332
KASIM-ARALIK
 

İNGİLİZCE ÖZET / ENGLISH SUMMARY

TÜRKÇE ÖZET

MİMARLIK DÜNYASINDAN

MİMARLIK EĞİTİMİ: ODTÜ ve YTÜ Yaz Uygulamaları

YAYINLAR

Mimarlık’tan 332



KÜNYE
ETKİNLİK

Battlestar Architectura Bölüm 223: İnsan Irkı Saylonların Zırhını Delmek İçin Bir Silah Geliştirir*

Aktan Acar

Uzman, Gazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü

* Yıldız Gemisi Galaktika (Battlestar Galactica) ve Saylonlar tek kanallı TV yıllarının tozlu hatıralarından, meşhur atlayışlarından biriyle geri döndüler günümüze. Saylonlar, insanlar tarafından geliştirilirler; ancak daha sonra “yaratıcılarına” ihanet ederler. İnsan ırkı ile robot Saylonlar arasındaki amansız savaş, bir taraf yokolana kadar sürecektir.

10. Uluslararası Alvar Aalto Sempozyumu “LESS AND MORE Extending the Rational in Architecture” (Az ve Çok: Mimarlıkta Aklın Sınırlarını Genişletmek) teması ile 28-30 Temmuz 2006 tarihleri arasında, Finlandiya’nın Jyväskylä kentinde, Alvar Aalto Akademisi, Aalto Müzesi ve Jyväskylä Kenti Yerel Yönetimi işbirliğinde gerçekleştirildi. Uluslararası Alvar Aalto Sempozyumu 1979 yılından bu yana düzenleniyor. “Alvar Aalto vs. the Modern Movement” (Alvar Aalto Modern Harekete Karşı) başlığından ile gerçekleştirilen ilk sempozyumdan, bu yılın temasına uzanan süreçte, sempozyumun, geçmişe yönelik eleştirel bakıştan bugünün içinden konuşmaya ve içinde bulunulan anı anlamaya yönelik bir değişim geçirdiğini söylemek mümkün.

Bu süreçte, “Mimarlık ve Popüler Kültür” (1982), “Yaşamsal Olanın Mimarlığı” (1994), “Mimarlıkta Öz ve Akıl” (1997) temalara da yansıyan entelektüel akrobasiyi tipik bir mimarlık hastalığı olarak okuyabiliriz. Hatta bunu, hiçbir zaman açıkça sormaya ve cevabını duymaya cesaret edemediğimiz “insanlığın kaliteli mekânlara / mimarlığa ihtiyacı var; ama bunun için MİMARLARA mecbur mu?” sorusu ile birlikte düşünebiliriz. Bu şüphenin yarattığı boşluğu doldurmak için geliştirdiğimiz ve eğitim yoluyla yeniden ürettiğimiz / pazarladığımız savunma mekanizmamız kentsoylu, aydın, entelektüel, profesyonel mimar kimliği –mitolojik bir kahraman, bir yarı tanrı- ve “diğerleri”nin yapamayacağı bir “tasarım” etkinliği ile, kendi varlığımızı kendi kendimize atfettiğimiz değerler yoluyla meşru kılma çabasının tipik sonuçları olabilir bu temalar.

Alvar Aalto’nun şehri Jyväskylä’da bütün bunları düşünmek, mimarlık, akıl, yaratıcılık ve sanat üzerine konuşmak, görmek, dinlemek farklı bir deneyim. Modern Mimarlık efsanesinin başkahramanlarından birinin tipik kuzey Avrupa yapı üretimi geleneği ve Art Nouveau etkilerinden, yer-yapı-malzeme-mekânın yaşam için özgün ve yetkin bir mimarlığa dönüştürme becerisine ulaşma serüveninden, kendimizi ve mimarlığı anlamak yolunda, öğreneceğimiz çok şey var. Bu serüven, yapının oranlarının ya da detaylarının kıymeti kendinden menkul şeyler olmadığını, onları değerli ve güzel kılanın zaman içinde mükemmelleşen yaklaşım biçimi olduğunu söylüyor. Ne var ki bu mitolojik mimarlık hikayeleri, gerçek mimarlık yaşantısını kavramamızın önünde bizim zehirli elmamız ya da ormanda yolumuz gözleyen kurdumuz. Ne yazık ki mimarlık eğitimi bu tuzağa çoktan yakalanmış, hatta bir bacağını da neredeyse kaybetmiş durumda.

