316
MART-NİSAN 2004
 
MİMARLIK'TAN

ODADAN

MİMARLIK DÜNYASINDAN

ETKİNLİK

  • aalto @ turkey
    Rabia Çiğdem Çavdar

    Mimar, Mimarlar Odası Ankara Şubesi

DOSYA: ÜÇ BÜYÜK KENTİN BAŞKALAŞIMI

BALKANLARDA MİMARLIK

YİTİRDİKLERİMİZ



KÜNYE
DOSYA: ÜÇ BÜYÜK KENTİN BAŞKALAŞIMI

İstanbul'un Değişimi ve Yönetimi

İhsan Bilgin

Prof.Dr., YTÜ Mimarlık Bölümü

Yerel seçimler arefesinde İstanbul'un yönetimini değerlendirebilmek için, yönetimin İstanbul'un yaşadığı dönüşümler karşısındaki konumunu değerlendirerek işe başlamak gerekiyor. Çünkü İstanbul iki katmanlı bir değişim sürecini birarada yaşıyor: Bir yandan modernleşmeye öncülük etmiş metropollerin yaşadığı yapısal dönüşümü yaşamaya devam ediyor (köylülüğü tasfiye edip kentli işgücüne dönüştürüyor, gelenekleri çözüyor, nüfusu artıyor, sermayeyi kurumsallaştırıyor vb.), öte yandan da bütün bunları dünyadaki yeni trendlere, yeni iktisadi ve siyasi rejimlere uyum sağlayarak yapıyor. Yani, nüfusu ve nüfus bileşenleri görece istikrar kazanmış bir kentin dünyanın yeni akıntılarına kendini uydurmasından farklı olarak, istikrara kavuşmamış nüfus bileşenlerini de dönüştürmeyi sürdürüyor. Şunu demek istiyorum kısaca: İstanbul'un yeni sakinlerini nüfusunu 1 milyondan 5 milyona çıkarırkenki (60'lar ve 70'ler) modernleştirme biçimleriyle, nüfusunu 5 milyondan 10 milyona çıkarırkenki (80'ler ve 90'lar) modernleştirme biçimleri arasında, dünyada esen rüzgarların yön değiştirmesi nedeniyle kayda değer bir farklılaşma oluyor. Örneğin, sanayi referanslı bir istihdam yapısının yerini hizmet referanslı bir istihdam yapısı alıyor. Geleneği çözen araçlar ve mekanizmalar değişiyor. Çözülmenin, yani köklü yapısal değişimin kendisi ise değişmiyor.

Türkiye'de ve dünyada yaşanan değişimlere paralel olarak İstanbul, 1920'ler ve 50'lerden sonra 1980'lerin sonunda üçüncü büyük kırılmasını yaşadı. Neler değişti bu kırılma ertesinde? Öncelikle nüfus artmaya, dolayısıyla da şehrin makroformu genişlemeye devam etti. 1980'lerin sonuna kadarki doğu-batı eksenli, Marmara'ya paralel lineer gelişme, 2. köprü ve çevre yolunun etkisiyle kuzey yönündeki gelişmeyle pekiştirildi. Şehir, tarihinde ilk kez kuzeye doğru "şişti". Asya yakasındaki büyük sanayi ile Avrupa yakasındaki küçük sanayi kutuplaşması varlığını sürdürürken, merkezlerin kıyısında konumlanmış küçük sanayi desantralize edildi. Küçük sanayinin boşalttığı alanlar hizmet sektörü tarafından dolduruldu. Finans sektörü ile birlikte kümelenen uluslararası şirketler çevre yollarının düğüm noktaları üzerinde (Maslak, Levent, Kavacık, Altunizade, Kozyatağı, İkitelli, Güneşli vb.) yeni odaklar oluşturdu. Küçük sanayinin şehir merkezinde boşalttığı yerlerle yetinmeyen hizmet ve ticaret sektörleri de, bu yeni odakların çeperlerinde konumlanarak desantralize oldu (yeni alış-veriş ve eğlence merkezleri). (1) Modernleşme tarihi boyunca Marmara ve Boğaz kıyılarında odaklanmaya alışmış olan üst-orta tabaka meskenleri, kuzeye doğru "şişmenin" ve bu doğrultuda oluşmuş yeni eksenlerin etkisiyle, tarihlerinde ilk kez Karadeniz kıyısına doğru (Zekeriyaköy, Ömerli vb.) desantralize olmaya başladılar.

