409
EYLÜL-EKİM 2019
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • “Mimarlıkla Hocalığı Birlikte Gerçekleştirirdi”
    Sema Soygeniş, Prof. Dr., Bahçeşehir Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Dekanı
    Murat Soygeniş, Prof. Dr., S+ ARCHITECTURE Kurucu Ortağı, Bahçeşehir Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Öğretim Üyesi

YAYINLAR



KÜNYE
DOSYA: BİR OKSİMORON: İKTİDARIN ÇEVRE AŞKI

Sıra Mimarlıkta. Hemen Şimdi!

Ayşen Ciravoğlu, Prof. Dr., YTÜ Mimarlık Bölümü

 

İnsan yaşamını sürdürmek için yapılı çevreyi dönüştürürken hiçbir zaman doğayla işbirliği içinde olamadı. Daha çok, doğayla sürekli bir mücadele etkinliği içinde yaşam koşullarını korumak için çaba sarf etti. Ancak ne yazık ki bu mücadelesi sıklıkla yenilgiye uğradı. İşte bu yenilgi dönemlerinden birine daha adım attık. Küresel iklim değişikliği insanlık için önemli bir mücadele alanı ve işler hiç de iyiye gitmiyor!

Tarihsel süreç içinde insanlığın pek çok krizle yüz yüze geldiğini söylemek yanıltıcı olmayacaktır. Doğal krizler, beşeri krizler, ilerlemeler ve hak mücadeleleriyle kol kola gelişti. Ancak özellikle son 50 yıldır hız kazanan çevresel kriz, kuşkusuz insanlığın önündeki en önemli kritik eşiğe karşılık geliyor. Küresel iklim değişikliğinin bir kriz olarak tanımlanması için araştırmalar, olgular, gerçekler ve post gerçeklerin yanında 15 yaşındaki İsveçli öğrenci Greta Thunberg’in parlamento binasının önünde “okul grevi” yapması gerekti. Greta, bir kadının tüm dünyada değişimi başlatacak ateşleyici bir güç olabileceğinin örneklerine bir yenisini ekledi.

Dünyada bunlar olup biterken ülke gündemi de oldukça yoğun. Koruma altındaki doğal alanlara, tarım alanlarına, kentlerin doğal ve tarihî dokularına müdahalelerin, artan enerji ihtiyacı ve yeni madenler için doğanın dengelerinin ve değerlerinin yıpratıldığı bir döneme tanıklık ediyoruz. Umut verici olan bu süreçlerin duyarlı topluluklar tarafından dikkatle izlenmesi ve yeni iletişim medyaları aracılığıyla kamuoyu yaratabilme gücüne sahip olması.

Dünyada ve ülkemizdeki bu yoğun gündem içinde mimarlık konuşmak ne kadar önemsiz gibi görünse de bir o kadar elzem. “Yapmak / inşa etmek” üzerine mesleki pozisyonunu belirlemiş olan mimarlık alanının çevresel tahribatı önlemeye etkisinin sınırlı olduğunu iddia edebiliriz. Yapma eylemi mimarlık bağlamında günümüzde sıklıkla kullanılan anlamı içinde değerlendirildiğinde, çoğunlukla -ve özellikle günümüzde hız kazanan- yıkıcı doğası, tüm mesleki tartışma ve pratiklerde ayağımıza dolanıyor. Çözüm önerileri yetersiz kalıyor, söylemler gerçeklikleri örtüyor... Durum böyleyken bunun tam aksinde yer alacak bir pozisyon da bugün bir o kadar yaşamsal ve gerekli!

Mimarlık alanında yeni düşünme biçimlerine ihtiyaç olduğundan bahsetmek gerekirse; bunun için hem elverişsiz hem de elverişli bir ortamın olduğunu söylemek mümkün. Günümüz kentsel politikaları bağlamında mimarlık yukarıdaki dar anlamıyla değerlendirildiğinde çevresel bozulmanın aktörlerinden biri ancak dünyada ve ülkemizde bir o kadar da farklı mimarlık yapma arayışları, buna karşılık pek çok duyarlı toplumsal kesim ve meslektaşımız var.

