın ve Süleymaniye’nin baskın etkisi altında biçimlenen silüeti, şimdikinden biraz daha farklı olacaktı.

Peki acaba, Antemios ile İsidoros, bir tam, dört yarım kubbeli şemayı kullanmış olabilirler miydi?

Bu şemanın, merkezî planlı mekânları örtmek için daha elverişli olduğu, Hıristiyan bazilikalarının ise, lineer mekânlar içerdiği, karşılıklı iki yarım kubbeyle iki yöne doğru uzatılan bir üst örtünün, bazilikayı örtmeye daha uygun olduğu gerekçesiyle, bu varsayım çok destek görmeyebilir. Bu yaklaşım büsbütün yanlış değildir; ama Ayasofya’nın, planı merkezileştirilmiş bir bazilika olduğu dikkate alındığında, Antemios ile İsidoros’un, bir adım daha atarak, bu merkezileşmeyi biraz daha pekiştirebileceklerini pek âlâ düşünebiliriz.

Şimdi de, yine alternatif mimarlık tarihi bağlamında bir başka soru:

Acaba Sinan, Süleymaniye’yi yaparken, padişahın dayatmasıyla karşı karşıya kalmamış olsaydı, bu camide hangi şemayı kullanırdı?

Böyle bir soruyu yanıtlayabilmek, elbette ki kolay değildir. Ama ben, alternatif mimarlık tarihi yazımı bağlamında, şöyle bir spekülasyonun çok da abes olmayacağını düşünüyorum: Bence, eğer Sinan, Süleymaniye’yi yaparken, tıpkı II. Mehmed gibi, Ayasofya’dan etkilenen, yaptıracağı caminin onunla boy ölçüşmesini isteyen I. Süleyman’ın diretmesiyle karşı karşıya kalmasıydı, o camiyi, tasarlarken, Şehzade Camisi’nin açtığı yoldan ilerlemeyi, o şemayı geliştirmeyi yeğlerdi, çünkü Selimiye’ye varan çizgi doğrultusunda Süleymaniye, bir tür geriye dönüştür.(23)

Bu spekülasyonu sürdürdüğümüzde ise, Sinan’ın, daha sonra, Selimiye’de kullanacağı şemayı, çok daha önce, Süleymaniye’de deneyebileceği; dolayısıyla, ünlü mimarın ustalık yapıtı olarak nitelediği Selimiye Camisi’nin, bir bakıma İstanbul’da inşa edilmiş olabileceği gibi ilginç birtakım varsayımlarla ve bu durumda, Selimiye’nin nasıl bir cami olacağına ilişkin, son derece kışkırtıcı, ama yanıtlanması da o derece zor, belki de büsbütün olanaksız bir soruyla karşı karşıya kalacağımızı belirtmek isterim.

1. Yerasimos, Stefanos, 1992, Kostantiniye ve Ayasofya Efsaneleri, çev. Şirin Tekeli, İletişim Yayınları, İstanbul, s.113.

2. Ferguson, Niall, derl., 1997, Virtual History, Picador, London, s.1.

3. Ferguson, 1997, s.1.

4. Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 1993, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, İstanbul, C: 1, s.446.

5. Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 1993, C: 6, s.74.

6. Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 1993, s.74.

7. Kuban, Doğan, 1998, Sinan’ın Sanatı ve Selimiye, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, s.206.

8. Kuban, 1998, s.52.

9. Kuban, 1998, s.52.

10. Kuban, 1998, s.52.

11. Kuban, 1998, s.192.

12. Kuban, 1998, s.206.

13. Kuban, 1998, s.206.

14. Kuban, 1998, s.207.

15. Eyice, Semavi, 1984, Ayasofya, Yapı ve Kredi Bankası Kültür Hizmeti, C: 1, İstanbul, s.25.

16. Eyice, 1984, s.25.

17. Kuban, 1998, s.52.

18. Kuban, 1998, s.49.

19. Yerasimos, 1992, s.159.

20. Yerasimos, 1992, s.159.

21. Kuban, 1998, s.82.

22. Kuban, 1998, s.35.

23. Kuban, 1998, s.83.

Bu icerik 7395 defa görüntülenmiştir.