Dolayısıyla, İstanbul bir yandan 1950'lerden beri yaşadığı yayılma ve genleşme eğilimini 1990'lar boyunca da sürdürdü, öte yandan genleşme eğilimine paralel olarak iç yapısını yeni sosyo-ekonomik gelişmeler doğrultusunda dönüştürdü. 1980'lerin ikinci yarısından itibaren gündeme gelen bir diğer önemli farklılaşma da, örgütlü sermaye gruplarının inşaat yatırımlarına girmeleri oldu. Bu dönüm noktasına kadar arsa ve inşaat yatırımlarından uzak durmuş ve sermaye birikimlerini ağırlıkla sanayi üzerinden yapmış olan örgütlü sermaye grupları, medya ve iletişim sektörlerinin yanısıra inşaat sektörü ile de yakından ilgilenmeye başladılar. Örgütlü sermaye gruplarının yatırımları, ağırlıkla üst-orta tabaka yerleşmeleri ve uzmanlaşmış ofis kompleksleri ile alışveriş merkezleri gibi ticaret odaklı kamu mekanlarına yoğunlaştı. Kentin neredeyse tamamının küçük müteahhitler tarafından üretildiği 1950-90 arası ile kıyaslandığında, bu yeni yatırımcı öznenin İstanbul için önemli bir yapısal dönüşüm anlamına geldiği görülecektir. Küçük müteahhitler şehrin tamamını parsel ölçeğindeki apartmanlarla doldurduklarında, şehir peyzajıyla ilgili dile getirilen ağırlıklı sorun, "homojenleşme" eksenli olarak "monotonlaşma" ve "kişiliksizleşme" idi. Bu şikayet kaynağının ortadan kalktığı söylenemez kuşkusuz. Ancak, 1990'larda şehir peyzajıyla ilgili şikayetin ekseni değişerek "heterojenleşme"ye kaymıştır: "Uyumsuzluk", "fragmanterleşme" vb. terimler üzerinden dile gelen sorunlar, şehrin üretimine ağırlık koymaya başlayan örgütlü sermayenin şehrin geri kalanını ve birbirini hesaba katmadan, katmasına da gerek kalmadan yaptığı iri ölçekli yatırımlardan kaynaklanmaktadır. Daha doğrusu, iki katmanlı memnuniyetsizlik söylemi üzerinden dile gelen bir İstanbul manzarası ile karşılaşır olduk 1990'lardan beri: Küçük girişimin ancak birbirine bağımlı bir zincir olarak inşa edilebilen ve sembiyotik kütleler oluşturarak yayılan peyzajının "monotonluğuyla", büyük ölçekli girişimin fragmanter komplekslerinin "uyumsuzluğu" günümüz İstanbulu'nun şehir peyzajını birarada belirlemeye başladılar.

Özetle, temelleri 1980'lerin ikinci yarısında atılan 3 katmanlı bir değişimden söz ediyoruz: 1. Şehir olanca hızıyla genleşmeye devam ediyor; 2. "Globalleşme" kavramıyla özetlenen sosyo-ekonomik gelişmelere ayak uydururken gerek işlevsel yapısını, gerekse de barındırdığı nüfus bileşenlerinin dokusunu değiştiriyor; 3. Peyzaj, şehrin üretimine katılan yeni aktörlerin ağırlığıyla kalıcı bir dönüşüme uğruyor. Peki nasıl yönetildi bu değişim? Yerel seçim arefesinin ve ertesinin kritik sorusu bu olmalı.

Öncelikle, 1980'lerin ikinci yarısında hızlı ve atak bir başlangıç yapıldığını vurgulamak gerekiyor: İkinci çevre yolu ve köprü, yeni İstanbul'un makroformuna damgasını vuran başlıca unsur olarak daha en başından şehrin omurgasına katıldı. Yeniden biçimlenen ulaşım omurgası, açılan yeni arterlerle pekiştirildi. Küçük sanayinin desantralizasyonu makro ölçekli bir kararla uygulamaya konuldu. Şehrin üretimine katılmaya hazır olan örgütlü sermaye gruplarına yer açıldı, yatırımları teşvik edilerek kolaylaştırıldı. Bu tutum hızla gelişen yeni finans, medya / iletişim ve hizmet / servis sektörlerinin, dolayısıyla da uluslararası sermayenin şehre yerleşmesini kolaylaştırmak anlamına geliyordu. Bu yeni sermaye bloğunun istihdam ettiği yeni orta sınıflara barınma ortamları yaratmak üzere, şehrin kuzey yakasında yerleşme birimlerinin yapılması kolaylaştırıldı, teşvik edildi. Ve 1950'lerden itibaren "büyük şehir" olmaktan çıkıp hızla metropol olmaya doğru evrilen İstanbul'un gecikmiş bir projesi olarak 1990'ların başında metro inşaatı başlatıldı.

