404
KASIM-ARALIK 2018
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • Kente 95 Santimden Bakmak
    Selva Gürdoğan, Studio-X Istanbul Direktörü
    Yiğit Aksakoğlu, Bernard van Leer Vakfı Türkiye Temsilcisi
    Ardan Kockelkoren, Bernard van Leer Vakfı Araştırma Analisti
    Ege Sevinçli, Studio-X Istanbul Program Sorumlusu

YAYINLAR



KÜNYE
BİENAL

Bienalde Özgür Mekânlar

Jale Nejdet Erzen, Prof. Dr., ODTÜ Mimarlık Bölümü

 

Sanırım, hatta umarım ki yeni bir tanım, yeni bir yaşam şekli getirmeye yeltenen bütün mimari sunumlar bir derece ütopiktir; yani olamayacak kadar iyi ve yeni bir dünya yaratmak, yerleşmiş düzenleri eleştirmek, bir direnç oluşturmak isterler. Yıllardır dünya mimarisinin yeniliklerini, emellerini, sorunlarını en kapsamlı şekilde uluslararası ortamda sunan en önemli mimarlık etkinliği de kuşkusuz Venedik Bienali. Şimdiye kadar gördüğüm Venedik mimarlık bienalleri genellikle mimarlığın temel sorunlarına, temel anlamlarına, mimarlığa önemli katkıda bulunmuş sanatçılara adanmıştı. Her zaman bütün sunumlar başarılı olmasa da her bienal ziyareti yeni sorgulamalarla, yeni bilgilendirmelerle, yeni umut ve eleştirilerle sonuçlanmıştı. Bu yıl 16.sı yapılan bienal de farklı değil. Önemli ve yeni mimarlık söylemlerini tanıtmayı amaç edinmiş bienal, mayıs ve kasım ayları arasında her iki yılda bir mimarları, sanatçıları, eleştirmen ve öğrencileri, meraklıları ağırlıyor. Venedik sanat bienallerini de ziyaret etmiş biri olarak mimarlık bienalinin genellikle sanat bienalinden daha anlaşılır olduğunu, daha anlamlı konuları gündeme getirdiğini ve etkileyici projeler sunduğunu düşünüyorum. Sanat bazen dünyayı ve insanları değiştirmeyi amaçlasa da böyle bir misyon daha dolaysız şekilde mimarlığa ait. Bunun başarılıp başarılmadığını söylemek zorsa da tüm insan ilgileri içinde, hiç değilse çevremizi ve ortamımızı şekillendirerek bu misyona en yakın gelen kuşkusuz “mimarlık”. Bu yılki bienal de “özgürlük” ve “mekân” kavramlarını birleştirerek böyle bir misyona nasıl yanıt verilebileceğini sorguluyor. (Resim 1, 2)

