334
MART-NİSAN 2007
 

İNGİLİZCE ÖZET / ENGLISH SUMMARY

TÜRKÇE ÖZET

GELECEK SAYILAR

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA: KENTLER VE MEYDANLARI

  • Çevre, Kent, Mimarlık
    Jale Erzen

    Prof.Dr., ODTÜ Mimarlık Bölümü

    SANART Estetik ve Görsel Kültür Derneği Başkanı

MİMARLIK’tan 334



KÜNYE
DOSYA: KENTLER VE MEYDANLARI

İnsanlar, Kentler ve Meydanlar

Gürhan Tümer

Prof. Dr., DEÜ Mimarlık Bölümü

BİNBİR KENT, BİNBİR MEYDAN

Bu dünyada pek çok kent, o kentlerde de pek çok meydan vardır.

Ulus Meydanı Ankara’da, Taksim Meydanı İstanbul’da, Konak Meydanı İzmir’dedir. Türkiye’nin bu üç büyük kentinde, daha başka meydanlar da vardır. Bunu söylerken, Ankara’yı ve Kızılay Meydanı’nı, İstanbul’u ve Üsküdar Meydanı’nı, İzmir’i ve Basmane Meydanı’nı düşünüyorum. Polonya’nın eski başkenti Krakow’un en büyük meydanı Rynek Glowny, bir zamanlar yalnızca Krakow’un, yalnızca Polonya’nın değil, Avrupa’nın en büyük meydanı olmuştur. Şimdiki başkent Varşova’nın tarihi bölgesinde yer alan Ryneck Starego Miasto, II. Dünya Savaşı sırasında, neredeyse taş taş üstünde kalmamacısına bombalanmış; savaştan sonra ise çok iyi restore edilmiştir. Atina’nın meydanlarını sıraya soksanız, Yeni Atina’nın göbeğindeki Omonia Meydanı’nı, Eski Atina’nın göbeğindeki Agora’dan sonra koymanız gerekecektir. İtalya’ya gelince, o, deyim yerindeyse, bir meydanlar cennetidir. Öyledir, çünkü bu ülkede irili ufaklı çok sayıda meydan vardır. Bunların kimileri, özellikle de Ortaçağ’dan kalmış olanları gerçekten güzeldir, gerçekten sevimlidir. Taşın dantela gibi işlenebileceğinin kanıtı olan Milano Katedrali’nin önündeki meydan, Siena’daki Piazza del Campo, bu tür meydanlardandır. Roma’nın forumları. Foro Romano, İmparatorluk Forumları, Fori İmperiali ise Roma’yı Roma yapan mekânların başında gelir. Vatikan’daki San Pietro Katedrali’nin önündeki San Pietro Meydanı, bir Barok meydandır. Plaza de Santa Ana, Plaza de Cibeles, Plaza de las Salesas ve Plaza de Espana da Madrit’in meydanlarıdır. Times Square, New York’un en şık, en pahalı, en ünlü meydanıdır. Bir Eski Prag, bir de Yeni Prag vardır; Çekçe’de Eski Prag, Stare Mesto, oradaki meydan ise Staromestske Namesti’dir. Londra’ya gidenler, Trafalgar Meydanı’na, Brüksel’e gidenlerse, Grand Place’a gitmek zorundadırlar. Bir de Paris vardır ve bu kent, biraz Champs - Elysées’dir ve Champs-Elysées, biraz bir ucundaki Concorde Meydanı, biraz da öteki ucundaki Etoile Meydanı’dır.

Öte yandan, bütün öğeleri, bütün bileşenleri ve bunların her birinin her biriyle ilişkileri dikkate alınarak bakıldığında, kentlerin, özellikle de büyük kentlerin, hele dünya kentlerinin, metropollerin, megapollerin, insanoğlunun varettiği en karmaşık yapıtlar oldukları görülür. Bu karmaşıklık, en belirgin, en yoğun biçimde, kentlerin meydanlarında kendini gösterir, en çok oralarda “meydana çıkar”. Dolayısıyla, meydanlar, toplumların, kentlerin kalbinin attığı, nabzının tutulduğu yerlerdir.