Bu makalede öncelikle bugünlere nasıl geldiğimizden söz etmek istiyorum. Doğa sömürüsünün kökenleri üzerinden doğayı bir kaynak olarak gören bakışın bugün yaşadığımız sonuçlarını aktarmak, daha sürdürülebilir bir gelecek hedeflerken çevrenin yıkımına katkıda bulunan araçlara değinmek ve mimarlığın içinde bulunduğumuz çevresel krizi önleme ve/veya onunla baş etmedeki yeni rollerine vurgu yapmak istiyorum.

DOĞANIN SÖMÜRÜSÜNÜN KÖKENLERİ

İnsanlık tarihi ne yazık ki doğanın sömürülmesi sayesinde / ile birlikte ilerliyor. Tarımın gelişiminden başlayarak üretimin toplumsal örgütlenişinin bütün biçimlerinin çevre yıkımına katkıda bulunduğunu iddia etmek yanlış olmaz. Ancak yakın zamana dek dünyanın soğurma kapasitesinin altında gerçekleşen bu eylem, özellikle kapitalist dünya düzeninin doğuşuyla birlikte oldukça değişmeye başladı.

John Bellamy Foster’a göre, gezegenin ekolojik sorunlarını çözmek için önerilen reçeteler son derece yetersiz.(1) Çünkü bu reçeteler yeni uluslararası anlaşmalar yapmaya, insanları nüfus ve tüketim artışını kısmaya, çevre dostu teknolojiler denilen bir avuç teknolojiyi benimsemeye davet etmekten uzağa gitmiyor. Oysa dünyadaki kriz bir doğa krizi değil, bir toplum krizidir. Bugün karşı karşıya olduğumuz çevre yıkımının başlıca nedenleri ne biyolojiktir ne de bireylerin tercihlerinin bir sonucudur. Bu nedenler, toplumsal ve tarihseldir. Sorunun kökleri üretim ilişkilerinde, teknolojik zorunluluklarda ve demografik eğilimlerdedir.

Çevre sorunlarının nüfus artışı ve sanayileşme nedenli yaşandığı konusundaki yaygın kanının aksine, yeryüzünde sürdürülebilir bir yaşam konusunda sorunun ne nüfus ne de sadece bugünün sanayi üretimi olduğunu artık biliyoruz. Temel ekolojik sorunlarımızın birçoğu sanayi öncesi zamanda da vardı. Kuşkusuz sanayi öncesi toplumların çevre üzerindeki etkisi bugünle kıyas kabul etmeyecek kadar küçüktür. Ancak insan kaynaklı

çevresel sorunlara tabi olan toplulukların kendi ölçekleri bakımından değerlendirildiğinde sonuçları oldukça yıkıcıdır. Örneğin Sümer, İndus Vadisi, Yunan, Fenike, Roma ve Maya uygarlıklarının aşırı sulama, çölleşme, erozyon gibi ekolojik felaketler yüzünden çöktüğünü kaynaklardan okuyabiliyoruz. Sanayi devrimi öncesi kapitalizmde de ticaretin gelişiminin yaban hayatın kaybolmasına yol açtığını, hatta kunduz derisinden yapılan şapka ithalinin bir ekosistemin yıkımına katkıda bulunduğunu söylemek mümkün.(2)

Kuşkusuz tarihsel süreç içinde doğanın sömürüsü tüm “öteki” toplulukların sömürüsüyle birlikte yol aldı. Özellikle yerküre merkez ve çeper olarak ikiye ayrıldığında, çoğunluğu çeper ülkelerde kalan ekosistemlerin “yönetiminin”, merkezin ihtiyaçları bağlamında “sürekliliğinin” garantiye alınması tarihsel süreç içinde önce emperyalizm ve son olarak da sürdürülebilirlik kavramlarına yol verdi.

