397
EYLÜL-EKİM 2017
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
GÜNCEL

Sünger Kent-Dayanıklı Kent

Murat Balamir, Prof. Dr., ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Emekli Öğretim Üyesi

Şiddetli dolu ve fırtına, iklim değişikliği nedeniyle sıklığı ve şiddeti artan aşırı hava ve iklim olaylarının tipik bir örneği. Geçtiğimiz günlerde İstanbul bir kez daha sel felaketiyle karşı karşıya kaldı. Su geçirimsiz, betonlaşmış yüzeylerden oluşan kentlerimizin bu tip afetler karşısında savunmasızlığını vurgulayan yazar, 2004 yılında tamamlanan İstanbul Deprem Master Planı’ndaki uygulanmayan önerileri tekrar dile getiriyor.

Doğu Marmara 1999 depremlerinden bu yana, şehirlerimizin deprem güvenliği için gereken sakınım önlemlerini açıklamaya çalışırken, “unutmayalım ki, şehirlerimizin bir de su baskını riskleri vardır” anımsatmasını yapmaktan geri kalmazdım. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP, 2004) Türkiye’nin yıllık afet ekonomik kayıplarında su baskınlarının depremlerden daha fazla olduğunu daha o yıllarda ileri sürmüştü. Bugün karşılaştığımız durumlar, yapılması gereken uyarı yönünü tersine çevirmiş görünüyor. İstanbul’da su baskınlarını yaşarken “unutmayalım bir de bunun depremi var” deme gereğini duyuyoruz. Ya ikisi buluşursa!

Ani ve şiddetli yağışlar, bundan böyle alışık olmadığımız ölçülerde ve sıklıkta karşılaşacağımız olaylardır. İklim değişikliğinin aşırı sıcaklar ve kuraklık, fırtına-hortum, yıldırım ve yangınlar gibi başka yönleri de bulunmakla birlikte, tanışmamız gereken önemli bir yüzü, etkili dolu ve aşırı yağışlardır. Bu durum, eldeki altyapıyla, bildik yöntem ve tasarım standartlarıyla üstesinden gelebileceğimiz türden değil. Yüz yıllık ekstrem istatistikleri, Gumbel yöntemleri artık işe yaramıyor.(1) Milyonlarca metre kare su geçirmez yüzeylere sahip yerleşmelerimiz bu saldırıya karşı savunmasızdır. İstanbul, Ankara, İzmir, Mersin, Karadeniz şeridindeki tüm yerleşim alanlarımız bugüne kadar sayısız kayba uğradılar. Bu risk giderek

büyüyecek, yanlış ve pervasız yatırımlardan vazgeçilmedikçe ve özellikle fosil yakıtlardan uzaklaşılmadıkça.

İstanbul’da bu felaketi doğrudan yaşayanlar ya da ekranlarından görenler, olayın ölçeğini ve çok yönlülüğünü algılamışlardır. (Resim 1) Tarım alanlarını bir tarafa bırakırsak, yolların nehirlere dönüşüp, ulaşımın felç olduğu, ambulansların bile hareket edemediği bir ortamda kayıplar, yalnızca ıslanan insanlar ve bozulan araçlar değil, nesnel zararlar ötesinde, tıkanan tüm lojistik sistem, aksayan üretim, buluşamayan insanlar, konutu oturulmaz olan, mal varlığı çöpe dönüşen haneler, yapılamayan toplantılar, operatörü bekleyen hastalar, kriz geçirenler, acil yardım gerektirenler, yerel güvenlik krizleri, kaybedilen canlardır. Ya yüzey kirliliğinin taşınması ile meydana gelebilen bulaşıcı tehlikeler? Ya İstanbul’un turizm sektörü?