Bir meydanın boyutları, biçimi, çevresindeki dolulukların, boşlukların oranı, o dolulukları oluşturan binaların cephe özellikleri, kısaca, geometrisi, mimari nitelikleri, o meydanın nasıl bir meydan olduğunu büyük ölçüde belirler. Ama bu yeterli değildir. Bütün mimari mekânlar gibi, bir meydanı da o meydan yapan, aynı zamanda, oradaki yaşanmışlıktır, bir başka deyişle, orada “meydana gelmiş” olan olayların, açıkça ya da gizlice sürüp giden etkileridir.

Yazımın bundan sonraki bölümlerinde ilkel Bororo kabilesinin yerleşmelerinden, Le Corbusier’nin, Modernizm adına tasarladığı ünlü “Çağdaş Kent” ütopyasına uzanan geniş bir yelpazede, “meydan” kavramını ve meydanları, birkaç noktadan alacağım birkaç kesitle, birkaç başlık altında inceleyeceğim.

“İLK EV”, “İLK MEYDAN”

Mimarlığın, fahişelikle birlikte, dünyanın en eski mesleği olduğu söylenir. Bu mesleğin ilk ürününün, yani insanoğlunun tasarladığı ve inşa ettiği ilk yapının, bir opera binası ya da bir araba fabrikası olmadığı besbellidir. Büyük bir olasılıkla, dünyanın en eski yapısı, atalarımızdan birinin, barınma gereksinimini karşılamak için yaptığı ev ya da kulübedir. O ev

“İlk Ev”dir (First House), o kulübe, “İlk Kulübe”dir (First Hut). Biri mimar, biri din adamı iki Fransız, Viollet-le- Duc ve Marc-Antoine Laugier, o evin, o kulübenin resmini yapmışlardır. Bu konuda daha başka öneriler de vardır. Joseph Rykwert, “On Adam’s House in Paradise-The Idea of the Primitive Hut in Architectural History” başlıklı kitabında, bu ilginç konuyu ayrıntılı bir biçimde işlemiştir (1), Vitruvius da “De Architectura”da atalarımızın kendilerine bir ev yapma bilincine nasıl vardıklarını anlatmıştır.

Ancak yukarıda adını andığım üç kişiden hiçbiri ilk evlerin, ilk kulübelerin birbirleriyle nasıl biraraya geldikleri üzerinde düşünmemiştir, düşler kurmamıştır. Bu nedenle, bu yapıların arazinin üzerinde, “İlk Meydanı” oluşturup oluşturmadıklarını bilemiyoruz.

İLKELLERİN MEYDANLARI

Mircea Eliade’nin, “Le sacré et Le Profane” (2) (Kutsal Olan ve Kutsal Olmayan) adlı kitabında ortaya koyduğu üzere, ilkel toplumlar için mekân homojen değildir; “kutsal”, daha doğrusu “kutsanmış” mekânlar, ötekilerden, yani kötü ruhlarla dolu olanlardan farklıdır. Onlar “merkezdedirler”, ötekilerse dışarıdadırlar. Kimi örneklerde, deyim yerindeyse merkezin merkezi, “axis mundi” (dünyanın ekseni) denilen bir çubukla belirtilir.(3) Bu nedenle, ilkel toplumların çoğu, ortada bir meydan bırakan yerleşmelerde yaşar.

Güney Amerika’da, Brezilya’da yaşayan Bororo Kabilesi’nin kurduğu yerleşme, Kuzey Amerika’da, North Carolina’da yaşayan yerlilerin kurduğu Pomeiock Köyü, Afrika Musgum’daki bir başka yerleşme, bu bağlamda üç ayrı örnek oluşturmaktadır. Gerçekten de, bu yerleşmelerde, dolu bölümler, yani yapılar, bir çember üzerinde sıralanmışlardır. Bu sıralanma dolayısıyla, orta mekân, yuvarlak, hemen hemen daire olan bir meydana dönüşmüştür. Bu meydanın ortasında, yani en önemli yerinde, en önemli kişinin konutu bulunmaktadır.