MİMARLIKTA SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK PERSPEKTİFİNİN ÖNÜNDEKİ ENGELLER

Yukarıda çok kısaca aktarılmaya çalışılan “dünya düzeninin” mimarlık alanına da etkisinin olması kuşkusuz ki şaşırtıcı değil. Mimarlık, insan topluluklarının hayatta kalma ile sömürü arasında doğayla ilişki kurduğu çok geniş bir coğrafyanın parçası. Bu bağlamda son yıllarda giderek ilgi çeken yeşil binalar, ekolojik tasarımlar, sürdürülebilirlik temelli yaklaşımların nasıl bir kavramsal zeminde anlamlı olduğunu araştırmanın, içinden geçtiğimiz hassas dönem ve gelecek perspektifinde önemli etkilerinin olduğunu düşünüyorum. Bu bölümde “çevreci yaklaşımların” aşağıda kısaca aktarmaya çalıştığım temel kavramlarından, doğayla bütünleşmiş, çevresel adalet ve barışın tesis edildiği bir geleceğin aşması gereken engeller(3) olarak söz etmek istiyorum.

İnsan Merkezli Bakış Açısı

Kültürümüzde kadının doğal bedeninin yontulmasına dair bir sorun varken çevremizdeki doğanın yontulmasına [...] dair [...] bir sorunun bulunması şaşırtıcı değildir.

C.P. Estes(4)

İnsanlık, doğayı uzun zamandır boyunduruk altına alınması gereken, kendine tabi, ihtiyaçlarının karşılanması için sonsuz bir kaynak olarak gördü. İnsan derken de çoğunlukla heteroseksüel beyaz erkekten söz ettiğimizin altını çizmeliyiz. Dolayısıyla insan, yukarıda yaptığımız alıntıdan da izlenebileceği gibi sadece doğayı değil, kadını ve tüm ötekileri de benzer tahakküm süreçleriyle biçimlendirmeye çalıştı. Bu nedenle içinde bulunduğumuz çağ, eylemlerimizin doğa üzerinde geri dönülmez etkilerini yaşadığımız Antropsen çağı (İnsan çağı) olarak nitelendiriliyor.

İnsanın merkezde, dolayısıyla doğanın onun ihtiyaçlarını sağlayacak bir “kaynak” olduğu bakış açısı değişmedikçe doğanın sömürüsünün biçim değiştirerek yeniden sürmesi kaçınılmaz. Bunun en önemli örneği kalkınma kavramının neredeyse hemen hiç değişmeden sürdürülebilirlik terminolojisi altında çevreci bir kavram olarak karşımıza çıkması.

Bilindiği gibi sürdürülebilirlik kavramının öne çıkmasını ve popülerleşmesini sağlayan çabaların başında Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) gelir. 1980’lerde Doğa ve Doğal Kaynakların Korunması Uluslararası Birliği (IUCN) sürdürülebilir kalkınma yardımıyla canlı kaynakların korunmasını sağlamak hedefiyle Dünya Koruma Stratejisi’ni (WCS) sunduğunda terim gündeme taşınmıştır. Dünya Koruma Stratejisi, kalkınma toplumunun çıkarlarıyla çevreci hareketi uzlaştırma yönünde önemli bir katkı yapmayı başarmıştır.(5)

Ancak buradaki temel problem gelecekte de kaynak tüketebilmeyi garanti altına alan bir yaklaşımın geliştirilmiş olmasıdır. Öte yandan kavramın kalkınma -dar anlamıyla büyüme- perspektifli bakış açısı sadece belirli bir kalkınma modelinin tüm dünyaya empoze edilmesi ile sonuçlanmamış, kalkınma kavramına yaslanan tüm uygulamaların da sürdürülebilir, dolayısıyla çevre dostu perspektifinin olduğu yanılsaması yaratılmıştır. Buna en önemli örnek Eurogold firmasının Bergama’da siyanürle altın aramasının olası çevresel etkileri nedeniyle gündeme gelen tartışmalardan verilebilir. İlgili dönemde “Rio Zirvesi Sonuç Bildirgesi’ne göre çevre ve kalkınma beraber gider. Kalkınma için altın madeni çok önemlidir; bu maden çalıştırılmalıdır.” şeklindeki söylemler ancak sürdürülebilir kalkınma kavramının çarpıtılmış bir yansımasıdır.(6) İşte tam da bu bakış açısı ile kalkınma söyleminin, çevresel tahribatı üreten bir yöntem haline geldiğini görüyoruz. Bu söylemin en olumsuz tarafı da çevre korumacı tavırların kalkınma karşıtı olarak tanımlanması sonucudur. Dolayısıyla her ne koşulda olursa olsun insan merkezli bakış açısından bakarak, doğanın bir kaynak olduğu varsayımıyla, büyüme perspektifinin öne çıktığı bir dünya samimi bir çevresel yaklaşımın önündeki ilk engeli oluşturuyor.