“Özgür mekân” (freespace) teriminden ne anlaşılabilir? Örneğin, “Bugünün neo-kapitalist ortamında özgür kalan mekân var mı?” diye sorabiliriz. Bu mekânları ararsak, özlersek, istersek ve ne olduklarını, nasıl olabileceklerini düşünürsek ancak belki o zaman özgür bir başlangıç oluşturabilir ve bu soruya yanıt bulabiliriz. Venedik’in yeşil dalgaları ve adalarındaki parklar, hele Burano Adası’nda Giancarlo de Carlo’nun az gelirliler için tasarladığı rengarenk yerleşim “özgür mekân”ın her zaman ütopya olmadığını gösteriyor. (Resim 3) Venedik Bienali’nin birçok sunumu özgür mekân kavramına farklı açıklamalar getirdi. Ancak hepsinin ortak yanı, kavramı öncelikle mimari olarak gerçekleştirmiş olmaktı. İlginç ve heyecan verici olan da buydu. Bazıları özgürlüğe karşı olan mimari ve kentsel durumları eleştiren projeleri, bazıları ise daha önce yapılmış ve kamu ortaklığına özgürlük getiren uygulamaları tekrar değerlendirerek, belgelendirerek ve açıklayarak sundular. Örneğin, Arsenal’de yer alan İtalya Pavyonu, yıllar boyu kıyı yerleşmelerinin zenginliğine karşı İtalya’nın Apenin dağlarının tepelerinde kendi kaderine terk edilmiş köy ve kasabaları tekrar canlandırmak için yapılmış olan projeleri çizimler, maketler, videolar, kaydedilmiş konferans ve halkla yapılan söyleşilerle projelendirmişti. (Resim 4, 5) Her bir köy ve kasaba için yapılan sunum, hem uzun bir koridorun iki tarafında fotoğraflar ve yazılarla coğrafyayı tanıtan dikey bir sunum olarak açıklanıyor hem de büyük bir mekânda dağların konturlarını anımsatan şekilli masalar üzerinde maket ve planlarla, yatay sunumlar olarak tanıtılıyorlardı. Bu denli zengin bir anlatımdan sonra diğer pavyonları kolay kolay beğenmek imkansızdı. Özgür mekân kavramını tümüyle farklı bir açıdan ele alan bir sunum Hong Kong’un yoğunluğuna getirilen dikey mimarlık zorunluluğunun içinde ‘özgür’ ve sosyal mekân imkanları arayan ve 94 farklı mimarın işini maketlerle açık ve kapalı iki bölümde sergileyen “Dikey Doku” sergisi idi. Bugünün kalabalıklaşan kentlerinde özgür mekân imkanı arayan dikey yapılar biçimlerinde abartıya kaçmadan (Ankara’nın Çukurambarında olduğu gibi) özellikle iç mekânlarında olabildiğince farklı yorumlar getirmişti.

Bu tür çok aktörlü sergilerde tek bir yorum aramak bizi yıllar ya da asırlar önceki normatif değer yargılarına götürür. Önemli olan tek bir kavramın ne kadar çok yorumunun olabileceği: Dünyanın bütün kentlerinin kent olmasına rağmen hepsinin birbirinden sonsuz şekilde farklılaşması gibi. Bundan önceki bienallerde de heyecan verici olan bu oldu hep. Örneğin, Rem Koolhaas’ın küratörlüğünü yaptığı bienalde mimarlığın temel unsurlarını her mimar ya da pavyon farklı yorumlamıştı; geçen bienalin “cephe” teması ise yine kentsel sınır düşüncesinden savaş yıkımına kadar birbirinden tümüyle farklı yorumlar getirmişti. Bu çeşitlilik mimarlığın bugün ne denli geniş bir yelpaze içinde yaratıcı olabileceği hakkında umut veriyor. İnsanın zihinsel zenginliği de aslında böyle farklı düşünebilme yeteneğine bağlı. Oysa bugün paranın egemen olduğu dünyada bu yorum çeşitliliği kentlerde ‘dikilen’ mimarlığa maalesef yansımıyor. Bu nedenle, bienalde fikir birliği ve yorum açıklığı arayanlar, anlaşılan kafa karışıklığı içinden çıkamıyorlar.

Venedik kenti ise çeşitlenebilen ve yenilenebilen bir mimariye sahip olmakta zorlanıyor. Pescara kentinden olan mimar Lucio Rosato bunu “kentin inkarı” olarak yorumluyor; zira Venedik’te mimarlığı yeni ufuklara açmak ve yeni yorumlar getirerek kentin fizikselliğini zenginleştirmek imkansız gibi. Bugün Venedik için kentin yaşamını güvene alabilmek, sulara gömülmesini engelleyebilmenin ötesinde “özgür mekân”lar yaratabilmek olanaklı mı? Zira sokaklarda gezerken, hele San Marco Meydanı’nda kendinize yol açarken bienal temasının da bu imkansızlığa karşı getirilmiş olabileceğini bile düşünüyorsunuz.

