395
MAYIS-HAZİRAN 2017
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • Dünden Bugüne Fikirtepe
    Duygu Parmaksızoğlu, Antropolog, New York Şehir Üniversitesi Antropoloji Bölümü Doktora Öğrencisi

YAYINLAR



KÜNYE
GÜNCEL

İş Cinayetlerine Hayır!

S. Murat Çakır, İSİG Meclisi üyesi

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin Mart ayı raporuna baktığımızda inşaat, % 20 ile en çok işçi ölümlerinin yaşandığı sektör olarak önümüzde duruyor. “İş kazası” ile “iş cinayeti” kavramlarının ima ettiklerini sorgulayan yazar, örgütlenmenin atılacak adımlardan biri olduğunu vurguluyor.

“İş kazası” kavramı sermaye ve devlet tarafından kullanılmaktadır. Buna göre işçi ölüm ve yaralanmalarının ana nedeni, işçinin dikkatsizliği ve bireysel koruyucuları kullanmamasıdır. Esasen yapılan kamu spotları durumu özetlemektedir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı “İş kazası diye bir şey yoktur” başlıklı kamu spotunda büro işçisi kadın “güvenilir bir firmada çalıştığını, yapmaması gereken basit bir hata yapacağını ve bitkisel hayata gireceğini, kendisinin ve sevdiklerinin hayatını mahvedeceğini” belirtiyor. Yani gündelik dilde ifade edersek, “patronlar ve şirketleri güvenilirdir ama işçiler aptaldır.”

İş kazası argümanı güncel olarak ülkemizin içinde bulunduğu politik konjonktüre ya da kültürel özelliklerine göre de desteklenir. İktidar partisi temsilcileri çıkar “madenciler güzel öldü”, “ölüm bu işin fıtratında var” gibi söylemlerde bulunur. Şimdilerde ise “ülkemizin kalkınması için işçilerimizi feda ediyoruz” derlerse şaşırmamak gerekir.

İşçi hareketlerinin geliştiği dönemlerde emek hareketi, sermaye dilinin kullanımının da önüne geçebilir, onu sınırlandırır ve işçi sağlığı mücadelesini iktidar mücadelesinin bir başlığı haline getirebilir. Tam da bu noktada iş cinayeti kavramının yeni icat edilen değil, en az 42 yıldır kullanılan bir kavram olduğunu hatırlatmamız gerekir. Örneğin TÖB-Der’in (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) 1975 yılı tarihli dergisi iş cinayetlerine ayrılmıştır. Yine 1989 Bahar Eylemleri’nde iş cinayetleri hareketin içinde öne çıkan bir başlıktır.

Özetle işçi hareketinin zayıf olduğu dönemlerde “iş kazası” kavramı emek hareketinde de egemen hale gelmiştir. İşçi hareketlerinin güçlendiği dönemlerde ise birçok alanda olduğu gibi sermayeyi sınırlandıran adımlardan ve iktidar mücadelesinin başlıklarından biri de iş cinayeti kavramı ve mücadelesi olmuştur.

2000’Lİ YILLAR VE İŞÇİ SAĞLIĞI İŞ GÜVENLİĞİ MÜCADELESİ

İşçi sağlığı mücadelesinin yükselmesinin 2000’li yıllar ile beraber nesnel ve öznel iki temel belirleyeni var. Nesnel olarak neoliberal sömürge kapitalizminin ülkemizde olgunlaşmasının bir krizi olarak işçi ölümleri, yaralanmaları, sakatlanmalar ve hastalıklar nüfusun çoğunluğunun gündelik yaşamının bir parçası haline getirildi. Öznel olarak ise ortada yükselen bir işçi hareketinden söz edilemez. Ancak böylesi bir dönemde nesnel koşullara iradi bir müdahale olarak işçi sağlığı başlığı öne çıkarıldı.

İlk mücadele alanı Tuzla Tersaneleri oldu. Limter-İş etrafında kümelenen işçi hareketi zaman zaman işçi ölümleri karşısında tepkisel refleks veriyordu. Öyle ki 1995 sonrasından itibaren iki üç yılda bir işçi ölümleri karşısında toplu iş bırakma yaşanıyor ve işçiler E-5 karayolunu trafiğe kapatıyordu. Tabi bu tepkiyi sıçratacak bir mücadele düzlemi olmadığı için işçiler çalışmaya geri dönüyorlardı. 2005 yılı ile birlikte ise birleşik bir mücadele ortaya çıktı. İşçi ölümleri zaten ‘iş cinayeti’ olarak nitelendiriliyor devlet ve sermayenin örgütü GİSBİR’e (Türkiye Gemi İnşa Sanayicileri Birliği) karşı mücadele bayrağı yükseliyordu. Bu dönemde iş cinayeti kavramının teorik açıklamasını ise akademisyen Yüksel Akkaya ifade ediyordu.