1980'lerin sonu ile 90'ların başında gerçekleştirilen bütün bu hamleler, öncü yönetim hamlelerine işaret ediyor. Bu atak hamleler içinde, birbiriyle dolaylı olarak ilintili olan iki noktanın ihmal edildiği göze çarpıyor: Birincisi, yerel yönetimin yeni koşullara göre kendi bünyesini dönüştürmesi, yenilemesi; ikincisi de, yeni ortamın sosyal politikalarının üretilmesi. Anakent ve ilçe belediyeleri şeklindeki yeni örgütsel yapılanma dışında yerel yönetim örgütü kendi bünyesini yenilemedi; patronaj örüntülerine dayalı iş yapma biçimini sürdürdü. Patronaj ilişkilerine dayalı örgütlenme, aynı zamanda 1990'lara kadarki dönemin sosyal politikaları anlamına geliyordu; daha doğrusu, eksik olan sosyal politikaların telafisi anlamına geliyordu. İstanbul'un yerel yönetimi, kendini yeniden yapılandırıp modern bir örgüt olmaya doğru evrilemeyince, sosyal politika yoksunluğunu da önceki dönemin "ara formları" ile telafi etmeyi sürdürdü. Dolayısıyla ikili bir yapı çıktı ortaya: Merkezi yönetimin ya da başkanın bireysel inisiyatifleriyle değişen dünyaya uyum sağlamaya yönelik kritik kararlar alınıp uygulamaya konurken, bu "büyük" kararların dışındaki orta ve küçük ölçekli kararlar eski mekanizmaların inisiyatifine kalıyordu. Bu ikili yapının ekseni şöyle de çekilebilir: Kentin makro formu ile uluslararası sermayeyi ve yeni üst-orta tabakaları ilgilendiren kararlar, yeni zihniyetin temsilcileri olan mevkilerce merkezi olarak alınırken, şehrin mikro organizmalarını ve alt-orta tabakalarını ilgilendiren kararlar eski mekanizmaların bulutsu / popülist ortamlarına bırakılmış oluyordu.

1994 krizi, yönetimin kısmi inisiyatifine dayanan bu atak başlangıcın sonu oldu. Çünkü bütün zaaflarına rağmen bu atağın yapılabilmesi, ancak ekonomik büyüme ve atılım dönemlerinde mümkündü. Dünya ekonomisindeki genişleme eğiliminin rüzgarlarını da arkaya alarak kentleşmeye görece daha fazla kaynak aktarılabilmiş ve bu kaynaklar İstanbul'un dönüşümüne yön verecek yukarıdaki kararların alınabilmesini mümkün kılmıştı. İstanbul'un yönetimi kendi bünyesini dönüştürecek bir iradeyi bu büyüme ve atılım döneminde gerçekleştirememiş olduğundan, rüzgarlar tersine esmeye başlayınca kendi içine kapandı, sosyal ve fiziksel bünyede gerçekleşmeye devam eden değişimlere de yön verememeye başladı.

Yukarıda iki ayrı tablonun parametrelerini vermeye çalıştım: Birincisi İstanbul'un sosyal ve fiziksel bünyesinde son 20 yılda yaşanan yapısal dönüşümler; ikincisi de bu dönüşümün ilk 10 yılında yönetimin öncülük yaptığı kentsel politikalar. Her ikisinin kıyaslanmasından çıkan çarpıcı sonuç şu: Birinci tabloda sergilenen değişim parametreleri devinmeye devam ediyorlar. Yani, İstanbul yapısal bir biçimde değişimini sürdürüyor. Ancak öte yandan, '94 krizi sonrası yönetim pratiklerine baktığımızda, bu değişimlere ayak uyduracak ölçekte bir yönetim inisiyatifinin bulunmadığını görüyoruz. Kısacası, son 10 yıl içinde İstanbul'un gelişimini yönlendirecek kritik bir karar alınmadığını, bu kararları almaya elverişli bir kamu kaynağının da ayrılmadığını görüyoruz. 1990'lar boyunca yaşanmış olan iç savaş ve yüzyıl dönümünün üst üste gelen ekonomik krizlerinin bu durumu pekiştirdiğine kuşku yok.

