ETKİNLİK
Mimarlık ve Öğrenme
Fehmi Doğan, Prof. Dr., İYTE Mimarlık Bölümü
10 - 11 Kasım 2023 tarihleri arasında gerçekleşen Mimarlık ve Eğitim Kurultayı’nın ardından öne çıkan başlıklara odaklanan yazar, meslek odaları ve akademinin ortaklaşan sorumluluklarına dikkat çekiyor.
2001’den beri yapılan ve bu yıl on ikincisini gerçekleştirdiğimiz Mimarlık ve Eğitim Kurultayı, Türkiye mimarlık ortamı için büyük bir kazanım. Kurultay, Mimarlar Odası’nın mimarlık çevresine kazandırdığı ve artık yerleşmiş bir değerimiz. Aynı zamanda, meslek eğitiminin meslek ve akademi başta olmak üzere tüm taraflarca beraber düşünüldüğü, tartışıldığı tek oluşum. Bu oluşum içinde Oda temsilcileri, akademisyenler, eğitimciler, araştırmacılar ve öğrenciler hep beraber bulundu. Kurultay, bahsi geçen paydaşların, ortak sorunlar ve çözüm önerileri çerçevesinde bir araya gelebildiği tek ortam olması nedeniyle bizim için önemi çok büyük. Odaya tüm zorluklara rağmen böylesine değerli bir oluşumu geliştirerek sürdürdüğü için akademisyenler, eğitimciler ve öğrenciler olarak müteşekkiriz. Kurultaylar, meslek ve üniversite arasındaki ilişkinin de her iki yılda bir yeniden değerlendirilmesi için de tüm taraflara bir fırsat sunuyor.
Kurultay teması belirleme aşamalarında düzenlenen danışma kurullarında anlaşılır bir şekilde öne çıkan tema, “Cumhuriyetin İkinci Yüzyılı” oldu. Bununla beraber yıl içerisinde yaşadığımız ve yaralarını hala saramadığımız deprem felaketinin de ön planda olduğunu belirtmem gerekir. Bu iki temanın kurultay boyunca elbette tüm detaylarıyla ele alınması mümkün olmamakla beraber, kapsamlı bir şekilde tartışılmaları için önemli başlangıçlar yaptığımızı düşünüyorum, ya da daha doğrusu, kurultayı atılmış olan adımları daha da öteye götürmenin bir çabası olarak görüyorum.
Panellerin hazırlamasında, özellikle farklı üniversitelerden ve kurumlardan farklı görüşlerin temsil edilmesine özen gösterdik. Tüm panelistlere ve panel yöneticilerine kurultaya verdikleri katkı dolayısıyla teşekkür etmek isterim. Panellerin konularının belirlenmesinde ve özelde her bir sunuşun konusunun genel çerçeveye uygun ve diğer sunuşları tamamlayıcı olmalarına özen göstermeye çalıştık. Elimizdeki sınırlı olanaklarla en iyisini yapmaya çaba göstermemize rağmen, elbette değinemediğimiz pek çok konu ve davet edemediğimiz pek çok değerli konuşmacı oldu.