Yap / Yık / At

Antroposen çağının belki de en belirgin özelliği yaşam alanlarının sürekli bir yıkım ve yeniden yapım eylemine(7) tabi olduğudur. Sebebi ne olursa olsun yapım, yıkım ve yeniden yapım döngüsü ekonominin sürekliliği için faydalı olsa da bu eylemin hem toplumsal açıdan hem de ekolojik açıdan olumsuz sonuçlarını yaşıyoruz. Sürekli bir “hafriyat” ve “dolgu” etkinliği olarak tanımlanabilecek bu sistemin ekolojik döngülere ve ekosistemlere müdahalesi, geri dönüşü olmayan sonuçlara götürüyor.

Çevresel tartışmanın belki de en kritik konularından biri “bütünsellik”tir. Bu yaygın olarak bilinen bir konu olsa da bugün kabaca yapılacak bir gözlem, insan ihtiyaçları, ekolojik hassasiyetler ve çevresel sorunların bütünsel açıdan ele alınmadığında yaşanan sorunların katlanarak artmasıdır. Oysa ekolojik döngüler salt teknolojik bir determinizmle çözülemeyecek kadar karmaşıktır. Kentin rezerv alanlarına, temiz su ve oksijen kaynaklarına -gerçek ya da daha kötüsü farazi- ihtiyaçlar öne sürülerek müdahale edilmesi, çözülmesi giderek imkansızlaşan yeni sorunlara yol açıyor. Dolgu alanları, liman projeleri, transfer merkezleri salt insan merkezli bakış açısından ihtiyaçlar özelinde değerlendirilemeyecek mega projeler.

Mimarlık eyleminin sistemin önemli bir mekanizmasını oluşturduğu bu düzende felaketlerin de yıkım ve yeniden yapım etkinliğinin bir parçası olduğunu görüyoruz. Savaşlar, afetler gibi gerek doğa gerekse de insanlık için üzücü olayların yeniden yapım için bir fırsat olarak görülmesi ve dönüşüm, yenileme, sağlıklaştırma, yeşillendirme gibi sebeplerin yıkım eyleminin meşru söylemleri ve araçları haline gelmesi, çevresel yıkıma zemin oluşturan mekanizmalar. Deprem riskli alanlar haritasıyla örtüşmeyen kentsel dönüşüm alanları bunun en çarpıcı örneği kuşkusuz.

Çevreci Mimari Söyleminin Meşruiyeti

Dünyanın artan sıcaklıklar, aşırı iklim olayları, kuraklık, gıda temininin zorlaşması gibi meselelerle nasıl mücadele edeceği henüz belirsiz. Ancak tüm bu yaşananların mimarlık alanında da çevresel tartışmalara yol açması ve bu konuda farklı pratiklerin uygulamaya

geçirilmesi umut verici. Yine de burada gerçek bir çevreci yaklaşımın önündeki bir engel de “ekolojik / yeşil / sürdürülebilir mimari”nin özellikle hassas coğrafyalarda herhangi bir imar faaliyetinin meşruiyeti için zemin hazırlamak üzere kullanılması.