Dolayısıyla, İstanbul en azından 10 yıldır yönetilemeyen bir değişimi yaşıyor. Yönetilememe olgusunu yine iki açıdan değerlendirebiliriz: Birincisi, İstanbul'un gelişimine yön verecek büyüklükteki yeni yatırımların ve projelerin açısı. İstanbul'un 10 yıldır metro ve raylı sistem inşaatlarının ağır aksak yürümesinin dışında, kentin bütününü ilgilendiren aktüel bir projesi yok. İkincisi, orta ve küçük ölçekli kararların etkinlik ve rasyonalite açısı. Bu ölçeklerdeki faaliyetleri değerlendirdiğimizde de 20 yıl öncesinden farkı olmayan bir manzarayla karşılaşıyoruz: Kademeli imar planı kararları bir türlü alınamadığından, dolaylı olarak desteklenmiş kaçak yapılaşma pratiği, reforme edilmemiş bir denetim ve zabıta örgütlenmesi, asgari know-how'dan yoksun kaldırım yenileme ve asfaltlama faaliyetleri, kentin bütününe ilişkin bir vizyondan ve politikadan yoksun oldukları için eşgüdümlenmemiş tesadüfi ve yine asgari proje know-how'ından yoksun noktasal projeler vs. Bütün bu sonuçlar, yerel yönetimin kendi bünyesine ilişkin yapısal reformları gerçekleştirmemiş olmasıyla ve sosyal çelişkilerin keskinleştiği bir ortamdaki sosyal politika eksikliğini eski patronaj örüntüleriyle telafi etmeye devam etmesiyle ilişkili.

Asgari ölçüde verilen rutin belediye hizmetleri dışındaki manzarayı anlamak için son yönetimin yayınlamış olduğu "İstanbul'a 550 Yeni Eser!" başlıklı broşürü gözden geçirmek yeterli olacaktır. Herhangi bir sınıflandırma mantığından yoksun olan bu "eserler" listesinden(2) bir eşgüdüm ve sinerji mantığını beklemek de olanaksız. Belli ki, eldeki kaynak herhangi bir öncelik, eşgüdüm, zincirleme etki vs. beklenmeksizin harcanmaya çalışılıyor. Başka bir şey yapılamadığı için, bunlar yapılıyor. Tamamen rastlantısal bir izlenim verdiklerinden, neden başkalarının değil de bu yatırımların yapıldığını anlamak güç; muhtemelen yapanlar da bilmiyor. Baştan sona bir düşünülmemişlik söz konusu. Bu düşünülmemişliğe bir örnek olarak, Kurbağalıdere Kavşağı ve Moda Yolu projesine bakmak yeterli.(3) İstanbul'un ulaşım şebekesi içindeki etüdü yapılmamış, herhangi bir sorunu herhangi bir aktör açısından çözmeyi hedeflemeyen "yatırım" olsun diye girişilmiş tipik bir proje bu. Taksim'i Şişli'ye bağlayan bulvara yapılan müdahale ise, buraya kadar söylenenler için bir istisna niteliğinde: Kentsel tasarımı, yol ve kaldırım kesitleri ve malzeme seçimleri ile bütünsel bir projenin ürünü olduğu besbelli. Daha da önemlisi ve şaşırtıcı olanı ise uygulaması: Uzun süre müdahale görmesi gerekmeyecek bir işçilik ve organizasyon bütünlüğüyle yapılmış, kolay eskimeyecek tipik bir metropol bulvarı düzenlemesi örneği bu proje...

Özetle iki konudan söz ettim: Önce ayrılan kaynağın yeterli olup olmadığı, sonra da seferber ediliş biçimi. Birincisi genel ekonomi-politikalarla, ikincisi ise yerel yönetim bürokrasisinin örgütlenmesi ve zihniyetiyle ilgili. İstanbul'un yaşadığı enerjik dönüşümü her iki ölçekte de yönetmeye aday gözükmüyor yönetimler. Ve İstanbul kabuk değişimini yönetilmeden yaşamaya devam edecek gibi gözüküyor önümüzdeki dönemde de.

NOTLAR:

1. İstanbul'da servis sektörünün gelişmesi ve kısmen buna bağlı olarak merkez-çeper ikileminin kazandığı yeni boyutlar konusunda Murat Güvenç'in "Correspondence Çözümlemesi" metodunu kullanarak görselleştirdiği yeni ve ufuk açıcı çalışmasına başvurdum. Görgül verilerin işlenmesine dayanan ve sonuçları görsel haritalama teknikleri ile temsil edilen bu çalışma Orhan Esen, Stephan Lanz ve Jochen Becker'in editörlüğünde Almanca olarak hazırlanan "İstanbul: Self Service City" kitabında "1990-2000 Döneminde İstanbul Toplumsal-Ekonomik Peyzajında Dönüşüm" başlıklı bir makale ile kamuoyuna sunulacak. Çalışmadan kaynaklanan bir başka Türkçe makale, İstanbul dergisinin gelecek sayısında yer alacak.

2. Broşürün strüktürü şöyle: Ulaşım Yatırımları, Yapı Yatırımları, Altyapı Yatırımları, Su yatırımları, Çevre Yatırımları, Sağlık-Spor Yatırımları, Sosyal Yatırımlar.

3. Ciddi bir sivil inisiyatif muhalefetiyle karşılaşan bu projenin ayrıntıları için bkz.: arkitera.com sitesindeki "Moda Sahili Otoyol Olmasın!" linki.

Bu icerik 1882 defa görüntülenmiştir.