Bu genel girişten sonra yazının devamında eğitime ve kurultay genel çerçevesine dair birkaç konuya değinmek istiyorum. Başlarken yazının neleri içerdiğini ve nereye doğru evrileceğinin ipuçlarını vermem daha anlaşılır olmamı sağlayacaktır diye düşünüyorum. Öncelikle, üzerine düşündüğümüz eğitim meselesini “öğrenmek” üzerinden tartışmanın neden gerekli olduğundan bahsedeceğim. Sonrasında böyle bir bakış açısının özne olarak öğrenen kişiyi ön plana çıkarması dolayısıyla, öğrenen öğrenci ve öğreten, ya da bazılarınca eğiten, arasındaki farkı neden belirsizleştirdiği ve dolayısıyla da daha katılımcı ve özgürlükçü bir eğitim ortamını nasıl desteklediği üzerinde duracağım. Buradan hareketle okuldan mı yoksa akademiden ya da üniversiteden mi bahsetmek gerektiği üzerine durup, üniversitenin bir meslek edindirme yeri olmadığını savlayacağım. Tersine, akademinin bilginin üretildiği ve paylaşıldığı yer olarak, öğrenmenin öğrenildiği yer olduğuna vurgu yapacağım. Mimarlık mezunlarının diploma aldıklarında ne tür bir kazanım sağladığına ve sağlaması gerektiğine değinip, aslında öğrenmenin sürekli olarak devam ettiği ve bunun da ancak ve ancak meslek odası ve akademi arasındaki dayanışmacı bir ortam ile sürdürülebilir hale geleceğine değineceğim.
Eğitime, eğitimin önemli bir öğesi olan, ama bence eğitimden de önce gelen öğrenme çerçevesinden bakılmasının bize sunduğu fırsatlar var. Amacım, öncelikle eylem olarak öğrenmenin farklılığı ve öğrenen özneye yaptığı vurgu ile ilişkili. Buradan hareketle de meslek bilgisi edinmeye ve dolayısıyla meslek odalarının bu süreçteki tamamlayıcı rolüne dair bir şeyler söyleyeceğim.
Eğitim ortamını düşündüğümüzde belli başlı aktörler olarak aklımıza hocalar, öğrenciler, meslek erbabı kişiler ve belirli ölçüde meslek odası gelir. Bunların bir kısmından duymaya alışageldiğimiz ve yıllardan beri tekrar eden bazı değerlendirmeler var. Aşağıda kısaca bahsettiklerim, münferit olmakla beraber provokatif olmak, tartışmayı başlatmak amacıyla örnek olarak vereceğim ve neredeyse klişeleşmiş alıntılar. Elbette ve kesinlikle çoğunluğu tariflemediğini de eklemek isterim.
Örneğin:
- Bu mezunlar okulda hiç mi eğitilmiyorlar?
- Bunlar hiçbir şey bilmeden mezun oluyorlar.
- Biz okurken kalıp projesi çizmeyi, statik hesaplarını yapmayı dahi öğrenmiştik. Bu nesil bize kıyasla hiçbir şey öğrenmiyor yine de çok çalıştıklarından şikâyet edip duruyorlar.
- Yeni nesiller zora gelmiyor, biz okuldayken böyle miydik? Bize her şeyi öğretmişlerdi.
- “Herkes mimar olmak zorunda değil. Senden mimar olmaz.”
- Bu öğrenciler okulda nasıl da yaratıcı aslında. Meslekte neden böyle değiller, meslekte üretilenler neden bu kadar vasat?
- Afetler sonrasında mimarlar yine sınıfta kaldı.
- Okul ile uygulama arasında hiçbir alaka yok.
- Bunları niye öğreniyoruz ki ne işimize yarayacak?
Bu ve benzeri klişelerin kimler tarafından seslendirildiğini elbette herkes tahmin edebilir. Bir kısmı öğrenciler, bir kısmı hocalar, bir kısmı meslekteki mimarlar, bir kısmı da genel kamuoyu tarafından. Hepsinde doğruluk payı olmakla beraber, temelde bir eksiklik ifade ettiklerini de söyleyebiliriz. Belki de duruma daha başka bir çerçeveden bakarak, birbirimizi daha iyi anlamaya gayret edebiliriz. Bütün bu klişeler, aslında içinde sorgulanmamış bir takım kabulleri barındırıyor diye düşünüyorum.