ESKİ YUNANLILAR VE AGORALAR

Agoralar, Antik Yunan kentlerinin vazgeçilmez meydanlarıdır.

Bir Yunan kentindeki agora, düzgün bir kare ya da düzgün bir dikdörtgen olabileceği gibi, bir yolun biraz genişlemesiyle de oluşmuş olabilir. Milet’in Kuzey ve Güney Agoraları birinci türe, Assos Agorası ise ikinci türe örnek oluşturmaktadır.

Birçok antik kentte, biri devlet agorası, biri de ticaret agorası olmak üzere iki tür agora vardır. Kimi kentlerde, bu iki tür agoranın ikisi de aynı ağırlıkta olurken, kimi kentlerde, yalnızca bir agora önem taşımaktadır.

Atina’daki Agora, doğal olarak, en ünlü agoralar arasında yer alır. Akropolis’e giden Panathena Yolu’nun yakınlarında kurulmuştur ve kentin hem ticari, hem de yönetim merkezidir. Onun içindir ki, bu agora, İÖ 600’den başlayarak, çeşitli kamu yapılarıyla donatılmaya başlanmıştır.

Agoralar çok işlevli mekânlardır. Oralarda her şey ya da hemen hemen her şey yapılabilir. Yunanlı şair Eubolus, Atina Agorası’nda, “incirlerin, mahkemede şahitlik yapanların, üzüm salkımlarının, elmaların, kiralık işçilerin, güllerin, muşmulaların, süsen çiçeklerinin, lambaların, su saatlerinin, yasa metinlerinin, tutuklama emirlerinin” her şeyin satılık olduğunu söylemiştir. (4)

“Agora” sözcüğüyle alışveriş kavramı o kadar bütünleşmiştir ki, İzmir’ deki bir çağdaş alışveriş merkezi “Agora” adını taşımaktadır

ESKİ ROMALILAR VE FORUMLAR

Eski Yunan kültürü içinde agoranın yeri neyse, eski Roma kültürü içinde forumun yeri de odur. Gerçekten de, tıpkı agoralarda olduğu gibi, forumlarda da insanlar, yalnızca mal değil, fikir alışverişi yapmak için de toplanırlar. Kimi forumlarda, ikinci tür alışverişlerin daha önde geldiği de söylenebilir. 1954-1970 yılları arasında, Ankara’da on beş günde bir yayımlanan “Forum” dergisi, adını o mekânın bu özelliğinden almıştır.

Roma, meydanlar açısından fakir bir kent değildir. İnce uzun Navona Meydanı da, merdivenleriyle ünlü İspanya Meydanı da oradadır. Roma’da, Piazza Vittorio, Piazza di Porta Maggiore gibi daha küçük meydanlar da vardır. Ama forumların yeri başkadır, Roma, daha özel bir kent meydanı olan forum açısından da fakir değildir. Foro Romano, Fori İmperiali, yani Sezar Forumu, Trajan Forumu, Augustus Forumu ve Sebze Forumu (Holitorium) ve Forum Boarium, yani Sığır Forumu da Roma’dadır.

ORTAÇAĞ’IN ÇARPIK-ÇURPUK, EĞRİ-BÜĞRÜ MEYDANLARI

Bu deyimler, bilimsel bir jargonun sözcüklerinden oluşmamaktadırlar belki ama, Ortaçağ’da

Avrupa’daki kentlerin sokaklarının ve o sokakların açıldığı meydanların ve meydancıkların geometrisini çok iyi anlatmaktadır. Evet, o dönemde, Avrupa kentlerinde, birbirlerini dik açılarla kesen ve öylece, dümdüz uzayıp giden sokaklar, caddeler, bulvarlar, onların vardıkları, kare biçiminde, dikdörtgen biçiminde, simetrik, görkemli boşluklar olarak tasarlanmış kocaman meydanlar yoktur, çarpık-çurpuk, daracık sokaklar ve neredeyse her biri farklı biçimlenmiş alanlar vardır.