Özellikle savaş sonrasında hem sosyal hem de fiziksel anlamda yoğun bir yeniden yapım süreci yaşayan ülke ve kentlerde, dönemin öncü ve yaratıcı entelektüellerinin sahip olduğu fırsatlar ve koşulların varettiği mimarlık ve söylem zenginliği mirasını yiyen mimarlık toplumu ve mimarlık eğitimi, bu haliyle, parlak geçmişi ile avunarak gerçekle yüzleşme sorunundan kaçınmaya çalışan düşkün aristokratlara benziyor.

Bu zengin mirasın ocak başında genç mimar adaylarına anlatılan hikayelerinde ne imar, otopark veya yangın yönetmelikleri, ne estetik kurullar, ne de koruma kurulları vardır. Mitolojik kahramanımızın malzemeye ve taşıyıcı sisteme sihirli dokunuşuyla nasıl mimari bir hayat verdiğini dinleyerek büyütülmüşüzdür. O dönemin kahramanları da aynı büyülü yanılsama ile hareket etmişlerdir zaten. John Utzon’un Sydney Opera Binası inşaatını bitirememesi, açılışa bile davet edilmemesi pek bilindik bir hikaye değildir. Alvar Aalto’nun, ahşabın diyarı Finlandiya’ya, İtalya’dan beyaz ve mavi mermer getirtip binalarını bu malzeme ile yapmış olması da ilginçtir. Böylece kendi efsanesini, ülkedeki konumunun verdiği güven sayesinde bir örnek olmayı da garantileyerek yaratmıştır.

Giedion’un yeniden yarattığı Modern Mimarlık tarihinde yer alan efsanevi karakterlerin özgün koşullara ait özgün yapıtlarının önümüze koyduğu yanılmaz cetvelin yardımıyla kavramaya çalıştığımız kutsal ‘mekân’lar çoktan bağlamlarından sıyrıldılar ve kült nesnelere dönüştüler.(1) Her ne kadar Giedion, kendi yaratısı içinde kronolojik ve ideolojik bir süreklilik kurgulamışsa da, hikayenin devamında karakterlerin çoğu, mimarlık pahasına safralarını atarak, yıldız yüksekliğine ulaştılar. Hafifledikçe naifleşen mimarlık ve mekân, neresi uygunsa oraya konan, niteliği ise “orijinalliği” ve müellifi ile ölçülen, bir Boeing 727 haline geldi.(2)

Mimarın akrobasi yeteneği, ürünün son hali veya sonradan yapının üzerinde prova edilen niyetler ve söylemler üzerine değerlendirmeler yapmak, Domino Evi (Le Corbusier) veya Schröder Evi’nin (Gerrit Rietvelt), salt oranları ve malzemesini doğru, akılcı ve güzel bulduğumuz için önemli olduğunu iddia etmek ile aynı şeydir. İçinde yer aldıkları değer sistemleri ile giriştikleri hesaplaşmanın / çarpışmanın yarattığı potansiyel ile önem kazanan yapılar, şanlı tarihimizin köşe taşları. Bunların yanında, sadece sıkıcı, kısıtlayıcı yasa ve yönetmeliklerle girişilen kıyasıya mücadeleden beslenen mimarlığa da gönül borcumuz olduğunu unutmamalıyız. (3)

