328
MART-NİSAN 2006
 

İNGİLİZCE ÖZET / ENGLISH SUMMARY

TÜRKÇE ÖZET

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR

MİMARLIK’tan 328



KÜNYE
YAYIN DEĞERLENDİRME

20. Yüzyıl Türkiye Mimarlığı Üzerine

Günkut Akın

Prof. Dr., İTÜ Mimarlık Bölümü

Mimarlar Odası, yayın dünyasında eksikliği uzun zamandır hissedilen 20. yüzyıl Türkiye mimarlığına ilişkin bir kitap dizisi hazırlığını, XXII. Dünya Mimarlık Kongresi’ne paralel olarak yürüttü. 1900 – 1980 arası dönemi konu edinen Modern Turkish Architecture (Modern Türk Mimarlığı), Pennsylvania Üniversitesi’nde düzenlenen bir seminerin ardından, 1984 yılında yayımlanmış olan kitabın yeniden basımı. 1980 ve sonrasını konu edinen Architecture in Turkey Around 2000: Issues in Discourse and Practice (2000 Yılı Dolayında Türkiye'de Mimarlık, Söylem ve Uygulama Konuları) kitabı ise, yakın döneme ilişkin özgün üretimleri içeriyor. İngilizce olarak hazırlanan bu iki kitap, önümüzdeki aylar içinde yine Oda tarafından Türkçe olarak yayımlanacak. Günkut Akın, bir dizinin iki dönemsel parçası olan bu iki kitap üzerine değerlendirmelerini aktarıyor.

Renata Holod, Ahmet Evin and Suha Özkan, eds., May 2005, Modern Turkish Architecture, second edition, Chamber of Architects of Turkey, Ankara.

Tansel Korkmaz, ed., June 2005, Architecture in Turkey Around 2000: Issues in Discourse and Practice, Chamber of Architects of Turkey, Ankara.

Mimarlar Odası, 2005 yılında İstanbul'da toplanan Dünya Mimarlık Kongresi nedeniyle, Türkiye modern mimarlığı üzerine, İngilizce iki kitap yayımladı. Birbirini kronolojik olarak izleyen ve karton bir zarf içinde birlikte satışa sunulan bu kitapların 1900-1980 dönemini içeren birincisi, Pennsylvania Üniversitesi’nde 1982 yılında düzenlenen bir seminerin ardından, 1984 yılında yayımlanmış olan katkıların yeniden basımı. 1980-2005 dönemine ağırlık veren ikinci kitap ise, çoğunlukla bu yayın için kaleme alınmış yeni metinlerden oluşan bir ilk basım. Ancak bu yeni sözleri duyma heyecanı kadar, Türkiye'de yeterince dağıtımı yapılmamış olan birinci kitabın yeniden basılması da sevindirici. Ayrıca, akademik emeklerin olduğu kadar, dönemlerin birbirine eklemlenmesi de, olguları tarihsel süreç içinde anlamanın yitirilmesiyle oluşan günümüzdeki boşluktan kurtulmak için gerekli.

Birinci kitabın yeni baskısı için kaleme aldığı yazıda Suha Özkan, orada birbirine bağlı, ikinci kitapta ise parçalı bir yapı olduğunu söylüyor. Gerçekten de iki kitabı birbirinden ayıran, yalnızca zaman dilimleri değil, bilimsel yaklaşımlar (paradigmalar) ve ideolojilerin oldukça birbirine yakın olduğu bir dünya ile bunların çeşitlendiği bir dünya arasındaki fark. Bu açıdan iki kitabın arasında duran 1980 yılı anlamlı bir dönemeç. Bunun öncesinde Türkiye'de, özellikle 1960'lardan itibaren ivme kazanan, tekil her türlü olguyu içine yerleştirmek için bütünsel bir açıklama çerçevesi oluşturma arzusu bulunuyor. Dile getirilmiş olmasa da, yüzer gezer hiçbir olgu kalmayana kadar sürdürülmesi öngörülen bir seferberlik bu. İvmeyi gecikme telaşı kışkırtıyor. Açıklama bir olguyu ele geçirir geçirmez, bir sonrakine doğru yola çıkılıyor. Bütünsel açıklama çerçevesinin dört değişmez bileşeni var: Tarih, ekonomi, toplum ve politika. Beşincisi, açıklanması istenen olgu. Açıklama bu beş bileşen arasındaki ilişkiler ağının dokunmasından başka bir şey değil. Ağ veya diğer adıyla “yapı” bilimsel açıklamanın görünür kılması gereken şey.

Birinci kitabın İlhan Tekeli dışındaki yazarları, Türkiye'nin ilk doktoralı mimarlar kuşağıdır. Onlar 1970-80 arasında tezlerini yazmışlar. Tekeli ise, şehircilik doktorası ile onlardan ayrılıyor ve tezini 1968'de tamamlamış. Tüm bu doktoralar, mimarlığın yeni ve yukarıda tanımlanmaya çalışılan bağlamda sistemli bir bilgi alanı olarak kurulmasında önemli bir işlev taşıyorlar. Kitapta her yazar tarihsel bir sırayla, aynı “yapı”nın farklı dönemlerine ait bilgiyi bütüne eklemliyor. Sonuçta ortaya çıkan tek bir bütünsel yapıdır. Kitapta gönderme yapılan Türkçe kaynakların azlığı ve her yazıda hemen hemen aynı kaynaklara gönderme yapılması, hem bu kitapta yer alan metinlerin öncesindeki sistematik mimarlık bilgisinin Türkiye'de ne kadar az olduğunu, hem de bir ölçüde kitap boyunca dikkat çeken dil ve yaklaşım ortaklığını açıklıyor. Ancak bu durum, sözkonusu yazıların indirgemeci ve kısıtlı bir yaklaşıma sahip olduklarını düşündürmemeli. Gerçi kimi yazıda yer yer, henüz eleştirisi yapılmamış modernist dogmanın, bugün artık katılmayacağımız yargılarına rastlamak mümkün. Ancak bu tür bir yaklaşım ne o yazının, ne de kitabın bütününde yaygın değil. Evet, yazıların hemen hepsinde, yapılan işin önemine -daha sonra hiç sahip olamayacağımız kadar fazla- bir güven var. Ancak yine de, hem söylenen sözün politik kararlarda ve kentin fiziksel oluşumundaki etkisizliği o tarihlerde artık çoktan açıkça ortada, hem de tek ve bütünsel yapının artık hep eksik kalacağı. Kitaptaki son dönemi yazan Atilla Yücel'in “Çoğulculuk Son Sözü Söyler” diye çevrilebilecek başlığı, kitabın içindeki yaklaşım bütünlüğünün artık bittiğini ve ardından gelecek olanın niteliğini çarpıcı biçimde dile getirmiştir.