Çoğu motorlu trafiğe kapalı olan bu alanlar, genellikle dinsel bir yapının, bir kilisenin, bir katedralin önündedirler. O mekânlar, aynı zamanda dışa da kapalıdırlar; öyle ki, o meydanlarda dururken, öteki mekânlarla ilişkileriniz, az ya da çok, ama mutlaka kesilir. Venedik’teki dünyaca ünlü San Marco Meydanı, türünün çok özel bir örneğidir. Napoléon Bonaparte’ın, o şık meydan için, “Avrupa’nın, tavanını gökyüzünün oluşturduğu en güzel salonu” demesi, oldukça ilginç bir saptamadır. Bu meydanlar, insanlarda nostalji duygusu uyandıran mekânlardır. Bu tür mekânlara Avrupa’nın, Ortaçağ’dan kalma hemen her kentinde rastlanabilmektedir. Le Corbusier’nin, dik açılı, düz çizgili, soğuk, katı modernizmine karşı olan Viyanalı mimar ve sanat tarihçisi Camillo Sitte, “Der Stadtebau nach seinen künstlerischen Grundsatzen” (5) adlı kitabında, Nurenberg’den Verona’ya, Palermo’dan Padova’ya, Ravenna’dan Siena’ya, pek çok kentteki Ortaçağ meydanını, şematik çizimler aracılığıyla, çok somut olarak incelemiştir.

KORKUNÇ İVAN’DAN LENİN’E KIZIL MEYDAN

Hiç kuşkusuz, her meydanın kendine özgü bir biçimi, kendine özgü bir öyküsü vardır. Yine de kimi meydanlar daha bir farklıdırlar. Bu bölümde bu özel meydanlardan biri olduğuna inandığım Kızıl Meydan’dan söz açacağım.

Moskova’nın merkezindeki Kızıl Meydan, Devrim’den sonra, henüz çok genç bir yaştayken intihar eden Mayakovski’nin dediği gibi, dünyanın merkezi değildir belki ama, dünyanın en önemli merkezlerinden biridir. Birçok insan, bu meydanın varlığını, gizemini, ününü, her şeyini ve özellikle de adını, Komünizm’e borçlu olduğunu sanır. Oysa gerçek, tam olarak öyle değildir. Evet, Kızıl Meydan, uzun yıllar boyunca, Sovyetler Birliği’nin, Marksizm’in, Leninizm’in, Stalinizm’in, Komünizm’in kalbinin attığı mekân olmuştur ama, bu meydanın tarihi, bunların hepsinin tarihinden daha eskidir. Şöyle ki:

Bu meydanın eski adı “Krasnaya Ploshchad”dır. “Krasnaya” sözcüğü “krasniy”den gelir ve Eski Rusça’da “güzel” demektir. Aynı sözcük, zaman içinde “kırmızı” anlamını da içerir olmuştur. Kızıl Meydan, 15., 16. yüzyıllarda işsiz güçsüzlerin, sarhoşların mekânıdır. (6) O mekânı düzenlemek üzere ilk adımları, Çar Korkunç İvan atmıştır. 19 metre yükseklikte, 6.5 metre kalınlıkta bir duvarla, bir sur duvarıyla çevrili Kremlin, bu meydanın en önemli binasıdır, daha doğrusu binalar topluluğudur. Aslında, o, kent içinde kenttir.

Bu meydanın bir başka önemli binası da, Fransız diplomat Marquis de Custine’in, “altın bir balığın pullarına, bir yılanın emayeli derisine, bir kertenkelenin değişen renklerine, bir güvercinin boynunun parlak pembesine ve mavisine” benzettiği Aziz Basileus Katedrali’dir. Derler ki, adı üstünde, korkunç bir çar olan İvan, ikinci bir Basileus Katedrali yapmaması için, mimar Postnik Yakovlev’in gözlerini kör ettirmiştir. Stalin ise, bu binayı hiç sevmemiş, onu yıktırmak istemiş, ancak, bir başka mimarın Baranovsky’nin, on beş yıl hapis yatmak pahasına gösterdiği direnç, binanın kurtulmasını sağlamıştır.