Bu ifadelerin altında mimarlığın okulda eğitimle öğrenildiği, belirli bir eğitim süresi sonunda mezun olurken diploma ile belgelendiği ve neredeyse taçlandırıldığı, diploma ile beraber de artık kişinin neredeyse bir günde sihirli bir değnek dokunmuşçasına mimar olduğu fikri yatıyor diye düşünüyorum. Halbuki şunu hepimiz gayet iyi biliyoruz ki, mimar olmak veya herhangi bir meslek edinmek sadece “okulda” olacak bir iş değil, insanlar bir günde öğrencilikten güvelerin kelebeğe dönüştüğü gibi mimara dönüşmüyor, öğrenmek ise diploma almakla sonlanmıyor. Diploma ise çerçevelenip duvara asılacak bir kağıttan ötesi. Aksine, öğrenme üniversitede başlayan ve farklı ortamlarda devam eden bir süreç. Diploma da bu yeni öğrenme sürecine açılan bir kapı aslında.
Öğrenmenin diploma ile bittiğini savlayan eğitim düşüncesinin altında yatan belirli bir pedagojik anlayış var. Bu pedagojik yaklaşımda bilgi aktarılabilir ve alınabilir bir nesne, bilgiyi aktaran otorite, yani hoca, bilgiyi alan ise çaylak, yani öğrenci olarak kabul ediliyor. Öğrenci boş kase, hoca ise dolu kase. Bu yaklaşım içinde sadece, öğrencinin kasesinin hoca tarafından doldurulması gerekiyor; öğrencinin tek yapması gereken ise buna açık olması. Başka bir deyişle, öğrenci tam bir “tabula rasa”. Hatta edilgen bir özne, ve kimi zaman neredeyse özne bile değil. Öğrencinin kasesi ise ancak okuldaki kutsal ortamda dolar ve olgunluğa erişir.
Bu pedagojik yaklaşım belirli bir epistemolojik kabulle ile ilgili elbette. Bu epistemolojik kabule göre, bilgi nesnel bir şekilde birikir, aktarılır ve alınıp verilir. Bilgi bu anlamda biz öznelerden bağımsız, kendi başına var olur ve sadece alınması, sahip olunması gerekir. Bilgiyi veren otorite, alan ise edilgen özne yani öğrenci, ya da eğitilmesi gereken bireydir. Alternatif bir epistemolojik yaklaşımda ise, bilgi özneler tarafından beraber inşa edilir. Bilgi özneden bağımsız değildir; tam tersine etken öznenin birebir müdahalesi ile vücut bulur ve dönüşür. Öğrenen ve öğreten rolleri de etken özne olmalarına bağlı olarak sürekli devingenlik gösterir.
Benim özellikle vurgulamak istediğim ise eğitime öğrenme kavramı üzerinden bakmak. Öğrenmek ile başlamak. Burada ön plana çıkarılan yaklaşım, hem pedagojik anlamda hem de epistemolojik anlamda başka bir kabulün altını çiziyor. Pedagojik anlamda öğrenen ve öğreten rollerinin sürekli değiştiği ve hatta herkesin hem öğrenen hem de öğreten olduğu bir modeli savlıyor. Epistemolojik kabul ise bilginin beraber inşa edildiği ve her zaman yeniden ve yeniden kurulduğu kabulüne dayalıdır. Bilgi böyle bir yaklaşımda biz öğrenen öznelerden bağımsız ve ayrı bir unsur değildir. Bizim, beraber ürettiğimiz bir üründür.
Buradan hareketle, öğrenmek ile başladığımızda sorgulamayı bıraktığımız bir takım kabulleri tekrar düşünmemiz gerekir. İlk olarak sorgulamamız gereken üniversitenin, şimdilerde neredeyse doğalmışçasına kabul ettiğimiz bir meslek edinme yeri olup olmadığı kabulüdür. Üniversite, bir meslek okulu mudur? Aksine, üniversitenin bilginin öğrenildiği, paylaşıldığı ve paylaşılarak artırıldığı mekân olduğunun altının tekrar tekrar çizilmesi ve hatırlatılması daha doğru değil mi? Üniversite bir meslek okulu değildir, bir akademidir. Buradaki bireyler de salt meslek sahibi olmazlar, o meslek alanı ile ilgili bilgileri öğrenir ve yeniden inşa ederek geliştirirler. Bizler de bildik tanımıyla öğretmen değiliz. Evet öğretmenlik çok kutsal bir meslek, ancak akademisyenlerin yaptığı öğretmenlik ile ilişkili de olsa niteliksel olarak farklıdır. Üniversite öğrenme ve bilgi üretme sürecinin bir parçası ve de hatta en önemli bileşenidir.