Polonyalı bilim kurgu yazarı Stanislaw Lem, kitaplarında, insanlığın kendi aklına, herşeyi akıl yoluyla anlayıp açıklayabileceğine olan inancına, nedenselliğe olan güvenine, temelde mutlak akılcığına karşı bir sorgulamaya girişir.(4) Olguların, tümüyle istatistiki veriler, somut kanıtlar yoluyla bilimsel olarak açıklanabilirliğini tartışır. Mimarlık için benzeri bir tartışmanın varlığını inkâr edemeyiz. Talep edilen işlevin, malzemenin, taşıyıcı sistemin, ekonominin, bağlamın, iklimin, enerjinin, ulaşımın ve daha birçok somut, verinin “mimarlık” yoluyla, akıldan çok hislerle ilişkilendirilen, duyumsanan ve yaşanan, azbuçuk metafizik, sanatsal bir yaratım sürecine dönüşmesi meselesi, kafamızın arkasında bir yerlerde kurcalıyor aklımızı. Bu akılalmaz (!) süreci örnekleyebilmek için kaçınılmaz olarak yine dönüp mitolojik kahramanlarımıza ya da günümüzün yıldızlarına bakıyoruz.

Mekân üretimi ve dönüşümünü belirleyen, yönlendiren, hatta zorunlu kılan unsurların hemen hepsinin salt akılla kavranabilen ve açıklanabilen nedenlerle süreçlere dayanması, mekânın akıldışı nitelikleri, mimarın yaratıcılığı ve tasarımcı kimliği etrafını oldukça kalın ve tekinsiz bir sisle örtüyor. Sanat üzerine yapılan vurgunun hem alabildiğine güçlü, hem de muğlak olmasını da sisin yoğunluğuna bağlayabiliriz. Akılcı olanın akıldışı olana dönüşmesini sağlayan gizemli sürecin arkasında ne var? Bunu akıl yoluyla açıklamak mümkün mü? Yoksa dönüp tekrar sanat ve sanatçı ruhunun açık deniz koşullarına mı tutunacağız?

Juha Ilonen, Aalto Sempozyumu’nun program kitapçığında bu paradoksa dikkatimizi çekiyor ve davetli konuşmacıların çalışmalarında şu ya da bu şekilde açığa çıkan, kimi zaman yapısal, kimi zaman işlevsel, hatta oldukça pragmatik, rasyonalist yaklaşımlarına rağmen, hatta bu yaklaşımın bir sonucu olarak, nasıl oluyor da bireysel bir güzellik ve şiirsellik ortaya çıkıyor, diye soruyordu. (5)

Sempozyum boyunca yapılan sunuşlarda da katılımcılar, “mimarlık”ın ne olduğu üzerine herhangi bir polemiğe girmeden mimarlık eylemini gerekli ve yapılabilir kılan usa dayalı koşullar üzerinden giderek “mimarlık”ın sıradışı, yaratıcı ve sanatçı damarını tartışmaya, görünür kılmaya ve kaçınılmaz olarak yüceltmeye çalıştılar.

Sean Godsell (Avustralya), yoksunluk–yetersizlik halleri ve olağanüstü durumlar için özgün tasarım örnekleri sundu. Dorte Mandrup-Poulsen (Dorte Mandrup Architects - Danimarka), yapı üretiminin belki de en rasyonel unsuru olarak kentsel statükonun koruyucusu imar ve yapı yönetmeliklerinin kışkırttığı mimarlık eylemlerini anlattı. Florian Beigel (İngiltere), sunuşuyla, mimarlığın ve kentin ve hatta mimarın kendisinin, tumturaklı sözler altında nasıl ezilebileceğinin canlı kanıtıydı sanki.

Gavin Bryars (İngiltere), ses, müzik ve mekân üzerine mucizevi deneyimlerini paylaştı. Samuli Miettinen (Finlandiya), amaçlanmamış ama tasarım ve yapma biçiminde bir yaklaşımın sonucu olarak ortaya çıkan aşırı steril ve güvenli –malzeme ve tasarım bağlamında- bir mimarlığın ürünlerini gösterdi. Fuensata Nieto ve Enrique Sobejano (İspanya), restorasyon ve yeniden işlevlendirme projelerindeki ‘temas etmeme’ olarak tanımlanabilecek yaklaşımlarını, uluslararası proje örnekleri ile anlattılar.(6)

Martin Rein-Cano (Almanya), tasarımın şımarık çocuğu rolünü oldukça iyi oynadı. Brigitte Shim (Kanada), malzeme, işlev ve işveren üçgeninde, yerel bir Modernizm savına karşın sterotipleşmiş imgelerle anlattı projelerini. Manuel Aires Mateus (Portekiz), doluluk ve boşluk üzerine ezberi bozan bir dizi proje gösterdi.