Çoğulculuk kavramına odaklanıp, somut mimarlık pratiğinden yola çıkıldığında, Türkiye'de ve dünyada 1980 dolayında genel ideolojideki farklılaşmanın nasıl işlediğini kavramak kolaylaşıyor. Çoğulculuk mimarlıkta modernist paradigmanın çözülmesinin bir işareti. Hatta 1950'lerde başlayıp, 1960 ve 1970'lerde iki kez sıçrama yapan çoğulculuk, otuz yıllık bir postmodernizme dönüşme sürecinin adı. Artık biliyoruz ki, kültürde postmodernizme dönüşme sürecine, bilgikuramında ardyapısalcılığa, politikada yeni liberalizme, ekonomide küreselleşmeye varacak olan süreçler refakat etmiştir. Mimarlıkta çoğulculuk biçim çoğulluğudur, biçimciliktir. Bugünden geriye baktığımızda, erken modern mimarlığın, 1980'lerde tutarsızlık, hatta ikiyüzlülük gibi görünen biçimcilik karşıtlığının, aslında başarısız olmaya yazgılı olan hümanist ve toplumcu bir projeye yaslandığını daha iyi anlıyoruz. Çoğulculuk, bu modern içeriğin yok olmasıdır. Çünkü daha çok görselliğin, yüzeyin ve biçimin dünyasına geçmektir. Diğer bir deyişle, artık mimarlığın gündeminden çıkan şey, Avrupa Yeniçağı'yla başlayan modern anlam mekanizmasıdır.

1980'lerde çoğulculuk son sözü söyledi ve akademik dünyadaki yaklaşım bütünlüğü bitti. Anlama modelleri artık çoğul ve bu sevindirici bir şey. Ancak birinci kitaptaki modernist paradigma, yani olguyu yapısal bir bütünlük içinde; ekonomik, toplumsal, politik parametreleriyle ve tarihsel bir süreç içinde anlama çabasının önemi geçerliliğini koruyor ve bu hep olmalı. Bu arada sözkonusu birinci kitabın da kendinden öncesine göre yeni ve 1980 sonrasının çoğul kavramsal dünyasında önemli bir izlek oluşturacak olan bir paradigma değişikliği içerdiğine dikkat çekmek gerekiyor. Edward Said'in 1978 tarihli “Oryantalizm” kitabıyla bir milat oluşturduğu bu yeni paradigma, Batı modernleşmesinin evrensel tek bir model olarak kabul edilmesine ilişkin üstü kapalı önermeye karşı çıkma ile başlıyor. Pennsylvania Üniversitesi'ndeki 1982 tarihli seminerde, modernleşme sürecinin Türkiye'deki mimarlığın kendi özel koşulları içinde ele alınması, birinci kitabın önsözünde Renata Holod ve Ahmet Evin'in de belirttikleri gibi, Batı-dışı bir modernleşme öyküsünü anlama çabasıdır ve modernliğin çoğullaştırılması sürecinin bir parçasıdır. Aynı paradigma değişikliğinin bir başka göstergesi de Türkiye modernleşmesinin, hem resmî tarihin ve modernist dogmanın ötesine geçerek, hem de salt Batılı “modern” biçimlerin devşirilmesine dayalı tanımı yadsıyarak, Cumhuriyet öncesine doğru genişletilmesidir (Yıldırım Yavuz ve Suha Özkan'ın iki yazısı). Türkiye bağlamında “Batılılaşma” yerine “modernleşme” kavramını tercih etmeye varacak olan bu yaklaşım farklılığı da, giderek indirgeyici şemaların yerini çoğul bir anlama çabasının almasına neden olmuştur. Ancak diğer taraftan bu yaklaşımın gizli bir milliyetçilik içerme olasılığına imkân tanıdığı ve içe kapanma sakıncası taşıdığı da gözden uzak tutulmamalı.

* * * * * * *

“2000 Yılı Dolayında Türkiye'de Mimarlık, Söylem ve Uygulama Konuları” adlı ikinci kitabı okumaya başlar başlamaz, birinci kitapta neyin eksik olduğu ortaya çıkıyor. Orada birey yok. Yani bütün o seksen yıllık tarihi yaşayan tekil öznelerin yaşamı yok. Bunu farketmek rahatsız ediyor. Çünkü çok da uzak olmayan geçmişteki yaşamlara ilişkin bilgi eksikliğini, okuyucu ister istemez aile içindeki kuşaklararası ilişkilerin kişisel deneyimi üzerinden hissedilebilir bir somutluğa dönüştürmek zorunda kalıyor. Salt modernleşme süreci var olsun diye gereken bir fon muydu bütün bu yakınlarımız? Yalnızca yukarıda kotarılan ideolojinin replikleri ile mi ifade ederlerdi kendilerini? Toplumsal olguları ve tarihi anlamak için bireysel yaşam durumlarını anlamaya duyulan gereksinim ile, öznelliği ve özel yaşamlar üzerine konuşmayı yadsıyan nesnelci “bilimsel” suskunluk çelişiyor.

Bunları düşündüren, ikinci kitabın açılışındaki Tansel Korkmaz'ın “Vitrinde Yaşamak” başlıklı önsözü. O doğrudan yaşamdan giriyor konuya. Aslında 1980 ve 90'lardaki mimarlığın içinde yer aldığı ortamı tanımlarken o da, artık çok daha soyutlaşmış bir düzlemde hareket eden maddi ilişkilerin belirleyiciliğini ön planda tutuyor. Ancak Korkmaz'ın metninde toplum soyut bir varlık değil, bireylerin toplamı. Bu nedenle bir birey olarak yazarın kendi deneyimi üzerinden söyledikleri, okuyan bireyin deneyimi ile örtüştüğü için metin sahicilik kazanıyor. Evet, 1980 sonrası dünyada birey var. Ancak bu nasıl bir birey? Kendini kuran ve farklılığıyla tanımlanan bir özne değil. Ne var ki, bu idealist tanımın ötesi de değil. Ne Heidegger'in, kendini bir türlü bütünüyle açmayan ve bu nedenle sürekli arayış içinde olan varlığı, ne de belki tam olarak Marx'ın, bilinci bir toplum içinde bulunuşu tarafından belirlenen öznesi. Çünkü ne varlığa ayıracak zaman ve akıl dağınıklığının önüne geçecek irade var, ne de atomize olmuş bireyler bir toplum oluşturuyor.

Tansel Korkmaz, 1980 sonrasında gündelik yaşamlarda varlığını giderek daha fazla hissettiren geç kapitalist/küresel durumu özetleyerek girdiği yazısında, içinde bulunulan dönemi öncesinden ayıran şeyin, tek kutuplu bir dünyaya geçiş olduğunu söylüyor: “Güç ve toplumsal dirençten oluşan diyalektik karşıtlığın yerine, artık gücün karşısında yalnızca kaybedenlerin ve suskunların bulunduğu bir durum sözkonusudur”. Modern dönemin tanımlı toplumsal katmanları, karşıt çıkar ve ideolojilerin kurumsallaşmış ilişkileri ve sermayenin somut şiddetinin yerini, artık ulusaşırı girişimciliğin esnek üretim ve birikim stratejileri, finans sektörünün görünmez işlemleri, sosyal güvenlikten yoksun kitlelerin çözülmüşlüğü ve sermayenin simgesel şiddeti almıştır. Korkmaz bu simgesel şiddetin adını koyuyor: “Meta estetiği”. Bu, kitleleri yönlendiren bir stratejidir. Biraz serbest bir çeviriyle sözü yazara bırakmak da mümkün: “İnsanlar yoksunluk ve yetersizliklerini telafi etmek için meta estetiğine başvuruyorlar ve kendi boşluk ve önemsizlikleriyle yüzleşmemek için kendilerini imajlarla ve görünümün hazzıyla donatıyorlar. Daha da kötüsü, bu onların kendilerini gerçekliğin dünyasından ayırmak için bir kalkan işlevi görüyor. Meta estetiği kışkırtıyor, destekliyor ve bağımlılık yaratıyor. Artık ne gereksinimler, ne de tatmin var, yalnızca etkilerini giderek arttıran uyarıcılar ve geçici avuntular. Sonuçta, kaçınılmaz olan kayıtsızlık ortaya çıkıyor ...” (s.2)

