398
KASIM-ARALIK 2017
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • Komşum Bienal
    Sevince Bayrak, Yrd. Doç. Dr., MEF Üniversitesi Mimarlık Bölümü, SO? Mimarlık ve Fikriyat

  • Kent Belleğinin Canlandırılması: Samsun Kent Müzesi
    Fatih Us, Yrd. Doç. Dr, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Mimarlık Bölümü
    Hayal Meriç, Yrd. Doç. Dr, İstanbul Arel Üniversitesi İç Mimarlık Bölümü
    Giorgi Tsanatskenishvili, Doç.Dr.,Gürcistan Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü

YAYINLAR



KÜNYE
ETKİNLİK

Komşum Bienal

Sevince Bayrak, Yrd. Doç. Dr., MEF Üniversitesi Mimarlık Bölümü, SO? Mimarlık ve Fikriyat

15. İstanbul Bienali 16 Eylül-12 Kasım 2017 tarihleri arasında altı farklı mekânda ilgililerle buluştu. “İyi bir komşu” temasıyla bizleri, hem mekânsal sorgulamalar yapabileceğimiz “ev” hem de sosyal ilişkilerimize bakabileceğimiz “komşu” kavramlarını yeniden düşünmeye yönlendirdi. Kendi Bienal deneyimini aktaran yazar, birarada olma ve farklı ölçeklerdeki ilişkiler üzerine düşünmek için seçilen temanın bir fırsat sunduğunu vurguluyor.

Onu, orada görür görmez tanıdım. Beyoğlu’nun bakımsız ama güzel sokaklarından birinde; 100 yıllık bir duvarın tuğlalarının, kat kat dökülmüş kaldırım betonları ile birleştiği yerdeki minicik delikten fışkıran, o anda o sokaktaki tek canlı yeşil bitkinin resmiydi duvardaki. Bitkinin adını bilmemem benim cahilliğim, ama tüm detayları ile tek tek resmedilmelerine rağmen adları burada da yazmıyor. Onlar, İstanbul’un İnatçı Otları. Bir bitki bilimi sergisine değil, komşulukla ilgili bir bienale konu oldukları için adlarının geçmemesi de şaşırtıcı değil. (Resim 1) Her gün gördüğümüz, ya da görmeden yanından geçip gittiğimiz, üstüne bastığımız, çayımızı döktüğümüz, koparıp annemize verdiğimiz, ama yine de isimlerini öğrenmeye tenezzül etmediğimiz komşularımız. Bakıma muhtaç olmadıkları gibi, ortadan kalkmaları için yapılanlara inatla karşı koyan bu otların, yapraklarının ve damarlarının ve dallarını kaplayan küçücük tüylerinin tek tek itina ile çizildiği bir sergi...

Herhalde, Mark Dion’un İstanbul’un İnatçı Otları ve İstanbul’un Dirençli Deniz Yaşamı adını taşıyan, Galata Rum İlkokulu’nun ikinci katında bir odaya yayılmış suluboya çizimlerinden bu kadar etkilenmemin sebebi, epeydir hasret kaldığım İstanbul sokaklarını bu kadar yakından gösteriyor olmasıydı. (Resim 2)

Eylül ayının ortalarında Mimarlık dergisinden arayıp, Bienal için bir yazı istediklerini söylediklerinde, ben günlerimi evdeki koltuktan, gökyüzünden geçen bulutları izleyip yaşamı sorgulayarak geçiriyordum. Ayağım kırılmıştı, alçının çıkmasına çok vardı ve sosyal medya hesaplarımın tamamı yeni açılan ve bizim mahalledeki beş mekânı dolduran Bienalle ilgili yazı, haber ve fotoğraflarla doluydu. Bienal yazısı, sandığımın aksine müthiş bir zamanlama ile hayatımın “ev”le en haşır neşir olduğum dönemine denk gelmişti. Belki de bu yüzden, Mark Dion’unkinin ve Ali Taptık’ın Galata Rum Okulu’nun sahanlığındaki İstanbul’un şimdilerde en tuhaf kamusal alanını, Sarayburnu parkını gösteren fotoğrafının (Resim 3) dışında, en çok etkilendiğim işler ev’le ilgili olanlar oldu.