Diploma da bu süreçte bir aşamayı tariflemekle beraber, öğrenmenin bittiğine veya bir noktada tamama erdiğimize işaret etmiyor. Meslekte öğrenme, diploma ile daha da hızlanarak devam etmesi gereken bir süreç. Değişimin ve gelişimin doğası bunu gerektiriyor. Giderek bu anlayışın daha da belirginleştiği günümüzde, değişime yön verebilmek, gelişen ve çeşitlenen bilgiye sahip olabilmek çok önemli. Böylesine devingen bir ortamda belirli konuları öğrenmekten çok ve o konulara sıkı sıkıya, dogmaymışçasına bağlanmak yerine, öğrenmeyi öğrenmek en zaruri gereklilik.
Meslek bilgisinin sürekli yenilendiği, çeşitlendiği, değiştiği bir durumda eğitimden geçmiş öznelerden değil de öğrenen özne olarak bu devingen sürece hazırlanmak, yeni durumlara ayak uydurmak daha anlamlı değil mi? Takipçisi olduğum ve burada da savunduğum duruşa göre, yani öğrenmeyi ön plana alan anlayışa göre, özneyi, yani öğrenciyi odak olarak kabul etmemiz gerektiğini savunuyorum. Öğrenciden kasıt da öğrenen herkes, yani geleneksel anlamda öğrenciyi de öğretmeni de içinde barındırıyor bu kategori. Biz akademisyenler de bir anlamda öğrenci oluyoruz. Çünkü öğrenme her zaman devam ediyor. Tüm diğer paydaşlarla beraber atölye, sınıf ve derslikte biz de öğreniyoruz.
Herkesin öğrenci olduğu kabulü ile birlikte, öğrenen ve öğreten arasındaki hiyerarşi de anlamını yitirmeye başlıyor. Aslolanın öğrenmek olduğu bir durumda öğreten ve öğrenen rolleri sürekli değişebiliyor. Stüdyo ya da atölyeler zaten böyle ortamlar ya da böyle ortamlar olmalıdır. Öğrenme sürecinde hiyerarşinin kalkması ve başka bir ilişki durumunun ortaya çıkması neden önemlidir? Çünkü, eğer üniversiteyi bilginin kurulduğu, paylaşıldığı ve paylaşarak çoğaltıldığı yer olarak görüyorsak, bir bilginin geçerliliği o bilgiye sahip kişinin konumundan bağımsız bir şekilde belirlenmelidir. Çünkü, bilgideki tek kıstasımız aslında doğruluk. Doğru olan, akademisyen veya öğrenci, her kim tarafından iddia ediliyorsa bizler onun peşinden gideriz. Evet şimdilik belki ben daha çok “biliyor” olabilirim ancak bu, bunun hep böyle olacağı anlamına gelmiyor. Bir akademisyen, yanılabileceğini bildiği sürece akademisyendir.
Peki öğrenme nedir öyleyse? Öğrenme, bireyde kalıcı ve başka durum ve alanlara transfer edilebilir bilginin inşa edilmesi ve özümsenmesi demek, yoksa “eğitilmek” değil. Böyle anladığımızda önemli olanın bilgi olduğu, bilginin inşası olduğu daha da belirginleşiyor.