Küresel dünyada diğer coğrafyalardaki öznelerle paylaştığımız bu durum, onunla üst üste, içiçe geçen yerel koşullarla daha da katmerlenmektedir. Korkmaz, 1980'deki iki dönüm noktasının Türkiye'deki öznelerin yaşamında taşıdığı özel anlama ve bunun toplum ile birey arasında ve bireylerarası ilişkilerde yol açtığı giderilmesi güç tıkanmaya da işaret etmektedir. Bir tarafta 1980 askeri darbesinin kamusal alana uyguladığı baskı ve dayattığı yasaklar, diğer tarafta yapısal temelleri hazırlanmadan küresel ekonomiyle bütünleşmesi amaçlanmış bir serbest piyasa ekonomisinin önünün sınırsız açılması. Burada ortaya çıkan, iki karşıt uçlu bir toplumsal davranış örüntüsüdür. Bir tarafta susma, geri çekilme, içe dönme; diğer tarafta etkin bir kamusal alan tarafından beslenmediği için kök salamayan abartılı bir bireysellik veya daha doğrusu bireycilik. Sonuç ise, bireylerin birlikte kurmaları gereken toplumsal imgelem ve bilincin yokluğudur.

Korkmaz, bireye ve topluma ilişkin bu olumsuz tablodan mimarlığa doğru adım adım ilerlemektedir. Duyuları baştan çıkartan meta estetiği ve içerikten yoksun görünümler dünyası mimarlık için de geçerlidir. Onun tüm biçim çeşitliliği ve yenilik takıntısına karşın sadece “aynılık” üretmesi, “müşteri beklentileri” ve “hedef kitle” sloganlarının bir görsel hazlar ve dekorasyon mimarlığına yöneltmesi, hatta “yer, kimlik, anlam, bağlam” gibi mimarlık kuramına ilişkin kavramların talan edilmesi, mimarlık medyasında yazının fotojenik görünümler bolluğundan arda kalan boşlukları doldurmak için kullanılması, mimarlık üzerine düşünce üretmenin işlevsizleşmesi... Evet, tablo karamsardır. Ancak günümüzün konformist iyimserliğinden çok daha fazla iyimserdir. Çünkü gerçekten bir gün başka bir dünya olacaksa eğer, olup biteni yalnızca betimleyip onaylayan olumlu metinler değil, gerçekliği anlamaya yönelten eleştirel metinler gerek.

Kitap üç bölümden oluşmaktadır. Kentleşme üzerine olan birinci bölümü, peyzaj, kentsel mekân ve tek yapı üzerine okumalar ve kuramsal yaklaşımlar içeren ikinci bölüm ve mimarlık pratiğine odaklanmış üçüncü bölüm izlemektedir. “Mimarlıkla ve Mimarlıksız Kentleşme” adlı ilk bölümde, İstanbul, Ankara ve İzmir'den somut örnekler üzerinde duran üç ayrı yazı yer almaktadır. Bu bölümün “İstanbul'da Hızlı Kentleşme için Alternatif bir Öneri: Yeşil ve Uyum Sağlayan – Biçimi Olmayan Kent” adlı ilk yazısında Ali Kural, Beykoz-Ümraniye bölgesinde, 90'ların ortalarına doğru tırmanışa geçen hızlı ve büyük ölçüde enformel yerleşmenin dinamiklerini ve gelişme örüntüsünü çözümlüyor, yakın gelecek için öngörülerde bulunuyor ve bunlarla yetinmeyip, bölgenin daha sağlıklı bir kentsel nitelik kazanması için, şimdiye kadarki biçimci müdahale anlayışı dışında, pratik ve yeterli politik irade mevcut olduğunda neredeyse hiç kaynak ayırmadan uygulanabilecek bir öneri geliştiriyor. Tabii sözkonusu bölgenin, çok da uzak olmayan 2010'larda nasıl sorunlu ve artık hiç çözümü olmayan bir yapıya sahip olacağını bilmek için kahin olmaya gerek yok. Kural'ın dediği gibi, İstanbul tek merkezli ve planlanabilir bir formel kentten, kesintisiz yayılmaya bir gecede dönüşmedi. Metropoliten alanda daha önce aynı süreci yaşamış olan birçok bölge var. Ancak yılların şehircilik birikimi, bırakın pozitivizmi aşmayı, doğru dürüst pozitivist bir işlerlik bile kazanamamış durumda. Auguste Comte'un 19. yüzyılın ilk yarısında dile getirdiği pozitivizmin temel ilkesi burada hayata geçmiyor: “Bilmek öngörmek için, öngörmek önlem almak için”. Ancak sorun aynı oranda politik karar mekanizmalarından kaynaklanıyor. Bu kitabın son yazısında İhsan Bilgin'in vurguladığı gibi, İstanbul'da en azından son on yıldır değişimi yönetecek ve kritik kararları alacak bir insiyatif bulunmamaktadır. Diğer taraftan gerçeklikle ilişki kurmadaki tıkanıklık, aslında aynı zamanda Türkiye'nin daha genel ve yapısal bir sorunudur.

1984'te İkinci Boğaz Köprüsü’nün ve TEM Otoyolu’nun yapımıyla, kentin Asya yakasındaki Beykoz ve Ümraniye bölgeleri, aslında korunması planlanmış olan kuzeydoğudaki su havzalarına ve orman alanına doğru hızla ve yasadışı yollarla genişlemektedir. Planlama izni bulunmayan ve altyapı hizmetleri de verilmeyen bölgede, tapulu tarım arazisi dışında, kamu mülkiyetindeki arazi de giderek artan bir yoğunlıkta yapılaşmakta, bir iş alanı ve ticaretin kümelendiği caddeler oluşmakta, ormanlık arazinin ve göller çevresindeki havzanın sınırları kemirilmektedir. Ali Kural çözümlemesine, İstanbul metropoliten alanının eteklerindeki, birbirinden pek de farklı olmayan formel (tapulu) ve enformel (tapusuz) yerleşmelerin gelişme örüntülerini iki farklı ölçekte inceleyerek başlamaktadır: Bağımsız tek yapılar, katlı yapılar, apartmanlar, yüksek yapılardan oluşan yapı tiplerinin küçük ölçeği ve topografya biçimiyle doğrudan ilişkili olan yerleşme tiplerinin büyük ölçeği. Bu bağlamda yazar, metropoliten alandaki boşluksuz ve klostrofobik yığışmayla “vadi içi yapılaşma” tercihi arasındaki ilişkiye işaret etmekte ve bu tür topoğrafyalardaki gelişme örüntüsünü, sözü edilen dört yapı tipinin yükselerek bir öncekinin yerini aldığı, kesitler üzerinde açıklamaktadır.

Bu çözümlemelerden ve Beykoz-Ümraniye bölgesindeki mevcut verilerden yola çıkarak Kural'ın oluşturduğu senaryoda, herhangi bir müdahale olmaması durumunda, sözkonusu bölgedeki yapılaşmanın, 4-5 yıllık periyodlarla nasıl yoğunlaşıp, nasıl ve ne zaman denge durumuna ulaşacağı ve hangi işlevsel, çevresel ve toplumsal sorunları beraberinde getireceği gösterilmektedir. Yazar çözüm olarak, birbirini bütünleyen iki operasyonla, gelişme koşullarını yeniden tanımlamayı önermektedir: 1. Yan yollarla bütünleşmiş iki ana arterle, gelişmeyi -şu anda en fazla yoğunlaşma eğilimi gösteren- su havzalarından uzaklaştırmak. 2. Hem su havzasını besleyen yatakları koruyan, hem kuzeydoğudaki orman ile bütünleşen, hem de boşluksuz dokunun nefes almasını sağlayacak, yeşil gelişim koridorları oluşturmak. Bu arada kamulaştırılacak arazinin başkalarıyla takas edilmesi de öngörülüyor.

