MİMARLIK GÜNDEM
			Savaş, Mimarlık ve Yaralı Mekânlar
			Ahmet Tercan, Prof. Dr., MSGSÜ Mimarlık Bölümü
			“Mimarlığın savaşla olan etkileşimi, mekân ve zaman sınırlamalarının ötesine geçmiş, tartışmalı bir seyirle savaş sonrası dönemlerde nitelik değiştirerek, yıkılan kentlerin yeniden inşa edilmesine, kamusal / toplumsal dayanıklılık ve epik hafıza mekânlarının üretimine doğru evrilmiştir. Mimarlık, savaşın yıkıma uğrattığı kentsel alanları onarma, yeniden tasarlama ve işlevlendirme rolünü üstlenir. Bu rol kendi içinde çelişkiler barındırır, savaşın neden olduğu acılar ve kayıplar iyileşmek için matemi ve belli bir zaman aralığında ataleti öngörürken, yıkımın neden olduğu yoksunluklar ve olanaksızlıklar acil bir eylem planı ile harekete geçmeyi zorunlu kılar.”
“Refah ve varlıkların paylaşımı küresel düzeyde adaletsizdir ve dünyanın birçok bölgesinde insanlar temel sağlık hizmetine erişimde sorun yaşamakta ve açlık çekmektedir. Doğal kaynakların tahribatı ve mevcut ekonomik ve politik sistemler bu haliyle devam ederse yoksulluğun ve adaletsizliğin daha da keskinleşerek artacağı görünmektedir. Son otuz yıl içinde dünya nüfusunun zengin % 20 ilk dilimi refah payını % 70’ten % 85’e çıkarırken, yoksul % 20’lik alt dilimin payı % 2.3’ten, % 1.4’e düşmüştür. Bu endişe verici tablonun ve sürdürülemez kalıpların dünyada yaşanan politik istikrarsızlığın ve adaletsizliğin savaşların başlıca nedenlerinden olduğu açıktır.”
			
			
			
			
			  
“İnsanlar  savaşırlar ve savaşı kaybederler; yenildikleri halde uğrunda savaştıkları şey  gerçekleşir ve gerçekleştiğinde istedikleri şeyin bu olmadığı anlaşılır; başka  insanlar onların istedikleri şey için başka bir ad altında savaşmak  zorundadırlar”
	William Morris
Muhtemelen,  kültüre ve topluma dair en etkili ve kalıcı ifade biçimi olduğu için savaşın  yıkıcılığı öncelikle mimarlığı hedef alır. Özellikle önemli simgesel mimari  eserler, kimi zaman savaşın nedeni iken çoğu kez ise yıkıma uğrattığı  yerlerdir. II. Dünya Savaşı’nda Fransa’nın ve Polonya’nın en önemli simgesel  binalarını ve alanlarını hedef alan Alman bombardımanları, savaş ile mimarlık  arasında süregelen bu paradoksal ilişkinin önlenemeyen yıkıcı sonuçlarından  biridir. Mimarlık, tarihsel süreç boyunca hem savaşlarla gelen yıkımları en  ağır yaşayan bir “mağdur” hem de yeniden yapılanmanın ve onarımın simgesi ve  öznesi olmuştur.
Savaşın  neden olduğu yıkımlar arasında insan ölümleri ve yaralanmalar, üretim tesisleri  ve altyapıların yok edilmesi gibi nispeten nesnel ölçütlerle ifade edilebilen,  görünür tahribatın yanında simgesel mimarlık eserlerini hedef alan öznel algıya  yönelik yıkımlar, doğrudan toplumsal direnç ve kimliği yok etmeyi  amaçlamaktadır. Benzer biçimde 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelere  yapılan saldırı, doğrudan doğruya seçilmiş simgesel bir yapı grubunu hedeflese  de asıl amacının söz konusu binaların temsil ettiği ekonomik sistem, yaşam  biçimi ve Batı tarzı siyaset anlayışı olduğu açıktır.