Kentin kamusal amaçlı kullanılabilecek bölümlerine ya da orman alanları içinde yapılaşmaya yeşil çatı, su havzalarına ekolojik konut, koruma alanlarına ekolojik yapı önermek kulağa “şık” gelmekle birlikte bu yaklaşım iyi mimarlığın her koşulda yapılabileceği gibi bir yanılsamayı da beraberinde getiriyor. Yeşil çatı, kat bahçesi gibi ekolojik mimarlığın bir “göstergesi” haline gelen unsurların ekolojik yararlarının ve uygulandığı alanda enerji ve konfor açısından katkılarının dışında bunların “yeşil badana”(8) sürecinin bir unsuru haline gelmesi üzerine düşünmeliyiz.

Bu yaklaşımın yani ekoloji öncelikli değil de reklam ve hakla ilişkiler öncelikli çabanın en temel enstrümanı da kanıt sunmama yaklaşımı. Oysa çevresel tartışmaların en önemli özelliği ayrıntılı analizleri bilimsel kanıtlarla desteklemektir. Ancak bu tür söylemlerde rakamların sadece istenen sonuçları verdiğinde kullanıldığını görmek bizi şaşırtmıyor. Rakamlar dilenen sonuçları işaret etmediğinde kanıt bırakmamak en fazla kullanılan yöntem haline geliyor. Örneğin, “Bu projede gün ışından maksimum düzeyde yararlandık.” iddiası “yeşil badana”nın en tipik örneği. Ya da “rüzgar ve güneş enerjisinden elektrik üretilecek ve elde edilen bu enerji ortak alanların enerji ihtiyacının % 14’ünü karşılayacak.” önermesinde rakamlardan söz edilmekle birlikte dikkatli okuyucu sadece ortak alanların enerji ihtiyacının küçük bir bölümünün söz konusu olduğunu kavrayacaktır. Dolayısıyla gerçek bir katkıdan söz etmek çok zordur.

Yapı Sertifikalandırma Süreçleri; Yukarıda aktarılan sürecin bir unsuru da bugün yapı sertifikalandırma çalışmalarında karşımıza çıkıyor. Amerikan LEED, İngiliz BREEAM, Japon CASBEE, Avustralyalı GreenStar gibi pek çok yeşil bina değerlendirme ve sertifikalandırma sistemleri ülkemizde de yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Hatta bu esinle ülkemizde de ulusal sertifikasyon sistemleri oluşturuldu / oluşturulmakta. Ancak özellikle ülkemizde yaygın kullanılan LEED ve BREEAM’in ilgili coğrafyalar için üretilmiş olması, ülkemizdeki uygulamalarda yararlılığı yerine puan toplama yönünden yapılan değerlendirmeler, sertifikanın sağlayacağı halkla ilişkiler, reklam ve yapıya çevresel bir dokunulmazlık sağlama niyetiyle oluşturulması, çevresel perspektifin yanlış bir algısının oluşmasına neden oluyor. Öte yandan ilgili sistemlerin enerji baskın bakış açısı ve nihayetinde yapıyı performans ve

verimlilik adına neredeyse bütünüyle bir mühendislik ürününe dönüştürmesi de bu olumsuz algıya eklenen bir konu. Yapıları ölçmeye çalıştıkça, ölçülemeyen değerlerinin ıskalandığını örnekler üzerinden gözlemlemek mümkün. Yapılara mimari nitelikleriyle bağlantısız bir biçimde çevresel özelliklerin “eklenmesi” sürecinin doğal bir sonucu da artık bu tür mimarlık ürünlerinin müelliflerinin de şirketler olması.

MİMARLIKTA YENİ / YARATICI DÜŞÜNME PRATİKLERİNE İHTİYAÇ VAR!

İnsan, tarih boyunca 3000’den fazla bitki türünü ekip biçmesine rağmen bugün 15 tür insanın enerjisinin % 85’ini; bunlardan sadece pirinç, mısır ve buğday ise % 66’sını karşılıyor.(9) Bu tek boyutlu dünyada çevre için nasıl çok boyutlu mimarlık düşünme pratiği mümkün olabilir? Umut verici olan gelişme, çevresel konulara yönelik olarak dünyanın ve ülkemizin dört bir tarafından giderek artan miktarda toplumsal duyarlılığın gelişmekte olduğu. Mimarlık düşünce dünyası ve pratiği de özellikle kadınların, çocukların ve gençlerin başını çektiği bu duyarlılığa karşılık gelecek yeni tür düşünme pratiklerini üretmek zorunda. Bu tavır yıllar içinde mimarlık dünyasında da egemen olan eril söyleme bir başkaldırı niteliğinde olacak. Tıpkı Greta’nın tek başına başlattığı eylem gibi, artık dünyanın en ücra köşesinde bile olsa doğayla ilişki kurmanın yaratıcı bir biçiminin dünyayı dönüştürücü, devrimci bir niteliğinin olduğunu aklımızda tutmalıyız.