Aziz Basileus Katedrali, Kızıl Meydan’ın ince uzun bir dikdörtgen oluşturan ana bölümünün güneyinde yer alır. Meydanın kuzeyinde, Nikolskaya Sokağı’nın köşesinde bulunan Kazan Katedrali ise o kadar şanslı olmadığından, yine Stalin’in dayatmasıyla yıkılmıştır. İnanılır gibi değil ama, Stalin, o binanın yerine bir tuvalet yaptırmıştır. (7)

Nice ünlü meydan gibi, Kızıl Meydan da görmüş geçirmiş bir meydandır. Evet, adını daha önce de andığım Çar Korkunç İvan’ın, insanların üzerine vahşi hayvanları saldırttığını gören halk, her yıl 1 Mayıs törenlerinde, meydanı daha da kızıllaştıran Kızıl Ordu’nun, 7 Kasım 1941 tarihinde, Sovyet Devrimi’nin 24. yıldönümünü kutladıktan sonra, sürmekte olan II. Dünya Savaşı’na katılmak üzere, doğru cepheye gidişine de tanık olmuştur. (8)

Sonra, Ekim Devrimi’nin sıcak günlerini anlatan Amerikalı yazar John Reed’in; Lenin’in mumyalanmış bedeni, karısı Krupskaya’nın sevgilisi Iover İnessa’nın mezarları da, o meydandadır.

DAHA BAŞKA KENTLER, DAHA BAŞKA MEYDANLAR

Buraya kadar, birçok meydandan sözettim. Ne var ki, yazımın ta başında da vurguladığım gibi, dünyada pek çok kentsel meydan vardır. Özetle, meydanlar dünyası, zengin bir dünyadır. Dünyayı meydandan meydana seke seke dolaşmak ilginç bir deneyim olabilir. Öyle bir gezide, örneğin Paris’in göbeğindeki Concorde Meydanı’na gidilebilir. Bu meydan, 1757 yılında, Kraliyet Mimarı Jacques-Ange Gabriel tarafından tasarlanmış olup; o zamanlar, XV. Louis Meydanı diye anılırken, Fransız İhtilâli’nde, XVI. Louis’nin giyotinle idamına tanık olmuştur. St. Petersburg’daki Kışlık Saray’ın önünde uzanan ve doğal olarak, “Düortsovaya ploshchad”, yani “Saray Meydanı” olarak anılan meydan da kanlı bir meydandır; çünkü, 9 Ocak 1905 günü, Çar II. Nikholas’ın özel ordusu, yardım dilenmek için yürüyen çok sayıda insanı orada silahla taramıştır. Sonra sıra, İspanya’nın başkenti Madrit’teki, hem pazaryeri, hem de eğlence merkezi olarak kullanılmak üzere inşa edilmiş olan Plaza Mayor’a gelebilir. Mao Zedung, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulduğunu, 1 Ekim 1949 tarihinde, Pekin’in o koskocaman Tiananmen Meydanı’nda duyurmuştur; oraya gidilebilir. Fas’ın Marakeş kentindeki Cemaatü’l Fena Meydanı ise, şimdiye kadar gezilen bütün meydanlardan farklıdır. Orada yalnızca insanlar yoktur, yılanlar da vardır.

MEYDANSIZ KENTLER VE MEYDANLARI

Peki acaba meydanları, bir meydanı olmayan kent var mıdır? Meydansız kentlerden söz edilebilir mi?