Bu büyük tehlikenin, görünürde yarattığı düşük kayıp profili kimseyi yanıltmamalı. Medya bilgilerine göre, altı binden fazla yıldırım düştüğünü saymışlar. Şimşek ile yıldırım farkını gözeterek mi yapıldı bu açıklama bilemiyorum. Ancak gerçekten yıldırım sayısı ise, Zeus bizi oldukça kollamış olmalı, yoksa bu nedenle de çok ciddi kayıplar, yangınlar beklenir. (Resim 2) Yine mucize kabilinden kayıpsız atlatıldığını düşündüğüm bir durum da kimsenin elektrik çarpmasında telef olmamış olması. Fırtına ve su baskınlarının elektrik hatlarını suya düşürmesi, kabaran suların konutlarda elektrik prizlerine ve tesisata erişmesi can kayıplarına yol açacak ikincil tehlikelerdendir. İstanbul’da çok yakın zamanda benzer durumda, bir yüzme havuzunun aydınlatma tesisatından kaynaklanan kaçak nedeni ile çocuklar kaybedilmedi mi?

Aşırı yağışlar sonrasında uyanık kalınması gereken bir başka ikincil tehlike de toprak kaymaları, heyelanlardır. İstanbul heyelan potansiyeli açısından oldukça zengindir. Bu tehlike, aşırı yağışlardan günler-haftalar sonra da meydana gelmek üzere, acele etmeyen bir davranış gösterebilir niteliktedir. Çok sayıda ülkede, iklim değişikliğinin suçlu gösterildiği ve büyük kayıplara yol açan heyelan örnekleri ile uluslararası afet istatistikleri son yıllarda patlama gösterdi. Ülkemizde yüzey drenajı ile pis su sisteminin mutlak ayrı tutulması gerektiği konusu da önemsenmez. İstanbul’da da bu bulaşmanın yer aldığı bilgileri verildi. Bu olasılığa hiçbir yerde göz yumulmaması gerektiğini, bize iklim değişikliği oldukça pahalıya öğretebilir.

Yaşanan ve yaşanmayan yönleriyle su baskınları, birkaç saat nefesimizi tutup atlatmayı bekleyeceğimiz bir süreç değildir. Milyarlarca liralık kayıp, yerine konulamaz değerlerin yitirilmesi, elektrik kesintilerinin getirdiği kayıplar, boşa giden akaryakıt tüketimi, enerji ve zaman kayıpları ile karşı karşıya kaldığımız ve tekrar tekrar yaşayacağımızı bildiğimiz bir afettir bu.

Adını koyduğumuza göre, afet yardımları dağıtmak gerekecektir. Bu yaklaşım, Türkiye’de bütün yönetimlerin yerinde gördüğü tercih olagelmiştir. Afet olasılıklarını azaltma çalışmalarına yatırım yapmaktansa, kayıplara uğrayanlara kesenin ağzını açmak siyasetçinin her zaman benimsediği tutumdur. Adeta, afet olmasın diye değil (“bunu toplum zaten takdir etmez”), afetlerin gerçekleşmesi ile (kimsenin muhalefet edemeyeceği) yardımlar yaparak siyasi prim yapmanın yolu açık tutulur. Türkiye’deki alışkanlık “yara sarma” çabasıdır, daha küçük maliyet gerektiren risklerle baş etme yöntemleri, yani “sakınım” yaklaşımı değil.

Oysa bu tür felaketlerin bir defada yarattığı doğrudan ve dolaylı toplam kayıpların ekonomik değeri kadar bir bütçe ile risklerin büyük ölçüde ortadan kaldırılması olanaklıdır. Kapsamlı bir “yüzeyler”, “kullanımlar” ve “altyapı sistemi” planlama uygulaması ile bir “sünger kent” İstanbul yaratılabilir. Yapılacak olan, yerel toplulukların katılımıyla, konunun uzmanı plancılar ve hidroloji mühendisleri ile yürütülen, ileri teknoloji gerektirmeyen bir çalışma ve hızlı bir uygulamadır. Tasarımların, günümüze kadar görülmüş en yüksek yağış rejimini aşan bir tehlike ile karşılaşılacağı varsayımına dayanması gerekir. Üst havzaların niteliğine göre su tutma kapasitelerinin geliştirilmesi, küçük barajlar, bekletme kuyu ve havuzları, havzalar arası aktarmalar gibi önlemler makro ölçekte öncelikli konudur. (Resim 3)