Londra’daki genç sanatçıların ev hayatlarını anlatan belgesel “Günlük Hayatın Faşizmi”ni, toplumun idealize ettiği aile ve ev yaşantısı ile alay ederken, aynı evi paylaşmaktan kaynaklanan zoraki mesafesizlikleri gözüme soktuğu için sevdim. Yakın tarihin, mali durumu ebeveynlerinkinden daha istikrarsız olan ilk kuşağını anlatan işin sahibi olan sanatçılar, Morag Keil ve Georgie Nettell’da 80’lerde doğmuş; dolayısıyla çalışma her hali ile içeriden konuşan bir iş. (Resim 4)

Bienalde etkilendiğim evle ilgili bir başka video, İstanbul Modern’deki Mükemmel Suretin Peşinde’ydi. Las Vegas’ta bomboş bir dairede, sanatçı Kaari Upson’un, varlığından şüphe ettiği asbesti, saçlarını tavana sürdüğü zaman çıkan ses ile keşfetmeye çalıştığı sahne; evi keşfedilmemiş kuytu köşeleri ile kendine has gizleri ve hikayeleri olan bir beden olarak gösteriyordu. Havalandırma menfezinde biriken saçlar, dolapların bakmayı akıl etmediğimiz yüzeylerinde oluşan yaşamın üyeleri ile ev ahalisinin aslında ne kadar kalabalık olduğunu düşündüren bir video… Galata Rum İlkokulu’ndaki Andrea Joyce Heimer’in evlerin ve mahallelerin en karanlık yönlerini bile korkutucu bir sevimlilikle aktardığı resimleri de Upson’un videosu gibi, tekinsizlik ve aidiyet hislerini aynı anda aktarabildiği için güçlü olan başka bir eser. (Resim 5)

Boğaz’da bir teknede geçen Volkan Aslan’a ait Evim Evim Güzel Evim’i izlerken uzun metrajlı bir film olmasını hayal ettim; herhalde eskimiş ahşap parkeli odasında tütün saran kahramanın bakışları öyle gerektirmişti ki beklenmedik sonu kısa olması için güçlü bir neden oluşturdu.

Upson ve Aslan’ın işleri dışında İstanbul Modern’deki Bienal sergisinin geneli ile bir yakınlık kurmakta zorlandım. Sergiye kendimi kaptıramamamın nedeni; sesi tüm müzede çınlayan rehberli bir tura ve kalabalık bir saate denk gelmem miydi, yoksa Latifa Echakhch’ın işlerinin önündeki hepsi aynı hizaya özenle süpürülmüş sıva parçaları gibi süper steril ve kontrollü ortama dair ipuçları mıydı tam kestiremiyorum. (Resim 6) Ancak şu bir gerçek: Galata Rum İlkokulu hikaye sever küratörlerin işini ne kadar kolaylaştırmışsa, İstanbul Modern de her zamanki nötr haliyle bir o kadar etkisiz kalıp küratöryel anlatıyı sanatçılarla başbaşa bırakmış.