Kural'ın “yeşil ve koşullara uyum sağlayan – biçimi olmayan kent” modeli toplumsal ve çevresel sorumluluğa ve gerçekçiliğe olduğu kadar, imgesel bir zenginliğe de yaslanıyor. Formel parklarla hiçbir biçimsel benzerliği olmayan, bol ağaçlı, enli, yeşil koridorlar dar mekânlardaki zor yaşamlara şehircinin cömert bir bağışı. Oysa hep biliyoruz ki, bu önerinin uygulama şansı yok. Yaratıcı önerilerin alternatif değil, asıl uygulama modeli olduğu günler geldiğinde, Türkiye'de birçok başka şey de zaten farklı olacak. Burada öncelikle yapısal kökenli zihniyet engelleri var. Diğer taraftan bu modelin önündeki yasal engellerin, aynı zamanda ahlaksal engeller de olduğunu düşünmek gerekiyor. De facto olanın meşrulaştırılması kadar, kamunun ortak mülkiyetindeki bir değerin kişisel çıkarlara devredilmesi de önemli bir ahlaksal sorun. Ancak Kural'ın asıl polemiği bununla değil, süregelen ve giderek daha fazla ucubeler üreten, biçim öncelikli kentsel müdahale anlayışlarıyla. Burada Kural'ın önerisindeki gerçekçiliğinin yaslandığı iki olgu, onun eleştirisine karşı çıkılmaz bir haklılık kazandırmaktadır: Hem enformel mimarlığa müdahale zaten mümkün değildir. Hem de biçim öncelikli müdahale, yani biçim kalıpları dayatan, ancak çözüm üretmeyen yaklaşım çok başarısızdır. Ne var ki, olmayan mimarlık yerine şehirciliğin ve olmayan kentsel mekân yerine yeşilin ikâme edilmesinin, koşulların zorlamasıyla meşruiyet kazandığını unutmamak gerekiyor. Kentin etekleri için geçerli olan bu öneri, yazının sonunda kentin içine de taşınmak istendiğinde haklılığını yitirmeye başlıyor. Eğer “biçimi olmayan kent”, kenti salt dinamizm ile tanımlamaksa ve onun biçimine mimarca bir katkı yapma olanağından veya onun belleğini oluşturan kalıcı biçimlerden vazgeçmek anlamına geliyorsa, kentle olan ilişkide bir azalma önerilmiş olmuyor mu? Kentin biçiminden ve mimarlıktan bu kadar kolay vazgeçilebilir mi?

Ali Cengizkan'ın “Ankara'yı Konutla Varetmek: 1980 Sonrasında Kenti Kurmak ve Dönüştürmek” adlı yazısı, konut sorununda koşulların sürüklemesiyle ortaya çıkan “olağanüstü hal”lere çözüm aramak yerine, “olağan çözümler”e ilişkin pratiğin de Türkiye'de mevcut olduğunu hatırlatmaktadır. Ne var ki, onun örneklediği akılcı çözümlerin, enformel konut üretiminin ulaştığı sınırsız büyüklüğün yanında yetersiz kalması ve yola çıkış noktasındaki toplumcu ütopyanın, 1980'lerde yükselişe geçen yeni liberal ortam içindeki aykırılığı, onlara yine de “olağandışı” bir nitelik kazandırıyor. Oysa Cengizkan'ın tüm karar ve uygulama süreçlerini ayrıntılı olarak betimlediği, Ankara'daki üç toplu konut girişiminin her biri, barındırdıkları azımsanmayacak miktarda nüfus ile birer kent ölçeğine sahiptir. Yazar, düşünsel hazırlığı 70’li yılların başlarına giden ve sosyal demokrat bir belediyecilik anlayışının ürünü olan Batıkent'te, o zamanlar öngörülen 200.000 nüfusun ve 50.000 konutluk hedefin aşıldığını söylemektedir. İkinci örnek olan Dikmen Vadisi Yerleşmesi’nde, 4.000 gecekonduda yaşayan 20.000 civarındaki hane halkının sağlıklı konutlara kavuşturulması öngörülmüş. Başbakanlık Toplu Konut İdaresi (TOKİ) tarafından yönetilen Eryaman'daki dört etapta ise gerçekleştirilen toplam konut sayısı 15.000'in üzerindedir.

Ancak yazının başında vurgulandığı gibi, “kentin kendi sürekliliğinin kurulmasını ve sürdürülebilir bir kentsel mekân niteliğini” ıskalayan ve salt niceliksel ölçütlerle değerlendirilen bir üretim, konut sorununu çözmek için yeterli bir amaç olamaz. Konut ve onun çevresiyle ilişkisi, bireyin başka bir yaşamın mümkün olduğunu farketmesine yardımcı olabilir. Cengizkan, biri kentin içinde, diğer ikisi dışında yer alan ve küçük de olsa zaman aralıklarıyla uygulanmasına başlanan üç örnekte, hem tasarım yaklaşımı, hem de yapımın örgütlenmesi ve mülkiyet açısından farklılıklar gösteren uygulamaları eleştirel bir bakışla irdelemektedir. Planlama anlayışına, kent topraklarından elde edilen rantın kamunun tasarrufunda bulunmasına, toplumsal örgütlülüğün kurumsallaşmasına, uzmanlık bilgisine işlerlik kazandırmaya öncelik veren başlangıçtaki modernist ve toplumcu yaklaşım, zaman içinde piyasa ekonomisinin işleyişine doğru yer değiştirmiş olsa da, Cengizkan'a göre her üç uygulamanın en önemli ortak paydası denemeye, kalıpları aşmaya verdikleri önemdir. Bu nedenle Ankara'daki her üç örnekte biriktirilen deneyim, doğrusu ve yanlışıyla, toplu konut alanındaki bilgi birikimi için değerli bir kaynak oluşturmaktadır.

Ali Cengizkan olgulara dayalı bu çözümleyici metinle yetinmeyip, toplu konut konusuna bir de ek yazmış. “Kentin İnşasına ve Yer'in Mitolojisine İlişkin Notlar: Konut Çevresinin Mitolojisine Giriş” başlıklı bu “derkenar”, kısa bir yazıdan ve yazarın 20 yıl önce Batıkent'in şantiyesinde çektiği siyah beyaz fotoğraflardan oluşuyor. Anlaşılan Batıkent, ne Dikmen ne de Eryaman gibi “kentsel tasarım” denilen “güzel” dokunuştan nasibini almamış. O bir sosyal konut yerleşmesi, salt barınma sorununa dolaysız bir çözüm, kırsal kesimden kopup gelen kitlelerin, dar gelirlilerin kente tutunma çabasına verilmiş çıkarsız ve içten bir yanıt. Cengizkan ek yazıda, Batıkent'in kuruluş öyküsünü anlatırken, orada olup biteni bir toplu konut projesinin sıradan gerçekleşme işleminin ötesine taşıyor. Kıraç doğanın içine yerleşme anındaki ilksel ele geçirme duygusunu, sahiplenme ve kök salma davranışlarını mitolojideki derin anlatılara koşut bir okumaya açıyor.