Yerleşim alanlarında baskına uğrayabilecek bölgelerde, yüzey ve yeraltı kanalları, aktarma kanalları yanı sıra, mevcut altyapının tıkanması olanaksız ve denetimi kolay tasarımlarla geliştirilmesi ve bağımsız alt bölgelerde olası toplam su taşıma hacimlerinin tanımlanması ikinci bir çalışma adımıdır. Üçüncü olarak, riskin azaltılmasında zorluklar gösteren noktalarda kullanımların irdelenmesi, kamu kullanımlarının yer değiştirmesi, açık alanlar yüzeyinin genişletilmesi, yol ve enerji güzergahlarının alternatifli olarak düzenlenmesi, trafo / gaz dönüşüm istasyonu gibi sistemlerin, tehlikeli malzeme stoklayan birimler, okul, çocuk yuvası, sağlık ocağı gibi kullanımların daha güvenli alanlara kaydırılması gibi konular topluca çalışılmak zorundadır. Bu yaklaşım, disiplinler arası çalışma kadar, bütünleşik bir uygulama için yerel yönetimler arası işbirliği protokolleri ve yasal düzenlemeler gerektirir.

Atmosfer olaylarını önceden izlemek ve yeterince erken uyarılarda bulunmak, günümüz bilgi ve teknolojisinin getirdiği kolaylıklara sahip. Bunlara karşın, İstanbul’da yağış nedeniyle yaşamın tıkanıp kalmasına ve kaybedilenlere bakınca, temel eksikliğin toplumda ve yönetimlerde dirayet, yani bu konuya öncelik verip akılcı çözümler yolunda yürümek için bir istenç yoksunluğu görülüyor. Aynı özellik, İstanbul’un asıl büyük tehlikesinin, üstelik habersiz-uyarısız ve bizleri (2004 Deprem Master Planı’nın önerilerini uygulamamakla) affetmeyerek, bize opsiyon tanımayacak olan ‘büyük deprem’ için de geçerli değil mi?

İstanbul’un sellerini düşündüğümüz sırada Ege’de depremler yaşıyoruz. Deprem ve su baskınını buluşturan bir olay da “tsunami” (süprüntü) dalgasıdır. Bu dalganın verebileceği olumsuzluk yalnızca dalga boyu ile değil, dalganın geliş hızıyla da belirlendiği unutuluyor, deprem sonrası kumsallarda gecelemeye gidiliyor. Türkiye’nin kronik tehlikesi olan deprem, 1950 sonrası betonarme teknolojisiyle hızla büyüyen yerleşmelerimizi yeni sınamaya başladı. Sınavlarda boyumuzun ölçüsünü aldık. Bunu artık hemen herkes kabulleniyor ama çare olarak ileri sürülenler farklılaşıyor. “İnsanları öldüren deprem değil, yapılardır” mühendislik savıyla yola çıkan Sayın Bakan, yılda yarım milyon konut yaparak konuyu 15 yılda çözmüş olacağını geçenlerde söyledi. Ne yazık ki sorun bu sadelikte değil. (Resim 4) Ayrıca üretilecek konut çevrelerinin tasarım ve kültür fakiri olacağı ve kent oluşturmaktan uzak kalacağı bugüne kadar yapılanlarla ortada. Avrupa ülkelerinin savaş sonrası hızla üretmiş olduğu toplu konut stokunu 1960’lardan sonra toplumsal sorun olarak görüp pişmanlıkla ortadan kaldırma ya da nitelik kazandırma sürecinin ülkemizde de yaşanması mı gerekecek? Güvenli ve nitelikli bir kent oluşturmanın yalnızca bir müteahhit ve mühendislik işi olduğu varsayımını yönetimlerimiz bir gün aşabilecekler mi?

Bir başka mühendislik saplantısı da 1999 depremleri sonrasında İstanbul’un deprem riskleri gündemde iken ortaya atılan “yapı güçlendirme” önerileri olmuştur. Bu konuda mühendislik lobisi önemli adımlar attı. Güçlendirme yönetmeliği, kat mülkiyeti yasasında değişiklik, kredi olanaklarının genişletilmesi girişimleri ile bu yöntemin piyasada tutunması sağlanmak istendi. Yapı stokunu tarama yöntemleri geliştirilip çürükleri belirleme çalışmaları yapıldı. Derken, sağlam olduğu düşünülen kimi yapılar depremi beklemeden kendiliğinden göçtü. Bu öngörü piyasada umulduğu yaygınlıkta yer bulamadı.