2007 yılının Ekim ayına gelindiğinde ise Limter-İş (Liman, Tersane Gemi Yapım-Onarım İşçileri Sendikası) önderliğinde “Tuzla Tersaneler Bölgesi İzleme ve İnceleme Komisyonu” kuruldu. Komisyon hazırladığı rapor ile çözüm önerilerini sundu. Tabi iş cinayetleri devam etti ve ilki daha etkili olmak üzere 2008 yılının Şubat ve Haziran aylarında Tuzla Havza grevleri gerçekleştirildi. Özellikle Şubat grevine binlerce işçi iş cinayetlerinin sonlandırılması ana talebiyle katıldı. Aynı yıl TBMM’de Tuzla Araştırma Komisyonu kuruldu. Bu direnişin önemi, bir sendikanın bürokratlarla değil direkt olarak Meclis’le ve tek tek patronlarla değil tersane işverenlerinin örgütü olan GİSBİR’le masaya oturmasından kaynaklanıyordu.

İkinci mücadele alanı ise kot kumlamaya karşı gerçekleşti. Kot kumlama sonucu işçilerde silikozis oluşmasının tespiti 2004 yılına dayanır. Ancak 2006 yılı ile beraber özellikle Yedikule Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde tespit edilen silikozis hastalarında artış oldu. Çünkü ünlü markalar için İstanbul’un çevre semtleri (Alibeyköy, Küçüksu, Sultançifliği, Halkalı) başta olmak üzere Anadolu’nun farklı yerlerinde kot taşlamak amacıyla kumlama ve zımpara atölyeleri hızla çoğalmıştı. Hekimlerin ve bazı sosyalist grupların önderliğinde “Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi” oluşturuldu. Verilen mücadeleler sonucu Sağlık Bakanlığı Nisan 2009’da yayınladığı bir genelge ile ölümle sonuçlanabilen bir akciğer hastalığı olan silikozise yol açtığı gerekçesiyle her türlü kot giysi ve kumaşlara uygulanan püskürtme işleminde kum, silis tozu veya silika kristalleri içeren herhangi bir madde kullanılmasını yasakladı. Ancak eylemler devam etti ve Eylül 2010’dan sonra sigortasız çalıştırılan silikozis işçilerine de sosyal güvenceden yararlanma hakkı tanındı.

Üçüncü olarak ülkemizde bir ilk olarak görülebilecek yeni bir örgütlenme gerçekleşti. Şimdilerde adı “Adalet Arayan İşçi Aileleri”ne evrilen çalışmanın kökeni 31 Ocak 2008 tarihine dayanıyor. İstanbul Davutpaşa’da maytap atölyesinde meydana gelen patlamada 21 işçi öldü ve yüzlerce kişi yaralandı. Bunun üzerine 1 Umut Derneği’nde örgütlenen, patlamada yakınlarını kaybeden işçi aileleri hukuksal olarak bir adalet mücadelesi başlattılar ve İstiklal Caddesi’nde bir süreliğine nöbet eylemi yaptılar. 3 Şubat 2011’de ise Ankara Ostim ve İvedik sanayi sitelerinde peşpeşe patlamalar meydana geldi, 20 işçi öldü ve 43 kişi yaralandı. Davutpaşalı işçi ailelerinin Ostimli işçi ailelerini ziyareti ile beraber yeni bir süreç başladı ve işçi aileleri ile hukuksal davalar Türkiye’nin gündemine geldi. Gelinen noktada Esenyurt, Kozlu, Güllük vb. birçok yerden aileler sürece katıldı. Her ayın ilk Pazar günü Galatasaray Lisesi önünde Vicdan ve Adalet Nöbetleri tutulmaya başlandı.