Ancak bu kısa metnin niyetini biraz daha kurcalamak da mümkün. Yazar toplu konut üzerine kaleme aldığı nesnel ve kapsamlı yazıdan sonra, niçin böyle bir ek yazma gereksinimi duymuş olabilir? Yukarıda değinildiği gibi, 1980 sonrasında bireyin dünyasıyla ilişki kurmayan nesnel anlatıların yetersiz görünmesi, yaygınca paylaşılan yeni bir bilinç durumu. Bu nedenle yazar, ek metninde Batıkent olgusunu bu kez de onu yapanların ve kullanıcıların duyguları içine yerleştirerek, birinci metnini tamamlamayı düşünmüş olabilir. Diğer bir neden ise, belki de yazarın toplumsal olana yabancılaşmış okuyucuya ulaşma çabası. Çünkü toplumsal kaygı artık bitti ve sosyal konut da mimarlığın gündeminden çıktı. Toplu konut artık salt inşaat sektörünün kâr beklentisiyle ilgili bir olgu. Cengizkan'ı birinci metne ek yazmaya zorlayan şey, belki de toplumcu dayanışma duygusunun yitimiyle mimarlıkta da ortaya çıkan anlam azalmasına dikkat çekmektir. Ancak her toplu konutta olduğu gibi, onun kâr amacı gütmeyen çeşitlemesi olan sosyal konutta da sorun hep aynı: Arzunun içinde yaşamak isteyeceği bir kentsel bütünlüğün oluşturulması. Kuruluş mitolojisi arzuyu bir süre canlı tutar belki, ama mimarlık ile yaşamın birlikte kurmaları gereken yerleşme duygusunun uzun vadede bununla yetinmesi zor görünüyor. Tıpkı onun, karşıt uçta duran göletlerle, yapay şelalelerle, fitness center ve tenis kortlarıyla da yetinmeyeceği gibi.

Kitabın kentlere ilişkin bölümündeki üçüncü yazı İzmir'i ele alıyor. Deniz Güner'in “Enkaz'dan Kentsel Boşluk'a; İzmir Kordonboyu Kıyı Düzenlemesi” adlı yazısı, İstanbul ve Ankara bağlamında tartışılanlara göre daha küçük bir alana odaklanıyor, ancak kentle kurulan ilişki açısından önemli bir yaklaşım sorununu gündeme getiriyor. Güner'in “modernliğin patoloji nesnesi” olarak adlandırdığı, sermayenin ise bir yapı daha sıkıştıracak arsa olarak gördüğü “boşluk”ların azalmasıyla, Türkiye kentlerine hakim olan klostrofobik doluluktan arda kalan son boş parçaların aşırı tasarlanmasına ilişkin bir sorun bu. Sanki tasarım boşluk gereksinimini ikâme edebilirmiş gibi. İzmir'in Kordonboyu'ndaki, eni 80-120 m. arasında değişen ve 1,5 km. uzunluğundaki bu azımsanmayacak boyuttaki dolgu alanında 2000 yılında açılışı yapılan kıyı düzenlemesinin, hiçbir dramatik etki arayışına yer vermeyen, yönlendirmeyen, neredeyse tasarlanmamış olan, uçsuz bucaksız boşluğu, kentin boğucu darlığından ve tasarımın saldırısından kurtulmaya imkân veren bir özgürlük uzamıydı. Oysa Güner'in haber verdiği gibi, boşluğun bu kararlı bütünlüğü 2004 yılında yapımına başlanan abartılı boyutta bir anıt ve çevresindeki düzenleme ile bitmiştir. Elbette yine de geriye kalan bir boşluk vardır. Ancak radikal ödünsüzlük yalnızca dört yıl sürmüştür. Boşluk korkusu galip gelmiştir. Buradan yola çıkarak, modernlik, modernlik sonrası, ama öncelikle Türkiye'deki zihniyetlerin bu kategorilerin Batılı tanımlarıyla örtüşmeyen yapısı üzerine düşünmeye devam edilebilir. Çünkü Batılı anlamda modern olan, radikal ödünsüzlüktür, tutarlılıktır. Boşluk korkusu ise, Antikite'den miras kalan “horror vacui” terimine bakarsak, insana özgü çok eski bir duygu.

Deniz Güner'in yazısının başlığında adı geçen “enkaz”, pozitivist/pragmatik kalkınmacı modelin, yol yapımına her şeyi feda etmeye hazır, gözü kara modernizasyon anlayışını bütün çıplaklığıyla ortaya koyan bir bitmemiş projedir. Kentin iki ucuna dayanmış olan otoyolları, İzmir'in denizle tüm ilişkisini kesecek şekilde birbirine bağlamayı öngören, merkezî yönetimin bu dayatması, öteden beri olandan farklı değildi. Ancak onun 1990'larda, yerel yönetimin de içinde yer aldığı bir kamusal direniş ile karşılaşması, yeni ve gelecek için umut veren bir durumdu. Durdurulan şiddet projesinden ise geriye iki şey kaldı. Biri Alsancak'ta, Kordonboyu'na girmek üzere iken yarım kalan dev viyadüklerin enkazı, diğeri ise otoyol için hazırlanmış olan sahildeki dolgu alanının üzerine yapılan ve yazının konusunu oluşturan düzenleme.

Güner, Kordonboyu'nun bir “kentsel boşluk” olarak tasarlanmasının güncel eğilimlere uygun olduğunu söylüyor ve Barselona başta olmak üzere başka Avrupa kentlerindeki bu tür yeni tarihli düzenlemelerden örnekler veriyor. Ancak yazının asıl ağırlığı, işlevleri saptanmış, sınırları belirlenmiş ve ideolojik kimliğe sahip olan “meydan” ve “park” gibi kamusal açık mekân tipleri yerine, “kentsel boşluk”u yeğleyen tasarım etkinliğindeki değişimin nedenleri üzerinde yoğunlaşıyor. Burada kapsamlı bir kavramsal açıklama yer alıyor. Karar veren ve tasarlayan öznelerin iktidarını, önceden programlanmış mekânsal eylemleri ve hatta biçimi aşmayı öneren yeni anlayış gerekçelendiriliyor. Güner'e göre tüm bu arayışlar “kamusallığın” ve “kamusal alan”ın 21. yüzyılda kazanacağı yeni anlamlarla ilişkilidir.

Yazıda kentsel boşluktan beklenen onun aktif olmasıdır. Daha doğrusu boşluğun, kullanıcıların öngörülmemiş, geçici eylemleri ile mekân niteliği kazanması gerekmektedir. Yazar onun bir konser alanı, futbol sahası, miting alanı veya bir piknik alanına dönüşebileceğini söylemektedir. O “neredeyse her şeyi” mümkün kılacaktır. “Umulmadık”, “raslantısal”, “şok edici”, “mantıksız” olan, boşluk'ta kendine bir “egemenlik alanı” açacaktır. Burada belki de yaşamdan beklediklerimizi mekândan istemekteyiz. Hele kentsel boşluk, kamusal davranışı dönüştürecek bir “demokrasi projesi” olarak nitelendiğinde, beklenti mekânın taşıyamayacağı bir ölçeğe tırmanmaktadır. Oysa yazara göre onun özelliği, içinde olup bitecek olanın öngörülmemesi ve ideoloji içermemesiydi. Bu nedenle ona artık müdahale etmemek, beklemek ve gözlemlemek gerek. Yukarıda da söylendiği gibi, Kordonboyu'ndaki “boşluk”, sıkışık kentle olan karşıtlığı nedeniyle zaten anlam kazanmaktadır. Onun sınırsız alanı özgürlük duygusu vermektedir. Belki de onun çekiciliğini kitlesel yoğunlaşmalarda değil, yolu kesişmeyen bireyler arasındaki mesafede aramak gerekiyor.