Her gün medyaya yansıyan “büyük” binalar ve “büyük” mimarlıklar yerine, mimarlıkta çevreci yaklaşımları bir kaynak işletmeciliğinden öte boyuta taşıyarak, kırda ve kentlerde ayrı biçimler alan bir umut ikliminden söz etmek gerek. Kırda mimarın gerek toplumsal rolleri gerekse de yerelden beslenen yapma pratiği üzerine düşünen ve yapan(10), kentteki sosyal meselelere dahil olan, yerel gıda üretimi, atık yönetimine yaratıcı yaklaşımlar geliştiren, mikro mimarlık ve mimari stratejilerle(11) büyüyen bir alandan söz ediyoruz. (Resim 1, 2)

Bu bağlamda mimarlık düşünce dünyasının samimi yaklaşımlarına ihtiyaç var. Sadece insanı önceleyen bakış açısının hızla ötesine geçmemiz gerekiyor. Doğayı salt ihtiyaçlar bağlamında başvurulan sınırsız bir kaynak olarak görmek yerine insanın da bir parçası olduğu, doğayı tamamlayıcı ilişkileri bağlamında değerlendirecek yeni düşünme pratiklerinden yararlanmalıyız. Her inşai faaliyetin toplumsal ve çevresel sonuçlarının değerlendirilmesini önemsemeliyiz. Yapmak kadar yapmamanın da önem kazandığı, mimarlık eyleminin tasarım ve yapım ile sınırlandırılmadan, kullanım ve kullanım sonrası süreçlerini de dahil etmeli; dolayısıyla bu anlamda fikirlerin öne çıkacağı mimarlık dünyamızı daha çok ekolojik ve sosyal sistemleri iyileştirmek, yenilemek(12), onarmak, dirençli kılmak(13), küçültmek(14) gibi düşünceler etrafında tesis etmeliyiz. Yapılı çevrenin tasarımına biçim üretmek dışında yeni bir tür yaratıcılıkla yaklaşmanın gün geçtikçe artan öneminin altını çizmeliyiz. Bu anlamda mimarın rolünün toplum, ekosistemler ve yaşam alanları gibi farklı aktörler arasında arabulucuya, mimarlık hizmetinin / eyleminin ise bir araştırma sürecine dönüşeceğini iddia etmek yanlış olmayacak. Bu eksende birlikte düşünmenin, dayanışmanın yollarını aramalıyız. Bu tür mimarlık hizmetlerinin giderek artan önemini araştırmak ve anlamak için kuşkusuz eğitim kurumları ve meslek odaları da süreçte rol almalı.

Çevrenin kötüleşmesi kaynaklı sorunlar günümüzde her ne kadar küresel ölçekte etkili olsa da çevresel sorunların sonuçlarının yaşanması toplumdan topluma ve bireyden bireye değişiklik gösteriyor. Çevresel sorunların ilk ve en derin etkileri toplumların “ötekileri” üzerinde görülüyor: kadınlar, çocuklar, gelişmekte olan topluluklar, yoksullar... Bu bağlamda çevresel adalet, çevrenin kötüleşmesiyle toplumsal ve ekonomik adaletsizlik arasındaki ilişkiyi sorgulayan bir alan olarak da öne çıkıyor. Mimarlık hizmetinin erişebildiği topluluklar açısından bakıldığında çevresel yıkımın nesneleri ve bundan ilk elden etkilenecekler açısından mimarlığın onarıcı rolünü tartışmak da kaçınamayacağımız önemli bir tartışma alanı. (Resim 3, 4)

Çevre krizinin bir toplum krizi olduğunu biliyoruz. Bu makalede de açıkça ortaya koymaya çalıştığım gibi ekolojik sorunlar ancak toplumlar kökten ve yeniden örgütlenirse çözülebilir. Benzer şekilde mimarlık ortamı da üretimini bu yeniden örgütlenme üzerine tesis edebilir. Bugün bunun zemini hazırdır. Şimdi sıra mimarlığın. Hemen şimdi!