İstanbul Deprem Master Planı (İDMP)(2) çalışmaları sırasında bu yaklaşımlar eleştirilip, güçlendirmenin pahalı bir yöntem olarak piyasada yaygınlaşmayacağı ve bu yöntemin zaten çirkin yapılaşmış alanların büsbütün konsolide edilmesi anlamında olacağı anlatılmaya çalışıldı. Planlama yaklaşımı ise, yüksek risk gösteren alanlarda toplu yenileme için toplumsal örgütlenmeyi özendirmenin daha verimli olacağını, daha nitelikli kentsel çevreler elde etme olanaklarının sunulabileceğini örnek araştırmalarla kanıtlamaya yöneldi. Toplu kentsel yenileme yaklaşımı ancak Van depremi sonrasında tekrar gündeme gelebildi, ancak en istenmedik biçimde yasalaşarak.(3)

İDMP kapsamında planlama grubu, kentsel güvenliğin yalnızca yapıların “tamir takviye” işlerinden ibaret olmadığını, özellikle İstanbul gibi aşırı büyük bir yerleşim alanında çok sayıdaki risk sektörünün bütünleştirildiği bir “sakınım” planına gereksinim olduğunu gösterme çabasında oldu. Ancak mühendislik gruplarının egemenliği altında yürütülen İDMP tanıtımları ve ilgili yayınlar, planlama yaklaşımının önerilerini büyük ölçüde kamufle etmiştir. Oysa planlama yaklaşımı, pek çok konuda öncü öneriler sunmuştur. Türkiye kentlerinde deprem riskinin azaltılması için öngörülen sektörler arasında açık alanlar (ki, açık alanlara sistem kazandırılması hem su baskını hem de deprem için yaşamsal niteliktedir), kentsel doku, acil durum sistemi, özel tehlike alanları, tehlikeli kullanımlar, ulaşım ve altyapı şebekeleri, tehlikeli komşuluklar, sanayi riskleri gibi bir düzineden fazla katılımlı çalışma alanı vardır.

Yerleşim alanlarımızda deprem güvenliğinin yalnızca yapılarla ilgili, yalnızca kimi teknik kişilerin bildiği ve yalnızca onların yönetebildiği bir çalışma alanı değil, toplumun katılımı ve örgütlenmesi ile çok yönlü, çok sektörlü, çok aktörlü bir etkinlik ve bir kültür geliştirme işi olduğunu İDMP kapsamında savunanlar plancılardır.

Sakınım planı, acil durum ortamında başvurmak zorunda olduğumuz tesisleri bağımsız birimler olarak değil, (hastane, itfaiye gibi) yaşamsal, (okul, otel gibi) destek ve (depo, fırın gibi) tamamlayıcı sınıflarda, birbirinin yerine geçebilen, eşgüdüm içinde çalışan bir mekânsal sistem olarak tanımlar. Bunların mekânsal dağılımlarının, meydana gelebilecek kayıplar oranında devreye girmelerinin yöntemi geliştirilir ve yetersizliklerin giderilme stratejisi tanımlanır.

Bu sistemin oluşturulmasında özel kesime ait okul, hastane gibi birimlerin de sisteme katılmalarını özendirmek üzere, bunları kamu tarafından düzenli denetlenmeleri karşılığında vergi bağışıklığı gibi ayrıcalıkların tanınması yöntemini önerir. Örneğin, akredite edilmiş ve ayrıcalık kazanmış oteller, acil durum ortamında belirlenen süre boyunca depremzedelerin barınmasına tahsis edilir. Uluslararası turizm piyasalarında iş görebilen oteller, bu yetkiyi ancak yapılarının deprem güvenli olduğuna ilişkin belgeyi almaları üzerine, bu bilgiyi açıklayan bir plaketi otel girişine asmaya hak kazanabilir. Acil durum ortamında korumaya alınması gereken bir dördüncü grup tesis ise müze, kütüphane, hapishane gibi kuruluşlardır.