Evler ve komşularla ilgili bu Bienalin kendine has olan yanlarından biri şu: İşler, onlara eşlik eden bir hikaye kitabı ile beraber kurgulanmış. Bir mekândaki herhangi bir eseri görmek sizin için yeteri kadar güçlü bir hikaye oluşturmadıysa, Bienal kataloğunun “Hikayeler” başlıklı cildinde eserin sahibi olan sanatçıdan satırlar bulabilirsiniz. Bu durum, küratörlük müessesesi adına takdir edilecek bir tutum olarak görülebilirken, kimileri için sanatın gücünü zayıflatan bir jest olarak da yorumlanabilir: Herhangi bir işin, etrafında metinden örülen istinat duvarları olmadan, izleyiciye dokunamıyor olması kabul edilebilir mi? İyi bir komşu, izini sürüp hakkındaki her şeyi bildiğimiz biri midir? Öte yandan, hikayeler kitabında Bienaldeki her sanatçının metni yok, benim sergideki hikayesinden en çok etkilendiklerim de bunların arasında. Bu tamamen bir tesadüf olabilir ya da belki gerçekten yapıtın kendi kendine anlattığı ile ziyaretçi arasına başka bir şey koymamayı tercih etmiş sanatçılar sözkonusudur, kim bilir.

Elbette hikaye, her zaman sözcüklerle kurulmak zorunda değildir. Pedro Gomez Egana, Galata Rum Okulu’nun girişindeki işiyle bir Marquez romanına dalar gibi uzun uzun izlenebilecek bir sahneyi okulun çift kat yüksekliğindeki salonuna kurarak bunun nasıl ustalıkla yapılacağını gösteriyor. (Resim 7) Tıpkı Eşyaların Etki Alanı’ndaki gibi, imgenin tek başına hikayeye dönüşebilmesi ya da her ikisinin (imge ve sözcükler) eşit yük taşıyarak bir hikayeyi oluşturması da mümkün olabilir; ki Lungiswa Gkunta’nın Çimen’i de öyle bir iş. (Resim 8) Kırık kola şişelerini ister duvarda asılı metni okumadan seyredin; ister metni okuyup arkasındaki hikayeyi; Güney Afrika’da kırık kola şişeleri ile çevrelenmiş duvarların koruduğu çimenli bahçelerin anlamını bilerek. Buna karşılık, sözcüklerin dışarıdan olay yerine intikal eden bir kurtarıcı gibi kullanılması, bir sanat yapıtının etkisini zayıflatabiliyor. Ark Kültür’de elimde sesli rehberle Ağlayan Adam’ın evini gezerken bunları düşünüyordum. Ağlayan Adam 2001 yılında, Nil Nehri’ndeki bir gey disko teknesinden gözaltına alınan elli erkeğin arasından biri; o gece, eliyle yüzünü kapamış ağlarken basına yansımış. (Resim 9)

Kurgulanmış olduğunu bildiğin bir müze evi; bilmiyormuş gibi yaparak, nasıl gezeceğini, nereye bakacağını söyleyen mekanik sesi dinleyerek gezmek... Ben ağlayan adamın evini sessiz gezmeyi, hayal gücümün eksik kalan parçaları tamamlamasını tercih ederdim. Etrafımda sesli rehberden gelen ültimatomları takip ederek, neredeyse senkronize hareketlerle evi gezenlerle beraber sergiyi gezerken bunları düşündüm. Yine de sadece o gri binayı ve bahçesini, uzun yıllardır önünden geçip de içine giremediğim komşumu ziyaret edebilmek için bile bu iş görülmeye değer.

Gezdiğim üç mekânda da, Galata Rum Okulu, İstanbul Modern ve Ark Kültür, bireysel hikayelerden yola çıkan eserler serginin büyük kısmını oluşturuyordu. Küratörler Elmgreen ve Dragset, Bienal kataloğu için yazdıkları giriş yazısında, Bienalin bireysel hikayeler etrafında dolanıyor olmasını şöyle açıklıyor: “Politika bireyler tarafından yapılır ve hissedilir.” Bu önermeyi anlamlı kılan, Bienaldeki işlerle söylediklerinin belirli bir coğrafyaya özgü olmadığını, tüm dünyada geçerli olduğunu göstermeye çalışmaları. 32 ülkeden 56 sanatçının, hatırı sayılır bir çeşitlilik oluşturması, hikayelerin dünyanın dört bir yanından Bienale akmasını sağlıyor.