Kitabın “Peyzaj, Kent Biçimi ve Yapılar” adlı üçüncü bölümü, anlam sorununa ayrılmış. Bu bölümün, günümüz Türkiye'sindeki yaratıcı imgelem yokluğunu ele alan ilk yazısında, B. Deniz Çalış mekân ve kente ilişkin deneyimin -başka türlü olması mümkün olmayan- karmaşıklığını edebiyat ve şiir üzerinden göstermek istiyor. Metinde önemli yer tutan divan şiirinin tümüyle yananlamlar yoluyla kurulan dolaylı anlatımını, Çalış “Storehouse(s) of Turkish Landscape Culture” adlı kendi yazısına da taşımış. Metnin temel kavramı olan ve Türkçe'ye “peyzaj” olarak çevrilegelen “landscape”, bu yazı bağlamında “kır manzarası” anlamı taşımıyor. Yazının en başında landscape'in mekân ile toplum arasındaki ilişkiyi sergileyen ve kültür tarafından belirlenen bir kavram olduğu söyleniyor. Ancak birkaç sayfa sonra, “insan bedeninin mekânı”ndan söz edildiğinde, artık mekânın da, bilinen tanımının ötesinde bir yananlam taşıdığı farkediliyor. Ne var ki, Çalış'ın dönüştürülmüş kavramlarının, -aşina olmayan okuyucuya kapalı olsa da- başka yazarlarca da paylaşılan bir üst-dile ait olduğu, yazıdaki alıntılardan anlaşılıyor. Böyle bir alıntıda, landscape'in bir “kültürel imge” olduğu söyleniyor: “... metinsel, görsel ve mimarlığa ilişkin alanlardaki her türlü kültürel üretimin içine yuvalanmış bir kültürel imge ...”. Bu indirgenmiş, ancak daha anlaşılabilir tanımı kullanarak Çalış'ın başlığını “Türk Kültüründe İmge Dağarcığı” diye çevirebiliriz. Malum, metin yazarın elinden çıktığında her türlü okumaya açık hale gelir.

Bugünün Türkiye'sindeki kültürel imgelerin Osmanlı dünyasıyla bir süreklilik ilişkisi içinde olduğu önermesinden yola çıkan Çalış, yazısında hem bu imgelerin yapısını anlamaya çalışmakta, hem de bugün sahip olduğumuz imgelerin, belleğin salt geriye dönük işleyişine dayandığını ileri sürüp, bunu eleştirmektedir. Bu asal çerçeve oldukça fazla ve her biri kendi içinde gerekçelendirilmesi gereken kavramın ve bilgi alanının devreye sokulmasını gerektirmiştir. Örneğin bireysel kimliğin kurulmasıyla, bir imgeler peyzajının içinde yolculuk yapmanın arasındaki hermenötik ilişkinin gündeme gelmesi bu türden bir bilgi alanıdır. “Yolculuk” hem bir kültürel geleneğin anlamlarını yeniden canlandırmakta, hem de yaşamlara yeni bir anlam katmaktadır. Başka bir bilgi alanı tasavvufa ait “berzah” kavramı çevresinde kurulmuştur. Berzah görünen ile görünmeyen, maddi dünya ile madde ötesi arasındaki zihinsel konumu tanımlamaktadır ve W. Benjamin'in “uyanma durumu” kavramında olduğu gibi imgelemi beslemektedir. Yazıda ayrıca kapsamlı bir alt bölüm de, sünni iktidar ile, tasavvufa dönük halk katmanlarının, bahçe ve kent mekânına ilişkin farklı davranışlarına ilişkindir. Çalış'a göre bu ikinci davranış türü, toplumun modernleşmesine katkıda bulunmuştur.

Çalış, günümüz Türkiye'sindeki imgelem tıkanmasını anlama amacıyla, bu yazıyla başlattığı metinlerarası okumalarını sürdürme niyetindedir. Yazının üst başlığı “Şehr-Engiz-i Hayal 1” böyle bir niyeti gösteriyor. Şehr-engiz, ürünleri 16. -18. yüzyıllar arasına tarihlenen bir divan şiiri türüdür. Neşe yaratan anlamına gelen “sefa-engiz” sözcüğünden yola çıkıldığında bu türe ait şiirlerin, kentlerin fiziksel ve toplumsal özelliklerini canlı bir şekilde betimleyen metinler olduğu anlaşılıyor. Çalış, imgesel ve gerçek özelliklerin birbirine karıştığı bu anlatı geleneği ile modern dönemdeki Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar ve postmodern dönemdeki Orhan Pamuk'un anlatıları arasında metinlerarası göndermeler olduğuna işaret etmektedir. Rüya, tüm bu metinler için ortak bir metafordur. Çalış, önceleri o ana ait toplumsal gerçeklikle karşılıklı etkileşim içinde oluşan, gerçekleşme arzusu taşıyan ideallere yaslanan ve yaratıcı imgelemi harekete geçiren rüyanın, günümüzde salt fantaziye, parçalanmış tarih içinde arayışlara dönüştüğünü ve onun gerçek insanlar ve gerçek bir yaşamdan yoksun bir yalnızlığın ve yabancılaşmanın ifadesi olduğunu söylemektedir. Bu koşullar ise bireysel kimliklerin kurulmasında sorunlar yaratmakta ve dolayısıyla yeni mekânların yaratılmasını ve deneyimini engellemektedir.

Zeynep Mennan'ın “Sayıdan Anlama: İstiklal'de Niceliksel Bir Hermenötik için Öndeğerlendirmeler” başlıklı yazısı, kitabın en kışkırtıcı metni. Kışkırtıcılık doğrudan yazının başlığında ifade edilmiş: “Niceliksel Hermenötik”. Nicelik ve hermenötiğin yanyana gelmesi sorunludur. Çünkü hermenötik, “niceliğin“ ve “sayı”nın temsil ettiği olgucu dünya kavrayışıyla karşıtlık içinde konumlandırılmış olan ve dünyaya ilişkin başka tür bir bilginin mümkün olduğunu ileri süren bir anlama uğraşı. Maddi veya sayısal veriler üzerinde, açıkça formüle edilmiş, tekrarlanabilir ve gösterilerek öğretilebilir işlemlerde bulunan ve kesin sonuçlara ulaşmayı amaçlayan olgucu yaklaşımın tersine, hermenötik maddi olmayan bilginin (anlam) peşindedir, yöntem veya işlem yoluyla değil, zorlanamayan ve öğretilemeyen kişisel deneyimleri birbirine ekleyerek, yorumlayarak, neredeyse el yordamıyla çalışır ve muğlak, tam anlamıyla ifade edilemeyen ve nihai olmayan sonuçlarla yetinir. Bu nedenle de hantaldır, ağır hareket eder. Oysa Mennan, “maddi hermenötik”ten ve “hermenötiği mobilize etmek”ten söz açtığında, onu sahip olduğu özelliklerin dışında duran bir duruma doğru zorlamaktadır. Kışkırtıcı olan bu şiddettir.