Bienal konusuna Venedik açısından girmek ve geleceğe uzanmayı amaçlamış bazı geçmiş projelerle başlamak uygun düşebilir. Giardini’de bienalin merkezî pavyonunda yer alan sunumlardan biri, zamanında Venedik için tasarlanıp da gerçekleşmeyen projelerdi. Frank Lloyd Wright, Louis Kahn, Le Corbusier ve Noguchi’nin projeleri çizim ve planlarıyla zihinlerde ve anılarda farklı şekillerde yaşayan yapılar olarak kalacaklar; soluk çizimlerin tutsak kılan derinliği, hiç değilse mimarlığı düşünerek yaşayanlar için gerçekleşen birçok projeden daha canlı oluyorlar. Bu çizimleri ve planları izlerken, bu yapıların Venedik’e heyecan verici ne farklılıklar getirmiş olacağını düşünmemek elde değil. Corbusier’nin hastanesi, Kahn’ın kongre binası bugün Venedik’te yaşamaya ekonomik imkanı olmayan Venedikliler için zamanında daha gerçek bir Venedik yaratacaktı kuşkusuz.

Venedik’te Giardini’nin merkezî pavyon girişinin solundaki Carlo Scarpa’nın eski küçük bahçesi belki özgür mekân temasına en çok uyan kalıcı tasarım. Bahçeye giren herkes farklı biçimli küçük iki havuzun kenarlarına oturarak su sesini dinliyor, ışık oyunlarını izliyor ve huzur buluyorlar. (Resim 6) Zira bienal küratörlerinin özgür mekân manifestosu mimarlığın temel programının her zaman cömert bir tinsellik ve insanlık duygusu olduğunu vurgulayarak başlıyor. Scarpa’nın iki küçük Venedik bahçesini (diğeri Fondazione Querini Stampalia) ve Vatikan’ın on iki mimara ısmarladığı projeleri görmeye giderken (Resim 7), Santa Maria Maggiore adasında gördüğümüz Scarpa’nın gençlik yıllarında Murano Cappellin cam fabrikası için tasarladığı vazolar nefes alan canlı cömert tinsellikler içeriyorlar. Scarpa’nın merkezî pavyondaki bahçesi ve Fondazione Querini Stampalia’daki sade bahçesi ile cam vazolarını görerek bienali gezmek insana nitelik ölçüsü kazandırıyor. Bunları yaşadıktan sonra bienal sunumlarına daha eleştirel bakıyorsunuz. Aydan Balamir ile birlikte gezdiğimiz Palladio’nun Santa Giorgio Maggiore barok kilisesinin bahçesinde Vatikan için on iki mimarın gerçekleştirdiği açık şapel projelerinin en etkileyicisi kuşkusuz Norman Foster’ın sunak kısmının denize yönlendiği, ince ahşap direklerin metal strüktürle taşındığı, zamanla sarmaşıkların sarıp kaplayacağı şapeli idi. (Resim 8) San Giorgio Maggiore adasında ağaçlar altında serpiştirilmiş şapeller grubu bienal ülke projelerinin içinde en zevkle izlenenlerinden biri idi.