Günümüzde  savaşlar, muhabere meydanları yerine, git gide daha büyük bir oranla kasaba ve  kentlerin sokaklarında / caddelerinde yapılmaktadır. 20. yüzyılın sonlarında  Saraybosna ve Filistin, 21. yüzyılın başından bu yana ise Irak, Suriye, Lübnan,  Yemen, Libya, Mali ve son olarak Ukrayna’da yaşanan savaşlar ve çatışmalar,  kentsel yapılı çevre içinde insanları öldürerek, yaşam alanlarını yok ederek,  tahammül edilmesi ve onarılması çok güç yıkımlara ve travmalara neden olmuştur.
Esasen  mimarlık, insanlara barınak edindirmek ve dışarıdan gelen tehditlere ve  risklere karşı güvenliği sağlamak amacıyla ortaya çıkmıştır denebilir. Neolitik  dönemde açık havanın doğal etkilerinden ve risklerden korunmak için kentler  kurulmuş, yırtıcı hayvanlar ve düşmanlar gibi unsurları dışarda tutmak amacıyla  çevrelerine savunma yapıları ve sistemleri inşa edilmiştir. Ancak tarihsel  süreç içinde savunma yapılarının fiziksel ve siyasal varlıklarının oluşturduğu  gerilim, bu alanları birer hedef olarak daha da tanımlı ve saldırıya açık hale  getirmiş ve savaşın yıkıcı etkilerinden gerçek anlamda koruyamamıştır. 
Mimarlığın  savaşla olan etkileşimi, mekân ve zaman sınırlamalarının ötesine geçmiş, tartışmalı  bir seyirle savaş sonrası dönemlerde nitelik değiştirerek, yıkılan kentlerin  yeniden inşa edilmesine, kamusal / toplumsal dayanıklılık ve epik hafıza mekânlarının  üretimine doğru evrilmiştir. Mimarlık, savaşın yıkıma uğrattığı kentsel  alanları onarma, yeniden tasarlama ve işlevlendirme rolünü üstlenir. Bu rol kendi  içinde çelişkiler barındırır, savaşın neden olduğu acılar ve kayıplar iyileşmek  için matemi ve belli bir zaman aralığında ataleti öngörürken, yıkımın neden olduğu  yoksunluklar ve olanaksızlıklar acil bir eylem planı ile harekete geçmeyi  zorunlu kılar. Bu noktada çok tanıdık tartışmalar savaş sonrasının sıcaklığı  içinde dahi kaçınılmazdır: Eskiyi olduğu gibi tekrar inşa etmek, yani sadık bir  yeniden yapım (rekonstrüksiyon) veya savaş sonrasının imgesini ve mekânsal  örgütlenmesini gerçekleştirecek yeni bir tasarım… Karar ne olursa olsun,  aslında yapılan, savaşın izlerini silmek ve mimarlıkla kentsel çevreyi tekrar  inşa etmektir. Savaşın yıkımının oluşturduğu boşluğun yerine mimarlık  geçmiştir; potansiyel olarak, anlam düzeyinde, savaşın dehşeti ve acılarının  oluşturduğu boşluk estetize edilerek mimari tasarıma dönüştürülmüştür. Böylece  hakim düzen yeniden kurulmuş ve normalleşme sağlanmıştır.
Mimarlık  ile savaş arasındaki bu ilişki, toplumsal, ekonomik, tarihî, ahlaki ve estetik  boyutları olan ve içinde varoluşsal karşıtlıklarının çelişkisini taşıyan bir  özelliğe sahiptir. Söz konusu çelişkinin taşıdığı çözüm potansiyeli bu bağlamda  belirleyicidir ve özellikle üretilen mimari ve kentsel imajların anlamları  açısından üzerinde daha fazla durulmayı hak eder. 