Burada mesleği düzenleyici organ olarak Mimarlar Odası’nın rolüne gelmek istiyorum. Eğitimi değil öğrenmeyi odağa aldığımızda ve diploma bir son değil sadece bir aşama olduğunda, mesleğin düzenlemesinden sorumlu odalara çok önemli görevler düşüyor. Meslek odamız, bu sorumluluğu sürekli eğitim, mesleğe kabul gibi pek çok birimi ile zaten yerine getiriyor. Hatta daha da çok yapmalı. Bunda da, bizler odaya destek olmalıyız. Neden? Çünkü, eğer meslekte öğrenme kesintisiz devam etmeli diye düşünüyorsak ve diploma tek başına böyle bir yeterliliğinin karşılığı olamayacaksa, öğrenme sürecinin de beraberce kurgulanması ve desteklenmesi gerekir. Yoksa meslek olarak giderek geçerliliğini yitiren donmuş bir pratiğe dönüşebiliriz.
Bilginin sürekli devingen olduğuna yaptığım vurgu üzerinden, bir de kendimize, yani biz akademisyenlere bakmak gerekir. Burada kısaca, öğrencileri ve kendimizi nasıl gördüğümüzü biraz da abartarak ele almak istiyorum. Belki biz eski kuşaklar kalıp planı çizmeyi öğrendik. İçinde bulunduğumuz meslek pratiği içinde bunun mümkün olamayacağı, aslında biraz da aşikâr değil mi? Böylesine bir beklentinin arkasında hepimizin sorgusuzca ve biraz da iftiharla kabul ettiği Vitruvius'dan beri mimarın her şeyi bilmesi gerektiği anlayışının da yattığını söylemek gerekir. Bu önermeyle birinci sınıf öğrencisi olarak Virtuvius’u ilk okuduğumda karşılaşmıştım; hem çok hoşuma gitmişti hem de üstesinden gelemeyeceğim ağır bir sorumluluk hissetmiştim. Öyleyse biz akademisyenler de, öğrenme süreçlerinde üniversitenin sadece bir durak, ama belki de en önemlisi, olduğunu kabul ederek yaklaşmalıyız öğrenmeye. Diploma sonrasında ise meslek içi öğrenme pratiğinin düzenlenmesine ve sağlanmasına destek olmalıyız.
Mimarlık ve Eğitim Kurultayı’nın temasıyla bu yazıda üzerinde durduğum konuların nasıl ilişkili olduğuna bakacak olursak, öncelikle şunları söyleyebilirim: Eğitim üzerinden bakmaktansa öğrenmek üzerinden bakmak, deneyimlerimizden geleceğe yönelik hangi dersleri çıkarabiliriz konusunda bizlere düşünme fırsatı sunuyor. Öğrenme, kendi içinde değerlendirme ve eleştirel olmayı beraberinde getiriyor. Öyleyse burada, kurultay konusunda zihnimizi meşgul eden şu iki soruyu sorarak, kurultay temasını kurultay genel kurgusu ile ilişkilendirebilmemiz mümkün diye düşünüyorum. Bu iki soru, kurultay boyunca ya bizi direk olarak meşgul etti ya da bir taraflarda hep kafamızı kurcaladı diye düşünüyorum. Bunlardan ilki, Cumhuriyetin yüzüncü yılından ne öğrendik ve öğrendiklerimizi geleceğe çoğaltarak taşıyabilecek miyiz sorusudur. İkincisi ise afetlerden ve özellikle son yaşadığımız Maraş Depremlerinden ne öğrendiğimiz meselesiyle doğrudan ilgilidir. Benzer şekilde, 2020 Sisam Depremi’nden ne öğrendik ya da daha da vahimi, 1999 İzmit ve Düzce Depremlerinden ne öğrendik, daha doğrusu ne öğrenmedik veya öğrenemedik sorularını sormalıyız.