Gerek sanat gerek mimarlık bienallerinde ille de temaya uyması beklenmeyen bir sanatçıyı sunmak geleneksel bir adet. Sanırım bu yıl böyle seçilen mimar Zumthor idi ve ona ayrılmış, yükseltilmiş mekânda Zumthor’un birçok projesinin maketini zevkle izledik. (Resim 9) Bunlara bakarken ister istemez, bütün iyi mimarlık işlerinin, bienal manifestosunun vurguladığı nitelikleri içeren “özgür mekân”lar içerdiklerini düşünüyorsunuz. Zumthor’un bütün maketleri ilk anda akla “mekân” kavramını getirmese de Bruder Klaus Field Chapel projesi ya da çöl oteli bambaşka mekân anlayışları, çevre ve yapı ilişkileri ile kuşkusuz özgür bir yaratıcılık sunuyorlar. Girişte oldukça farklı bir enstalasyonla dikkat çeken, son yılların ilginç mimarı, aynı zamanda Lyon’da bir mimarlık okulu kurucusu Odile Decq Stüdyosu, Paris’teki Garnier Operası’na getirdiği güncel enstalasyonu sergiliyordu. (Resim 10) Burada ele alınan kavram, tarihî binalara zarar vermeden yeni ve (tarihin baskısından) özgür mekânların / eklerin nasıl oluşturulabileceği idi. Giardini’de pavyondan pavyona gezerken ışıklılığı ve sadeliği ile insanı kendine çeken en etkileyici yapı, şüphesiz Sverre Fehn’in Kuzey Ülkeleri Pavyonu. (Resim 11) Kuzey ülkelerinin insan ve doğa arasındaki cömert alışverişini simgeleyen organik ışıklı balonlar olmasa da, Fehn’in yapısı başlı başına bir “özgür mekân” oluşturuyor. İngiltere Pavyonu özgür mekân temasını, yapıyı tamamen boş ve “özgür” bırakarak temsil etmiş ve bienal kapsamında verilen ödüllerde jüri özel ödülünü bu yaklaşımı sayesinde kazanmış. Aslında Fehn’ın binası gibi sade olmasa da İngiltere Pavyonu da, hiç değilse iç mekân olarak, yukarıdan aldığı loş ışıkla insanı etkiliyor. Tepe ışığı L şeklinde dönen ve birbirine akan mekânları okşuyor ve açıları siliyor, sınırsız ve hafif bir atmosfer içine sokuyor. İngiltere Pavyonu’nun “island” (ada) teması olarak sunduğu mimari yapı ise binanın üstüne metal strüktürle yerleştirilmiş teras. Çevreye tümüyle açık olan bu teras Giardini bahçeleri içinde bir ada hissi veriyor. Her yıl ilginç yorumlar sunan Japon Pavyonu, Japonya’nın geleneksel titizliğine ve çalışkanlığına kendini kaptırmış, okuması neredeyse imkansız sonsuz tipoloji örnekleri ile bezenmiş, grafiğin zarafetine rağmen saatlerce incelenmedikçe anlaşılamayacak bir sunum idi.

Arsenal’de çeşitli mekânların içine serpiştirilmiş pavyonlardan en iyi hazırlanmış, eleştirel olduğu kadar yapıcı olan Meksika Pavyonu sunumunun sonsuz titizliği hem betondan kalıba döktüğü sit ve yerleşim şemalarının estetiği ve anlamlılığı hem de örnek olarak seçtiği Meksika’nın mimari eserlerinin görsel ve sözel sunumu ile hem insanı buralara gidip görmek için heveslendiriyor hem de düşündürüyordu. (Resim 12) Çeşitli sunumlarla ortaya çıkan bir ülke de Çin oldu. Tutucu politikasına rağmen Çin hükümeti kendine karşı eleştirel olmadıkça bilim ve sanatı dünyada en çok destekleyen ülke. Pekin’deki Sosyal Bilimler Binası Ankara’da Kızılay Meydanı’nın tümünü kaplayacak kadar büyük. Orada çalışanlar araştırmaları için sonsuz imkanlara ve özgürlüğe sahip. Çin sanatçıları bütün dünyada sanatlarıyla alıcı buluyorlar. Ama aynı zamanda Çin, modern ve güncel olduğu kadar köklü bir geçmişe de sahip, geçmişini sanatını ve felsefesini sürekli araştırıyor, yeniliyor. Köyler ve kasabalarda yapılanlar kentlerdeki üretimler kadar ilgi görüyor. Çin gençliği dinamik, enerjik ve maddi imkanlara sahip. Bienaldeki çeşitli sunumlar da bunun kanıtı. Çin’in çeşitli yörelerinden temaya uygun mimari örnekler seçilmiş, maharetle inşa edilen maketlerle ve videolarla sunulmuş. Beni en çok heyecanlandıran, eskiden sepet örerek hayatını kazanan bir köylünün sonradan bambu işleyerek geliştirdiği özgün biçimler oldu. Hem videosu gösterilen hem de ufak bir maket olarak sunulan “Bambu Tiyatrosu”, insanların bir arada oynadığı ve dans ettiği gerçek bir özgür mekânı temsil ediyordu.