Bilindiği  gibi, mimarlık bir bakıma insanoğlunun doğa üzerinde hakimiyet kurma ve doğayı  denetim altına alma eylemidir. İnsan, geliştirdiği teknolojiler vasıtasıyla doğayı  etkin biçimde değiştirme ve dönüştürme yetisine sahip olmuştur. Endüstri devriminden  sonra yaşanan büyük toplumsal, yapısal, ekonomik ve politik değişimlere paralel  olarak yaşam biçimleri değişmiş ve insanlık, uygarlık tarihinde ilk kez çok büyük  bir çevre krizi ile karşı karşıya kalmıştır. Bugün bütün dünya bu krizin  olumsuz etkilerini farklı boyutları ile git gide ağırlaşan biçimde  yaşamaktadır.
Refah  ve varlıkların paylaşımı küresel düzeyde adaletsizdir ve dünyanın birçok  bölgesinde insanlar temel sağlık hizmetine erişimde sorun yaşamakta ve açlık  çekmektedir. Doğal kaynakların tahribatı ve mevcut ekonomik ve politik  sistemler bu haliyle devam ederse yoksulluğun ve adaletsizliğin daha da  keskinleşerek artacağı görünmektedir. Son otuz yıl içinde dünya nüfusunun  zengin % 20 ilk dilimi refah payını % 70’ten % 85’e çıkarırken, yoksul % 20’lik  alt dilimin payı % 2.3’ten, % 1.4’e düşmüştür. Bu endişe verici tablonun ve  sürdürülemez kalıpların dünyada yaşanan politik istikrarsızlığın ve adaletsizliğin  savaşların başlıca nedenlerinden olduğu açıktır.
Savaş  ve mimarlık ilişkisinin başka bir düzeyde ele alınarak, çevre sorunları ve  temel insan hakları bağlamında ayrı bir bağlamda yeniden yorumlanma  potansiyeline sahiptir. Bu çerçevede en inandırıcı ve uzun soluklu izleği  Lebbeus Woods’un yaklaşımlarında görebiliriz. Savaş ve Mimarlık’ta Woods mimarlığın rolünü son derece keskin bir  eleştirel yöntemle sorgular ve bir çözüm veya bitmişlik arayışından tamamen  uzak durarak mimarlığın sınırlarını, olanaklarını araştırır; nasıl bir  dönüşümün mümkün olabileceğini, savaşın dehşetini ve yıkıcılığını gizlemeden,  “tasarlamadığı” bağlamla sağladığı kırılgan ve tavizsiz ilişki ile göstermeyi  dener. Savaş ile mimarlık arasında geçişken bir ilişki olduğunu kabul etmez ve  “Mimarlık savaştır, ben savaşıyorum, kendi zamanımla, tarihimle, egemen  güçlerle, değişmezlikle” diyerek savaşın oluşturduğu “yaralı” mekânın direniş  ve muhalefet yapma potansiyelini ortaya koyar.
Alto’nun  yazılarında ısrarla belirttiği gibi, “anlamlı bir mimarlık, koruyucu bir  kabuktan daha fazla bir şeydir; mimarlık, bizimle, bizim yararımıza olan bir  etkileşim kurar; onun sayesinde daha iyi insan oluruz, bir barınaktan, yararlı  bir maldan, gel geç bir oyundan daha fazla bir şeydir. Kültürel önceliklerimizi nasıl düzenlediğimizin, kim ve ne  olduğumuzun ve neye inandığımızın inşa edilmiş bir kaydıdır. Taşlara yazdığımız  vasiyetimizdir.” İnsan, haklı olarak soruyor, bugün inşa ediyor olduğumuz  vasiyetimiz nedir? “Yaralı” mekânlarımızı, birer toplumsal bellek ve muhalefet  potansiyeli ile koruyabiliyor muyuz? Savaş ve mimarlık bu kadar  normalleştiğinde önemli olan bu soruya verdiğimiz yanıtın sorumluluğunu hissetmektir.
Sağlık  ve barış dileklerimle…