Bence bu soruların yanıtı hem “evet”, hem de “hayır”dır. Şöyle ki:

Mezopotamya’nın, eski çağlarda, dünyanın en önde gelen kültür merkezlerinden biri olduğu bilinmektedir. Jean-Louis Huot’nun da vurguladığı üzere, kentleşme ilk olarak İÖ 3000’lerde, Nil Vadisi’nin yanısıra Mezopotamya’da başlamıştır. (9) Bu bölgede kurulmuş olan Uruk, Hububa Kabira, Ugarit, Kaniş, Biblos, Tell-El- Amarna, Ninova, Babil gibi o zamanların ünlü metropolleri, dünya kentleri sayılabilecek kentlerin planlarında meydanlar ağır basmazlar. Herodotos, yazdığı tarih kitabında, Babil kentinin surlarından, labirent benzeri su kanallarından, sokaklarından, evlerinden, saraylarından, tapınaklarından oldukça ayrıntılı bir biçimde sözeder ama, kentin meydanlarına değinmez; çünkü oralarda bu tür mekânlar ya hiç yoktur ya da önemsizdir.

Bu bağlamda gündeme gelen bir başka sav, dolayısıyla bir başka tartışma da, dinin kurallarının, İslam ülkelerinde dış mekânların kullanılmasını büyük ölçüde engellediği, bu nedenle İslam kentlerinde, Batı kentlerindeki gibi meydanların bulunmadığı savıdır. Bir yazısında, “İslam’da meydan düşüncesinin birkaç istisna dışında yok oluşu, İslam toplumunun kendine özgü yapısından kaynaklanmaktadır” diyen (10) Doğan Kuban da aynı kanıdadır.

Şimdi konuya daha yakından bakalım:

Doğu’daki İslam kentleri, kentsel meydanlar söz konusu olduğunda, Batı’daki kentlerle, hiçbir biçimde yarışamazlar. Roma meydanlarını Mekke meydanlarıyla aynı potaya koymak, bir bakıma çılgınlıktır. Ama bu, Mekke’de ve benzeri kentlerde, meydan kavramının bomboş kavramlar olduğu anlamına gelmez. Gerçekten de, bilindiği gibi İslam’ın en kutsal yapısı olarak kabul edilen Kâbe, Hz. Muhammed’in doğduğu kentte, Mekke’dedir. Yine bilindiği gibi, Hac zamanında, Müslümanlar o kutsal yapının çevresini tavaf etmektedirler. Bütün bu işlerin yapıldığı mekân, bir kentsel meydandır.

Doğan Kuban, yukarıda andığım yazısını şöyle sürdürür: “İslam kentinde sosyal yaşam cami ve çarşıda sahnelenir. […] Büyük camiler, başka bir deyişle, Cuma camileri (yani kalabalık cemaatlerin toplanıp Cuma namazı kıldıkları camiler), kentlerin ticaret ve üretim alanlarının, yani çarşıların yakınında ya da içinde yer alır, ya da cami çarşıları kendine çeker. Büyük kalabalıklar camide ve cami avlularında buluşur. Cami, İslam kentinin forumudur.” (11)

Böyle bir örneğe Müslümanlar’ın bir başka kutsal kentinde Medine’de rastlıyoruz, Hz. Muhammed’in Medine’deki evi, aynı zamanda cami olarak da kullanılmıştır. Bu evin damı ilk minaredir. Bu evin, yapılan kimi eklemelerle biraz değiştirilen avlusu, peygamber zamanında bir kent meydanı gibi çalışmıştır.

Frank Lloyd Wright, 1931-1935 yılları arasında oluşturduğu Broadacre City ütopyasında, kenti doğanın içinde dağıtmayı düşlemiştir. Wright’ın bu konuyla ilgili bir yazısı “The Disappearing City” (Gözden Kaybolan Kent) başlığını taşır. Bu ütopya gerçekleştiğinde kent o kadar yayılmış olacaktır ki, onu meydanlarda toplama olanağı bulunmayacaktır. Bu da meydanın ölümü demektir.