İkinci bölüm olan ve sona bırakılan tartışma oturumu ise yüksek katılım, düşük tansiyonla gerçekleşti. Tartışmaların bütününü en güzel özetleyen sözü JKMM Architects temsilcisi söyledi: “İki gün boyunca projelerimizi, müşterilerimizi, malzemeyi, taşıyıcı sistemi anlattırdınız ve şimdi bizi, entellektüel bir bıçak ve soğukkanlılıkla dilimlere ayırıyorsunuz!”

İrrasyonel olanın doğasındaki rasyonalite ile iletişim kurma çabası, yayın kanallarının hem ayrı hem de parazitli olması bir yana, Avrupa mimarlığı ve kent kültürü üzerine çok önemli bir tartışmayı su yüzüne çıkardı: Güvenlik ve neredeyse hareket alanını kısıtlayacak boyuta ulaşan fiziksel anlamda aşırı steril mekânlar. Ancak, İngiltere’de çocuk parklarından salıncakları kaldırmak, ya da çocukların kullandığı mekânlarda sivri kenarlar olmasına izin vermemek gibi “akılcı” uygulamalar başka bir yazıda daha ayrıntılı bir tartışmayı hakediyor.

Işıltılı ve şaşırtıcı mimarlık gösterimleri yerine, mimarlığı dayatan ve zorlayan koşulların ateşlediği özgün çözümleri tartışmaya açabilecek tasarımcılar ve sanatçılar davet edilmişti sempozyuma. Üç günlük sunuş ve tartışma maratonundan sonra, ne yazık ki, ezber bozulamadı ve alışılageldik kanallar yoluyla kendini anlama çabalarından bir tanesi daha, entelektüel sorumluluğu yerine getirmiş olmanın verdiği gönül rahatlığı ile tamamlandı.

Mimarlığın akıldışı halleri ise hâlâ dışarıda bir yerlerde, zırhında en ufak bir çizik bile olmadan, bir başka düello için bekliyor.

NOTLAR

1. Giedion, S. 1967, Space, Time and Architecture, Harvard University Press, Cambridge.

2. Diğer birçok şeyle birlikte Boeing benzetmesini de dağarcığıma kazandıran Yrd. Doç. Dr. Hakan Sağlam hocam ile Bruno Taut’un dünyayı dolaşan Zeppelin anıştırmasını hatırlatan Yrd. Doç. Dr. Esin Boyacıoğlu hocama teşekkür ediyorum. Bruno Taut, 1938, Mimari Bilgisi, Güzel Sanatlar Akademisi Neşriyatı, İstanbul.

3. Yerel otorite ve imar yönetmeliklerine incelikli çalım atma sanatı üzerine bir kitap: NAI, 2004, The Dutch Embassy in Berlin by OMA.

4. Lem’in, her ikisi de İletişim Yayınları’ndan çıkan Soruşturma (1998) ve Solaris (1997) adlı eserleri ilk akla gelenlerden.

5. Juha Ilonen, Mimar ve Sempozyum Düzenleme Komitesi Başkanı

6. Kordoba şehrinde yer alan Medinat al Zahra arkeolojik kazı alanı için tasarladıkları müzeyi, yeni bir bina yapmak yerine, arkeolojik kazı sürecinde keşfedilen bir yap (ıymış) gibi yeraltına inşa etme fikri o kadar da özgün ve yenilikçi bir fikir değildi. Aynı yaklaşım Kaman Kalehöyük kazı alanında yapılması planlanan Japon Anadolu Arkeoloji Müzesi için de önerilmişti. İspanya’daki örneğinin aksine, teknik sorunlar ve yüksek maliyet nedeni ile proje henüz hayata geçirilemedi.

Bu icerik 3566 defa görüntülenmiştir.