Yeterli yatak sayısına sahip olmayan hastanelere 100 metreden yakın okulların, acil durumda bu hastaneler yatakhane ve diğer hizmetleri vermek üzere önceden tahsisleri ve altyapı hazırlıklarının yapılması yine İDMP önerileri arasındadır. 2004 yılında yapılan çalışma sırasında İstanbul’da bu yöntemin, okulların % 6’sının (90 adet) komşu hastanelerin yüzölçümünü % 83 büyütebileceği görülmüştür. Acil durum görevlisi tesisler arasında İDMP kapsamında önemsenen bir birim de, depremzedelerin hasarlı konutlarında bırakmak istemeyecekleri kıymetli varlıklarını teslim edebilecekleri, doğru noktalarda konumlandırılmış kamu emanet depolarıdır.

Tehlikeli madde üreten, kullanan, depolayan (gaz ve benzin istasyonları gibi) birimler, mekânsal ortamda yarattıkları risk düzeylerine göre dört sınıftadırlar. En yüksek risk gösterenlerin kapatılmaları ve yerleşim alanı dışına taşınmaları özendirilir. Daha düşük düzeyde riskler yaratanlarda hacim ve uzaklık kısıtlamaları yanı sıra, komşu kullanımlara verdikleri tehlike olasılığı karşısında bu komşuların sigorta maliyetlerine katılmaları zorunluluğu getirilir.

Kültür mirasının korunmasında yerel okullar Bakanlıkça bu eserlerle eşleştirilir ve her okul eğitim programında bu esere yer vermekle kalmayıp, STK’lar, okul-aile birliği ve yardım kolları oluşturarak eserin yerel koruyucusu kimliği kazanır. Bu bilgiler hem okulda hem de eserin kendisinde plaketlerle açıklanır.

İDMP açısından, sanayi güvenliği öncelikli ve çok yönlü bir risk sektörüdür. Kentsel doku, altyapı şebekeleri, açık alanlar sistemi gibi pek çok kentsel sektörde ayrıntılı öneriler, deprem güvenliğinin yalnızca mühendislik uzmanlığı gerektiren bir çalışma alanı değil, ancak toplum katılımını sağlayan örgütlenmelerle kazanılabilecek bir özellik olduğunu gösterir. Planlama grubunun öngördüğü bu öncü niteliği ile İDMP uygulanabilseydi bugün İstanbul yalnız direnç kazanmış bir şehir değil, uluslararası ortamda gıpta edilen, ödüller hak etmiş bir örnekti.

Tehlikelerin savuşturulmasını yalnızca teknik bir çalışma alanı olarak görmekten ve önlemler alma sürecinde toplumu ve toplumsal katılım olanaklarını uzakta tutarak konuyu yalnızca yapı stokunu yenilemekmiş gibi göstermekten, “yara sarma” zihniyeti ve çıkarcılığından vazgeçilmedikçe, Türkiye “sünger kent”lere de, “dayanıklı kent”lere de kavuşamayacaktır.

NOTLAR

1. Gumbel, Emil J. (1891-1966) Nazi Almanyasından kaçarak Columbia Üniversitesi’nde hocalık yapmış ekstrem değerler istatistik kuramcısıdır. Meteorolojik olayların frekans dağılımlarına ilişkin gözlemleri hidrolojide geniş uygulama alanı bulmuştur.

2. İstanbul Deprem Master Planı (2003-2004) İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından dört üniversiteye ihale edilmiş, çok disiplinli bir çalışmadır. Mühendislik gruplarının yönetiminde yürütülen çalışmalarda planlama grubu önerileri adeta örtbas edilmiş, uygulama bulamamıştır.

3. Van depremi sonrasında, bir TBMM komisyonunda kentsel toplu yenileme konusu tartışmaya açılmıştır. TMMOB Şehir Plancıları Odası temsilcisi olarak yaptığım sunuşlarda bu tür yenilemelerin toplumsal katılımla yürütülmesi zorunluluğu vurgulanmış, ayrıcalıklı uygulama ve finansal yöntemler tanımlanmıştır. (“Türkiye’de Kentleşme ve Deprem”, ‘Deprem Riskinin Araştırılarak Deprem Yönetiminde Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu için Hazırlanmış Rapor’, Mayıs 2010, Evrak No: 157; 69 sayfa.)

Bu icerik 4991 defa görüntülenmiştir.