Bu yıl üçüncü kez bienalde yer alan Türkiye sunumunun bilgilendirme dosyasında “25 hafta boyunca 13 çalıştay, 50 dijital tartışma ve 6 konferans düzenleneceği” bildiriliyordu. Orada bulunduğumuz 20 Eylül Perşembe günü bunlardan hiçbirine ve izlerine rastlamadık. Pavyonun uzun mekânına girince insanda, hele Türkiye’yi bilenlerde uyanan ilk intiba “işte Türkiye’de gördüğümüz düzensizlik ve laubalilik” idi. Farklı ekiplerin çalıştığı alanlar her bir alanın üstüne iki tarafından gelişigüzel asılmış bezlerle belirtilmişti. Bunun altında bazen siyah sehpalar üzerine gelişigüzel atılmış yazılı ya da resimli kağıtlar, bazen bir hamak ve bir yerde de “Venedik’i tekrar çizmek” olarak sunulan, Venedik fotoğraflarının arka arkaya sunulduğu bir video bulunsa da, -en çarpıcı olan nokta- sunumun asıl amacı olan diyalog ve tartışmalardan ne bir anı ne bir kısa video ne de bir film bulunmaması idi. (Resim 13) Hiç değilse orada bulunduğumuz bir saat içinde böyle bir ize rastlamadık. “Vardiya” adlı sunumun bir süreç ve sorgulama olması kabul edilse de, bu sürecin sonunda tartışmalardan üretilen ve elde kalan bir “şey”in bienal boyunca izlenebilmesi / algılanabilmesi gerekirdi. Burada çalışan 122 öğrenciden ya da küratörlük yapan kişiden, düşünce ve vurgulamak istenilen değerlerden geriye bu dağınıklıktan başka bir şey kalamaz mıydı? 122 öğrenci ve tartışmacı bienale farklı zamanlarda getirilse de bir süreklilik sağlanamaz mıydı? Belki herhangi bir izleyici burada 3-4 saat kalsaydı, bir “şey”ler anlama imkanı olurdu. Ancak en fazla iki ya da üç gün gezilen bir bienalde ilk bakışta insanı çeken, merak ettiren bir iş beklenir. Sorgulama, diyalog ve eleştiri bütün disiplinlerin olmazsa olmaz temelidir; ancak bu sorgulamaların ne olduğu, neyi nasıl sorguladığı, diyalogların diyalektiği, eğer sorgulama önemli ise bildirilmelidir. “Sorguladık, tartıştık, çok iyi ettik” derseniz kimseyi ilgilendiremezsiniz. Öğrencilerin sonradan anlattıklarına göre karşılaşmalar ve tartışmalar onlara çok büyük katkı sağlamış. Ancak anlaşılan, kendi içine kapalı olan bu süreç seyircilere hitap etmek için gayret sarf etmemiş. Mimarlık sorgulama üzerine getirilen bir inşadır. Türkiye Pavyonu bana ülkemizdeki genel mimarlık ortamının ve mimarlık eğitiminin ne kadar eksik ve ne denli kendi kendine yettiği düşüncesi üzerine kurulu olduğunu anımsattı. Bu sonuç aynı zamanda sanat ve söyleme dair hem birikimin hem de ilginin azlığının yanı sıra tarih ve belge araştırmalarının kısırlığı ile de ilgili. Yaratıcılık, biçim ve kavram üretme zenginliği “haydi yapayım” deyince olmuyor, uzun hazırlıklar ve birikim istiyor. Bunu anlamak ve kabul etmek de bir alışkanlık ve disiplin meselesi. Ne yazık ki, bienaldeki bütün sunumların içinde görsel / fiziksel tutarlığı ve düzeni olmayan tek sunum bu idi. Bu ülkeden ve mimarlık camiasından bir kişi olarak keşke hiç olmasaydı diye düşündüm. Küratörler kusura bakmasınlar. Umarım bundan sonraki bienal için daha esaslı bir hazırlık yapılır ve yalnızca çalışanlara yani “içeridekilere” karşı değil, seyircilere yani “dışarıdakilere” karşı da bir sorumluluk ortaya konur. Ne de olsa unutmamamız ve de esinlenmemiz gereken dünyanın en zengin ve nitelikli mimarlık geçmişine sahibiz.

Bu icerik 3340 defa görüntülenmiştir.