Bir başka meydansız kent de, Le Corbusier’nin, 20. yüzyılın ilk yarısında geliştirdiği “Üç Milyonluk Çağdaş Bir Kent” ütopyasında ve onun, Paris’in göbeğine, kentin en eski tarihsel merkezine uyarlanmış biçimi olan Voisin Planı’nda karşımıza çıkmaktadır. Ünlü mimarın bu önerisi, kent kavramını çok değiştirmiş, yalnızca Ortaçağ’dan kalma, eğri-büğrü, sağlıksız binaları yıkmakla kalmamış, geleneksel sokakları, caddeleri, meydanları da ortadan kaldırmıştır. Ancak “Üç Milyonluk Çağdaş Bir Kent” projesini yakından incelediğimizde, eski meydanları yok eden Le Corbusier’nin her biri altmış katlı yirmi dört gökdelenden oluşan yerleşme önerisinin merkezindeki mekânın, kentin merkez tren garını da içeren bir meydan olduğu izlenimini ediniyoruz.

İSTANBUL’UN OLAN VE OLMAYAN MEYDANLARI

Bugün İstanbul olan kent ta baştan beri ve her zaman İstanbul olmamıştır. O, İstanbul olmadan önce, bir süre Byzantion, bir süre de Constantinopolis olmuştur. Nea Roma (Yeni Roma) olarak da adlandırılan bu kent, Roma’nın daha başka özelliklerinin yanısıra, kimi mekân türlerini de benimsemiş ve kullanmıştır. Bunların arasında, forumlar önemli bir yer tutarlar. Roma’da olduğu gibi, Nea Roma’da da doğal olarak kullanılan bu meydanlar, Fetih’ten sonra işlevlerini yitirmişlerdir. Ama, işin çok ilginç olan yönü, Doğan Kuban’ın belirttiği gibi, Müslüman İstanbul’un toplumsal iletişim mekânları, yani kentsel meydanları olarak kabul edilen külliyelerin, forumların bulunduğu yerlerde ya da onların çok yakınlarında inşa edilmiş olmalarıdır. Gerçekten de, “Constantinus Forumu üzerinde Atik Ali Paşa Külliyesi ve Nuruosmaniye Camisi, Tauri Forumu üzerinde Beyazit Külliyesi […], Bous Forumu üzerinde Valide Camisi, Arkadios Forumu yakınında, Cerrah Mehmed Paşa Camisi vardır.” (12)

İstanbul’da, daha başka meydanlar da vardır. İstanbul’da, bir Etmeydanı bile vardır. Keçecizâde İzzet Molla’nın, “et” sözcüğünün Arapçasını kullanarak, Meydan-ı Lahm diye adlandırdığı bu meydan, gerçekten de bir et meydanıydı; Yedikule’deki ve sur dışındaki mezbahalarda kesilen hayvanların etleri, atlara yüklenerek o meydana getirilirdi. “Yeni Odalar” denilen Yeniçeri kışlasının önünde bulunduğundan, Yeniçeri başkaldırıları, genellikle bu meydanda, Meydan-ı Lahm’da başlardı.

Sonra, Okmeydanı da bir İstanbul meydanıdır. Ancak o meydanı kentsel bir meydan saymak zordur. O, bir zamanlar II. Mehmed’in, İstanbul’un fethi sırasında, karargâhını kurduğu, İmparatorluk zamanında boş kalabilen, Cumhuriyet döneminde ise, gecekondu bölgesine dönüşen, 1.100 dönümlük, büyük, bir kentsel meydan olamayacak kadar büyük, kırsal bir alan, bir doğa parçasıdır. (13) Bu açıdan bakıldığında, İstanbul’un Okmeydanı, Edirne’nin “Er Meydanı Kırkpınar”a benzer.