NOTLAR

1. Foster, John Bellamy, 2002, Savunmasız Gezegen: Çevrenin Kısa Ekonomik Tarihi, Epos Yayınları, Ankara.

2. Foster, 2002.

3. Bu engellerin bir kısmı toplumsal ve siyasal bağlamın yarattığı sorunlar olmakla birlikte bir kısmı da mimarlığın ürettiği / dahil olduğu engeller. Burada kuşkusuz mimarlığın uygulama dünyasının karar vericileri, piyasa düzeni, kamunun ve özel sektörün proje elde etme biçimleri, işveren-müellif ilişkileri, yasal ve yönetsel meselelere değinmedim. Bunlar da başat meseleler ancak farklı bir yazının konusu.

4. Estes, Clarissa P., 2003, Kurtlarla Koşan Kadınlar: Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

5. Lele, Sharachchandra M.,1991, “Sustainable Development: A Critical Review”, World Development, Elsevier, İngiltere, cilt:19, sayı:6, ss.607-621.

6. Özkan, Noyan, 2004, “Bergama Köylüleri Mücadelesi”, Savunuculuk ve Politikaları Etkileme Konferans Yazıları I, (der.) Noyan Kaçar, Pınar Aşan, Aylin Erkutlu, Yiğit Aksakoğlu, stk.bilgi.edu.tr/media/uploads/2015/02/01/ozkan.pdf [Erişim: 15.08.2019]

7. Yap / Yık / At süreçlerine dair ayrıntılı bilgi için Berrak Kırbaş, Esra Sert ve Elif Kendir’in yazılarına bakmakta yarar var: Ters Köşe Ekoloji, Puna Yayın, İstanbul, 2019.

8. Yeşil badana (greenwash) herhangi bir ürün, hizmet ya da teknolojinin çevresel yararları hakkında yanıltıcı ya da kanıtlanmamış iddiaların üretilmesi eylemi.

9. Foster, 2002.

10. Kırsalda Yapmak / Yaşamanın farklı yöntemleri ve burada mimarın rollerine dair ayrıntılı metinler And Akman, Merve Titiz Akman ve Zeynep Durmuş Arsan tarafından şu kitapta yayınlandı: Ters Köşe Ekoloji, Puna Yayın, İstanbul, 2019.

11. Kentte alternatif pratiklerin neler olduğuna dair Sevgi Baysal, Özlem Bahadır Karaoğlu Nurbin Paker, Fulya Akipek şu kitapta yazdı: Ters Köşe Ekoloji, Puna Yayın, İstanbul, 2019.

12. Yenileyicilik (rejenerasyon) kavramı mimarlık alanında sıklıkla tartışılmaya başlandı. Mimarlığın yenileyici rolüne dair ayrıntılı bilgi için Polat Darçın’ın şu yazısı iyi bir başlangıç oluşturuyor: xxi.com.tr/i/yenileyicilik-pek-iyi-ama-nasil

13. Dirençlilik (resilience) kentsel mekân açısından önemli açılımları olan bir kavram. Afet ve çevresel sorunlar karşısında yapıların, kentsel mekânın ve toplulukların dirençliliği önümüzdeki yıllarda giderek önem kazanacağa benziyor.

14. Burada her ne kadar kavramı küçülmek olarak kullansam da aslında kastetmek istediğim büyümeci ve kalkınmacı bakış karşısında konumlanan geri büyüme (degrowth) yaklaşımı. Bu kavram da önemli bir düşünme ve araştırma alanı sunuyor.

Bu icerik 2734 defa görüntülenmiştir.