Hermenötiğin olgucu yaklaşımla işbirliği yapmasını öneren Mennan, bunun sorunlu olduğunu bilmekte, ancak yine de bu beraberliği mümkün görmektedir. Onun önerisi, “doğallaştırma” eğiliminin yoğunluk kazandığı ve karmaşıklık düzeyinin hızla tırmandığı günümüzde, “anlam”ın zorlaşan konumuna odaklanmıştır. Doğallaştırma, “giderek artan bir presizyonla, bilişsel ve tinsel süreçleri evrensel, anlamdan arınmış ve sayısal bir dile tercüme etme” anlamına gelen “nesnelleştirme”den başka bir şey değildir. Mimari ve kentsel tasarımda da temsilin niteliği, “görsel ve metinsel olandan, hesaplanabilir ve sayısal olana kaymıştır”. Bu saptamalardan sonra Mennan, İstiklal Caddesi'nde yapılmış olan istatistiksel bir çalışmaya yer vermektedir. Bu, “niceliksel düşünme ve ifade üzerine bir deneydir”. Amacı “doğallaştırma bağlamı içinde yorum sorununu gözden geçirmek ve bilginin üzerine kaydedildiği temsilin değişen doğasını gözönünde bulundurarak, anlam sorunu üzerine düşünce üretmektir”.

İstiklal Caddesi'nde yapılan çalışma, onun görsel ve fiziksel verilerine ilişkin bir envanterin çıkarılmasıdır. Ardından tüm verilerin istatistiksel bir sınıflama içinde dökümü yapılmıştır. Ancak her iki işlem de yapılagelen benzer çalışmaların bir parodisi niteliğindedir. Sayma işlemi abartılarak “patolojik” bir aşırılığa dönüştürülmüş; sınıflama bütünüyle ilgisiz veriler ilişkilendirilerek “saçmalığa” vardırılmıştır. Burada elbette kadim olgucu dünya algılayışına ve günümüzde coğrafi bilgi sistemleri (GIS) ile yeni bir boyut kazanan sayısallaştırma eğilimine getirilen çarpıcı bir eleştiri bulunmaktadır. Ancak Mennan'ın bu çalışmayla varmak istediği yer farklıdır. O bir taraftan istatistiğe dahil edilecek verilerin seçiminde fenomenolojik, dolayısıyla öznel önceliklerden hareket ederek, “matematiksel nesnelliğe ve kesinliğe ihanet etmek”, diğer taraftan hermenötik yoruma sıradışı bir veritabanı sunarak, onun nesnesine önce yabancılaşmasını, sonra da onunla daha “özgür” ve genişletilmiş bir ilişki kurmasını sağlamak istemektedir. Mennan hem karşıt bilgikuramları arasında tarafsız bir eleştirici, hem de uzlaştırıcı konumundadır. Bu tipik bir küskünleri barıştırma davranışıdır. Önce adil bir tavırla her iki tarafa da hataları söylenecek, sonra da “Bakın görüyorsunuz, ikiniz de kabahatlisiniz, hadi artık barışın” denilecek.

Olgucu ve hermenötik yaklaşımların her biri, eksiği ve fazlası olan, ancak kendi içinde bütünlük gösteren bilgikuramsal paradigmalardır. Yani her biri dünyanın bütününü açıklama veya anlama işlevini tek başına üstlenme iddisında olan paradigma paketleri. Bunların biri seçildiğinde, onun eksikliği de birlikte kabul edilmek zorunda. Birinin eksiği öbürünün fazlasıyla tamamlanmak istendiğinde, bütünlük bozuluyor ve işlev karşılanamıyor. Bu nedenle ikisi arasında yine de bir uzlaşma aranacaksa, en azından onların dünyaya ilişkin gerçekliğin farklı türlerini paylaşmalarına izin verilebilir. (Örneğin coğrafya birine verilecekse, mimarlık diğerinde kalabilir). Mennan'ın da sözünü ettiği insanbilimleri, yani biçim-anlam ilişkisi üzerine düşünce üreten tüm hermenötik uğraş alanları, varlık gerekçesini, geçmişi çok eski zamanlara giden böyle bir uzlaşmada bulur. Bu bir çelişki değil, bilgece ve sağduyulu bir uzlaşmadır. Elbette karşıtlar eşitsizdir. Olguculuk hep hakim paradigma olagelmiştir. Ancak yukarıdaki gibi bir işbirliği ne zaman gündeme gelse, insanbilimleri işlevini karşılayamaz duruma düşmüştür. Bilginin tarihi bu türden “bilimcilik” (scientism) enkazları ile doludur.

Bilgi-işlem-mimarlığı, modernliğin yüzlerce yıllık tarihine doğru ilk yola çıktığı günden beri hayal edilen eşzamanlı ve eşmekânlı bir yerküre bütünlüğünün bugün vardığı aşama. Uydudan dünyaya bakıldığında görülmek istenen homojen resim. Bu nedenle mimarlığın coğrafyaya öykünmesi raslantı değil. Hermenötiği doğasallaştırma, anlamı kurtarma gibi iyi niyetli bir çabadan yola çıksa da, sonucu bütünselliğin nihai tesisi için son bir tasfiye işlemine varıyor. Eşzamanlı ve eşmekânlı dünyaya eşparadigmalılık gerekiyor. Hermenötiğin dünyayı algılamada bir sorunu olduğuna ilişkin bir varsayıma dayanan, ona daha zengin bir veri tabanı sunma girişimi, onu yeterince tanımıyor. Onun olgucu sayılara değil, olguculuğun ona ihtiyacı var. Eşzamanlı, eşmekânlı ve eşparadigmalı bir dünyada elbette anlamın fazla yeri yok. Ancak bu olguculuğun sorunu, hermenötiğin değil.

Kitabın anlam/yorum ağırlıklı bölümündeki son yazı olan “Yalnızlıktaki Evler”, yapısal bir çözümlemenin doyuruculuğuna sahip. İhsan Bilgin'in kaleme aldığı bu metinde somut bir nesneden yola çıkılıyor, ona ilişkin okuma somut bir çerçevede gerçekleşiyor ve sonuçta somut bir duruma işaret ediliyor. “Türkiye'de nitelikli mimarlık uğraşlarının ortak ve birbirini çoğaltıcı bir zemine sahip olmaması” şeklinde özetlenebilecek olan sözkonusu durum, elbette ülkedeki entelektüel emeğin başka alanları için de geçerli. Ancak yazar, mimarlık bağlamının dışına çıkmamaya özen gösteriyor. Bu özen metnin yapısını daha bütünlüklü kılıyor. Diğer taraftan mimarlık, başka alanlarda olmayacak kadar, bu türden bir okumaya ve anlamlandırmaya çağırıyor. Çünkü yazının konusunu oluşturan evler, seçilmiş bir yalnızlığın çok açık metaforik ifadesi. Oysa Bilgin, nitelikli bir üretimin peşinde olan mimar öznelere ait yalnızlığın bireysel bir seçim değil, Türkiye'de yapı alanındaki işleyişin bir sonucu olduğunu söylüyor.