Bu dönemde Türkiye’de ya da Türkiye ile ilgili üretim yapan herhangi birinin karşılaştığı önyargılara İskandinav küratörler de maruz kalmış. Guardian’da yayımlanan(1), Bienalin yeterince politik olmadığı eleştirisinin ve benzerlerinin geleceğini sezmişçesine, Elmgreen ve Dragset Bienal kitabı için yazdıkları uzun giriş yazısında(2), bu Bienalin aslında ne kadar politik olduğuna okuru ikna etmeye çabalıyorlar. “Mevcut politik gerçekliklerin ürkütücülüğünü düşündüğümüzde tüm bunlar son derece önemsiz ve anlamı kendinden ibaret şeyler gibi görünmüyor mu?

[…] Ama kendi hikayelerimizi paylaşmaya devam etmezsek eğer, gücümüzün daha da azalması kaçınılmaz. Politika ve anaakım medya arenasında verilen büyük savaşa çoğu zaman dahil olamasak da kişisel hikayelerimizi birbirimizle paylaşarak yalıtılmışlığımızı pekala kırabiliriz.”

Guardian’daki yazıda Elmgreen politik olmamaya dair eleştirilere şöyle yanıt veriyor: “Türkiye’deki durum hoşuma gitmiyor, ama ‘bizim bir sorunumuz var, iyisi mi bazı sanatçıları buraya çağıralım ve kutudan fırlayan palyaço gibi yanıt versinler’ zihniyetinin de yardımcı olacağını sanmıyorum.” Küratörlük öyle tuhaf bir müessese ki, tüm karakterlerini yaratıp, sonra onların ağzından ne çıktığını kontrol edemediğin bir romana benziyor. Sanatçı ile küratörü birbirinden ayıran en önemli fark da bu. Kontrolün elinde olmamasını bir engel ya da telafi edilmesi gereken bir eksiklik değil, işin doğal bir parçası olarak görebilmek.

Belki bu yüzden, Bienaldeki bazı işlerin ve onların gri dikdörtgenler içinde minicik harflerle sergilenen metinlerinin, Elmgreen’in uzak durmaya çalıştığı, kutudan çıkan palyaço etkisini yaratmaktan kaçamadığını, “mevcut politik gerçeklikler”in tek boyutluluğunda kaybolduğunu düşünüyorum. Öte yandan, böyle bir ortamda aksini beklemek de mümkün olmayabilir. Yine de bu Bienalin ağırlıklı olarak kişisel anlatılar üzerine kurulmuş olmasının böyle bir faydası var; ziyaretçinin (okur ya da izleyici) konumuna ve hevesine göre değişen bir politika ile alâkadar olma seviyesi.

Küratörlerin giriş metninde altını çizdikleri, “diğer insanların yaşamı ışığında kendimizle gerçekten meşgul olabilmemizi sağlamak” tümcesi bir Bienal için fazla beklenti içeriyor olabilir, ama yine de bu Bienaldeki bazı işler, çokça ihtiyaç duyduğumuz, dünyayı politikanın ve ana akım medyanın açtığı pencerelerden algılama zorunluluğunu kırmaya uğraşıyor.

Bir masayı, bir evi, bir sokağı, bir şehri, bir ülkeyi, bir kıtayı ya da gezegeni paylaştıklarımıza uzun uzun bakmak; aidiyet, birarada olma ve makro / mikro ölçekteki ilişkilerin üzerine yeniden düşünmek isteyenler için Bienal 12 Kasım’a kadar görülebilir.

NOTLAR

1. “Istanbul biennial hires provocative curators, but where's the political art?”, www.theguardian.com/world/2017/sep/15/istanbul-biennial-hires-provocative-curators-but-wheres-the-political-art [Erişim: 10.10.2017]

2. İyi bir komşu, 15. İstanbul Bienali, Sergi, 2017, İKSV, İstanbul.

Bu icerik 2774 defa görüntülenmiştir.