Tabii eğitimden farklı olarak, öğrenmek özne merkezli olduğu için ve bireyi etkin kıldığı için, bireye doğrudan sorumluluk yüklüyor. Bu sorumluluk ile Cumhuriyetin ilk yüzyılına ve depreme bakmak kaçınılmaz. Cumhuriyetin geçmiş yüzyılı, inanılmaz bir deneyim, kazanım ve tecrübeyi barındırıyor. Bu saptama, mimarlık alanı ve mimarlık eğitimi için de geçerli. Geleceği inşa etmek, kişi ve toplumların geçmişten öğrenmeleriyle ve ancak bu bilgiyi kullanarak hareket etmeleriyle daha kalıcı hale gelebilir. Sözünü ettiğim sorumluluk, ayrıca meslek etiğimizin de temelini oluşturuyor.
Bizler eğitimciler olarak depreme dayanaklı yapılar nasıl yapılır onu öğreneceğiz, öğretirken yeniden öğreneceğiz, ama en çok da depremden öğrenmeyi bileceğiz, bilmeliyiz. Şu ana kadar toplum olarak bu konuda iyi bir sınav verdiğimiz söylenemez. Her deprem felaketinden sonra bir daha asla denilerek mevzuatımızı yeniden gözden geçiriyoruz, eğitim programlarımızın eksiklerini tamamlıyoruz. Ancak son yaşadığımız depremler, ne kadar yol aldığımız konusunda çok umut verici değil maalesef.
Depreme bakmayı bilmek özellikle bu konuda uzman olan başkalarından öğrenmeyi zorunlu kılıyor. Özellikle de inşaat mühendisleri ve jeoloji mühendisleri ve ilgili diğer disiplinlerden öğrenmemiz, onlarla üretilecek ortak bilgiyi derinleştirmemiz gerekir. Bu konuda yine provokatif olmak pahasına klişeleşmiş meslekçi bakış açılarından ve pozisyonlardan sıyrılarak, karmaşık bu gibi bilgi ve problem alanlarının ancak ve ancak dayanışma ve iş birliği ile inşa edilebileceğini kavramamız ve hatta sindirmemiz gerekiyor. Mimar her şeyi bilemez. Ancak, bildikleriyle ilgili disiplinlerin bilgi alanlarına katkıda bulunabilir. İnşaat mühendisi de her şeyi bilemez. Onlar için de aynı şey söz konusu. Biz ilgili meslek alanları ve disiplinler olarak ancak birbirimizden öğrenmeye ve beraber bilgi üretmeye ne kadar hazırsak bu tür felaketlerden de o kadar az etkileniriz. Bunun için yapmamız gereken afetlere hazırlık ve benzer konularda tüm bu alanları buluşturmak, bu meslek ve disiplinlerle omuz omuza olmaktır. Çatışma içinde değil dayanışma içinde olmak, bugün her zaman olduğundan daha gerekli. Evet, belki kalıp planı çizemiyoruz artık. Statik hesaplarını da yapamıyoruz. Ancak bunları yapanlarla beraber proje üretme pratiklerini olduğundan daha ileriye götürmemiz gerektiği açık.
Bilgiyi paylaşarak çoğaltan biz akademisyenleriz, ancak bilginin tek sahipleri değiliz. Sonuç olarak hepimizin öğrenci, hepimizin öğreten olduğu bir eğitim ortamında, bilginin dayanışma ve paylaşılarak katlanacağına inanarak yazımı noktalamak istiyorum. Dayanışma anlamında kazanımlarımız fazla, ancak daha da fazlasını yapmamız gerekir. Eğitimden çok öğrenmeye odaklandığımızda, bu yaklaşım özne olarak bizleri odağa yerleştiriyor. Öğrenme bitmeyen bir süreç ve bu süreçte meslek odasının ve akademinin ayrı ayrı, fakat ortaklaşan sorumlulukları bulunmakta. Ancak böyle bir bakış açısıyla yaşadıklarımızdan ders çıkarabileceğimizi düşünüyorum.
Bu icerik 1952 defa görüntülenmiştir.