Yazıda verilen dokuz örnekten ikisi kent içinde bulunuyor ve diğer üçü bir grup evden oluşuyor. Ancak kent içinde olanlar bitişik bir düzen içinde yer almadıklarından, gruplar ise aralarında büyük boşluklarla yerleştirildiklerinden, evlerin hepsi yalnızlık tanımına uyuyor. Kaldı ki, verilen fotoğraflardan anlaşıldığı kadarıyla, gerçekten yalnız duran tekil örnekler, henüz yapılaşma yoğunluğu olmayan doğa parçalarında inşa edilmiş tatil evleri, ikinci konutlar. Bilgin verdiği örneklerin coğrafi konumunu gözönünde bulundurarak ilk çıkarımını yapıyor. Bu nitelikli mimarlık ürünleri, Türkiye'de nüfus ve ekonomik faaliyet yoğunluğunun en fazla olduğu batı bölümünde yer alıyorlar. Yani Türkiye'nin gelişme eğilimlerinden kopuk değiller. Ancak onun yoğunlaştığı noktaların, metropoliten alanların dışında yer alıyorlar. Aslında coğrafi konumların imlediği kenara itilme, merkezden sürülme veya marjinalleştirilme metaforu, Türkiye'nin son elli yıllık doludizgin kentleşme sürecinde, mimarın tutkuyla bağlanabileceği ve kendini ortaya koyabileceği etkin bir rol üstlenememiş olmasındaki gerçeklikle örtüşmektedir. Bilgin bunun nedenini kısaca “... Türk ekonomisinin baş aktörlerinden biri olan, küçük ölçekli üretime ve patronajcı/klientalist ilişkiler ağına dayanan inşaat sektörünün, mimarlığı kendi gerçekliğine dahil etmeyerek marjinalleştirmesine” dayandırmaktadır. Ancak kentsel gerçeklikle hesaplaşma, onun metropoliten ölçeği içinde boy ölçüşme olanağından yoksun kalma, mimarların yalnızca merkezin dışındaki bir varoluşa itilmesiyle kalmamakta, onların kendi aralarında eleştirel ve çoğaltıcı bir etkileşim zemini oluşturmalarını da engellemektedir. Verilen örneklerin her biri “mimarlığın evrensel ve özgül sorunsalıyla kendi tarzında, kendi yalıtılmış öyküsüyle, tekil bir ilişki kuran, incelmiş ve yaratıcı” ürünlerdir. Ancak Bilgin'e göre bunların “kendi dolaysız bağlamlarıyla bir kısa devreye” sürüklenme olasılığı bulunmaktadır. Çünkü rekabetin ve ödünün dünyasından uzaklaş(tırıl)mışlardır.

“Mimarlık Pratiğinin Durumu” adlı üçüncü bölümün Elvan Altan Ergut ve Belgin Turan Özkaya tarafından kaleme alınmış olan ilk yazısı, Mimarlar Odası'nın 1988 yılından başlayarak her iki yılda bir düzenlediği ve bu yıl onuncu kez tekrarlanacak olan “Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri”ni konu edinmiştir. Yazıda önce Cumhuriyet döneminden başlayarak, Türkiye'de mimarlık uğraşının profesyonelleşmesi, mesleğin kurumsallaşması ve toplumsal kabul görmesi adına yapılan çalışmalara ilişkin kapsamlı bir özet verilmekte ve Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri'nin, Oda'nın 1980 sonrsındaki yeni politikasına koşut olarak gündeme geldiğine değinilmektedir. Daha sonra yazarlar, sözkonusu sergi ve ödüllerin başlangıcından günümüze kadar geçen yaklaşık yirmi yıllık sürede, Türkiye'deki mimarlık söylemine ilişkin değişimlerin, jürilerin kriter ve kararlarına yansımasını somut verilerle sergilemekte ve seçilmiş mimar ve ürünlerin bir tür onaylanmış “örnek” niteliği kazanma ve bir “kanon” oluşturma olasılığını sorgulamaktadırlar. Yazıda ayrıca “örnek yapıt seçiminin modern mimarlığa ilişkin tarih yazımında sıkça tartışılma ve eleştirilmesinden” yola çıkılarak, “seçimin sınırları” temalaştırılmakta ve Ulusal Mimarlık Sergi ve Ödülleri'ne ilişkin değerlendirme sürecinin tartışmaya açılması talep edilmektedir.

İhsan Bilgin'in kaleme aldığı “İstanbul'un Değişimi, Yönetimi ve Mimarlık” adli metin, ulusal ve uluslararası politikalarla İstanbul'un kentsel sorunlarını ilişkilendiren, değişimin ve değişmesi gerekenin nesnel gerekçelerini sıralayan ve mimarlık mesleğinin mevcut tıkanıklıklarının nedenlerini açıklayan, onun gelecekteki konumuna ilişkin öngörülerde bulunan, makro ölçekte bir çözümleme olarak, kitabın son yazısı olmayı hak ediyor. Kısa ve sistematik bir çözümleme bu. İstanbul'un 1950'lerde başlayan metropollleşme sürecinin aşamaları birbiriyle karşılaştırılarak, iç ve dış konjönktürlerin belirleyici örüntüsü içine yerleştiriliyor, 1980 sonrasının hem toplumsal, hem de fiziksel dönüşümleri metropolün büyük haritası üzerine yerleştirilerek kent okunaklı kılınıyor.

Bilgin'in asıl vurgulamak istediği ise, İstanbul'un 1980'lerde merkezî yönetimin büyük ölçekli kararlarıyla başlatılan dönüşüm sürecinin, veya diğer bir deyişle bu sürece aktif müdahalenin, 1990'lardan sonra sürmemesi ve yerel yönetimlerin kendi yapısını bu tür bir dönüşüme ayak uyduracak ve onu yönlendirecek şekilde yeniden örgütleyememesi. Diğer taraftan, yerel yönetimdeki bu tıkanıklık, Bilgin'in “sosyal politikaları telafi eden ara formlar” dediği yollarla enformel ve yarı-formel yapılaşma örüntülerinin sürmesine ve mimarlık mesleğinin nitelik yükseltici katkısını içermeyen bir metropoliten yığışmanın, örgütlü sermaye gruplarınca üretilen seçkin yapılara oranla, çok daha baskın bir nicelikle sürüp gitmesine neden olmaktadır. Yazar, buradan yola çıkarak yerel yönetimin yeniden yapılanmasına ilşkin beklentisinin gerekçesini dile getirmektedir: “Mimarlık hizmeti almanın 'seçkinlik' işareti olmaktan çıkarılıp modern yaşamın ortalama 'kalitesi' seviyesine yükseltilmesi, yerel yönetimlerin ve inşaat sektörünün, hizmet verenlerin kapasitelerini daha verimli kullanabilecek bir biçimde yeniden-örgütlenmesine bağımlı gözükmektedir. O zaman 'seçkinlik' ve 'sıradanlık' arasındaki çizgi, mimarlık hizmetini alanlar ve ondan mahrum kalanlar arasında değil, mimarlık hizmetinin çok yönlü 'tasarım kaliteleri' arasındaki rekabetle ölçülür hale gelebilecektir”.

“2000 Yılı Dolayında Türkiye'de Mimarlık, Söylem ve Uygulama Konuları” adlı kitap, her biri yoğun bir düşünce ve araştırma emeğine yaslanan, birbirinden kapsamlı metinler toplamı olarak, dünya bağlamının içindeki bir Türkiye'nin mimarlık sorunları üzerine düşünmek için yeni ufuklar açıyor. Başta da söylendiği gibi bu yayının, 1980 öncesini ele alan ve ABD'de yayınlanmış bir kitabın yeniden basımıyla birlikte satışa çıkarılmış olması da ayrı bir kazanç. Şimdi dileyelim, bir de bunlar Türkçe'ye çevrilsin.

Bu icerik 5179 defa görüntülenmiştir.