Ama “İstanbul’un Meydanları” denilince, bugünkü adı Sultanahmet Meydanı olan mekândan söz açmadan olmaz. Yapımına 196 yılında, İmparator Septimius Severus zamanında başlanan, I. Costantinus zamanında tamamlanan ve Hippodrom olarak da bilinen alan, o günden bugüne, her zaman çok hareketli bir mekân olmuştur. Roma’daki Circus Maximus örnek alınarak yapılan bu mekân, 117 metre genişliğinde ve 420-440 metre uzunluğunda, bir ucu yuvarlanmış dikdörtgen bir meydandır. Bizans döneminde, bu meydanda at ve araba yarışları, imparatorların taç giyme törenlerinin yanısıra, büyük ayaklanmalar, korkunç katliamlar gerçekleşmiştir. Bugünkü Ayasofya’nın yerinde bulunan ikinci Ayasofya bu ayaklanmalardan birinde, Nika Ayaklanması’nda yakılıp yıkılmıştır. Osmanlılar zamanında Atmeydanı diye bilinen bu mekân, benzer etkinlikler için kullanılmıştır. Örneğin, Kanunî’nin kız kardeşi Hatice Sultan ile İbrahim Paşa’nın evlenmeleri dolayısıyla orada düzenlenen şenlik on beş gün sürmüş; “Atmeydanı Vakası, Sultanahmet Muharebesi” diye adlandırılan ayaklanmada ve “Vak’ayi Vakvakiye” sırasında ise çok kan dökülmüştür. Öte yandan da, 1863 yılında Sergi-i Umumi-i Osmanî, de aynı yerde kurulmuştur.

Bütün bunlara karşın, Müslüman Osmanlı’nın başkenti olan bu dünya kentinin, meydanlardan yoksun bir kent olduğuna ilişkin söylem sürmektedir. Bence bu söylem, hem doğrudur, hem de yanlıştır. Doğrudur, çünkü Müslüman İstanbul’da, Batı’da olduğu gibi, çeşitli etkenleri dikkate alarak, “city beautiful” anlayışı ya da başka birtakım ilkeler doğrultusunda tasarlanıp inşa edilmiş bir meydanın bulunmadığı bellidir. Bu durumun bilincine varan II. Abdülhamid, Fransız mimar Joseph Antoine Bouvard’a, Sultanahmet ve Bayezit Meydanları için “kentsel tasarım” siparişleri vermiştir. Ancak, artık çağdışı kalmış Beaux Arts anlayışı çerçevesinde eğitim görmüş olan Bouvard’ın, yeri görmeden yaptığı tasarımlar uygulanamamıştır. Hippodrom ise, Osmanlılar tarafından oluşturulmamıştır; onların hazır buldukları bir meydandır. Ama öte yandan, o söylem yanlıştır, en azından biraz abartılıdır; çünkü Osmanlı İmparatorluğu zamanında, o hazır meydan, oldukça yoğun bir biçimde kullanılmıştır.

NOTLAR

1. Rykwert, Joseph, 1981, On Adam’s House in Paradise – The Idea of the Primitive Hut in Architectural History, MIT Press, ABD.

2. Eliada, Mircea, 1965, Le Sacré et le Profane, Gallimard.

3. Eliada, 1965, s.49.

4. Mumford, Lewis, 1961, La Cité à travers l’histoire, Çev. Guy ve Gérard Durand, Editions du Seuil, Paris, s.197.

5. Sitte, Camillo, 1984, L’art de batir les villes, Çev. D. Wieczorek, Livre et Communication, Paris.

6. Richardson, Dan, 1995, Moscow, The Rough Guides, London, s.61.

7. Richardson, 1995, s.64.

8. Richardson, 1995, s.61.

9. Huot, Jean-Louis, Jean-Paul Thalmann ve Dominique Valbelle, 2000, Kentlerin Doğuşu, Çev. Ali Bektaş Girgin, İmge Kitabevi, Ankara, s.13.

10. Kuban, Doğan, 1998, Kent ve Mimarlık Üzerine İstanbul Yazıları, Yapı Endüstri Merkezi Yayınları, İstanbul, s.157.

11. Kuban, Doğan, 1998, s.157.

12. Kuban, Doğan, 1998, s.157.

13. Anonim, 1994, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 6, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, İstanbul, ss.125-127.

Bu icerik 19940 defa görüntülenmiştir.