Son olarak birçok basın örgütlenmesinin bu konudaki yayınları ve özel olarak Sendika.Org’un aylık olarak hazırladığı “İş Kazaları Raporu” önemlidir. 2008 yılında sekiz ay yayınlanan raporlar 2009 Haziranında yeniden yayınlanmaya başlandı. Ta ki İSİG Meclisi’nin (İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi) mücadelesinin oturmasıyla birlikte gereksizleştiği 2011 yılı Eylül ayına kadar. Ancak bu raporları bir üst seviyeye sıçratan 2010 yılı raporudur. Burada istatistik, ilk defa güncel olaylar eşliğinde ve çalışma koşullarına değinilerek açıklanmıştır. Tabi bu noktada görülen bir hususu tekrar hatırlatmak gerekir. Alanda verilen mücadeleler ve Kızıl Bayrak ile bir iki yayın organında yayınlanan haberler dışında hâkim olan dil ‘iş cinayeti’ değil, ‘iş kazası’dır. Bu anlamda emek hareketinin bütünü için hâlâ sermayenin dili aşılamamıştır.

ÇÖZÜM ÖNERİLERİ İLE PRATİK YÖNTEM ARASINDAKİ AÇI FARKINI KAPATMAK İSTEYEN BİR ARAÇ

Gelinen süreçte iki vurgu önemliydi. Birincisi yapılan tartışmalar ile yaşam arasındaki açı farkının çokluğu. Bu ancak ve ancak pratik mücadelenin birleştiriciliği ve mücadelenin genişletilmesiyle sağlanabilirdi. İkinci olan ise işçi sağlığı mücadelesinin, işçi sınıfının iktidar mücadelesinin bir parçası ve ayrı düşünülemez oluşuydu. Yaşam içinde bu diyalektik bağı nasıl kurabilirdik?

İSİG Meclisi pratiğinin en önemli kazanımı iş cinayetleri raporlarıydı. Sistematik hale getirilen raporlarda kaç işçi, hangi işkolunda, nasıl ölüyorlardı. Cinsiyet, yaş, şehir dağılımları nasıldı. Sendikalı-sendikasız, göçmen ya da çalışma koşulları neydi. Bu hususlar mücadelenin hareket noktalarını belirleyen ve bütünsel mücadele ile bağları kurabilecek hususlardı.

İstatistik ile bu bağları kurabilmesi, devlet kurumlarının yetersizliğini gösterebilmesi, gelişerek devam eden grafikleşen, broşürleşen şimdilerde ise haritalaşan bir noktaya evrildi raporlar. Esasen herkesin katılabileceği kadar basit ama etki gücü anlamı ile de bir o kadar etkili bir araç oldu.

Sendikal eğitimlerden iş cinayeti yaşanan alanlara gidip rapor tutmaya, tek tek sendika ve meslek odalarını gezmeye hatta tek tek bireylere emek vermeye, aile örgütlenmelerinin oluşumuna omuz atıp işçi sağlığı mücadelesinin görünür olmasına kadar uzanan bir mücadele... İnce bir işçilik ve hâlâ devam eden bir süreç...

İŞÇİ SAĞLIĞI VE İŞ GÜVENLİĞİ MÜCADELESİNİN GÜNCEL ANLAMINA DAİR

İş cinayetlerinin temelinde neoliberal kapitalist saldırıların oluşturduğu güvencesiz istihdam sorunu yatmaktadır. Güvencesiz istihdam bir işçileştirme sorunudur ve bu sürecin ana eksenini dünya nüfusunun önemli bir bölümünü kapsayan bizim gibi ülkeler oluşturmaktadır. Türkiye’de de bu noktada yoğun bir işçileştirme ve örgütsüzleştirme saldırısı yaşanmaktadır. Milyonların kronik yoksulluk koşullarında işçileşmesi ve emek pazarındaki aşırı rekabet, işçileri güvencesizleşmektedir. Taşeron çalıştırma, fason üretim ve yevmiyecilik gibi çalıştırma biçimleri geleneksel sendikal örgütlenmeyi zorlaştırmaktadır. Türkiye’de bu dönemde kadın, çocuk, emekli ve göçmen işçiler, yani işçi sınıfının en korunmasız / örgütsüz kesimleri emek piyasasında öne çıkmaktadır.

İşçi sınıfının fabrika sisteminin belirleyiciliğinde gelişen örgütlenme ve mücadele biçimleri etkisiz hale gelmektedir. İşçi sınıfı mücadelesi ve örgütü bir oluşum sürecindedir. Bu oluşum süreci sınıfın en korunmasız / örgütsüz olduğu koşullarda gerçekleşmektedir. İş cinayetleri (işçi sağlığı ve işçilerin can güvenliği) de bu korunmasız bırakılmanın en çıplak biçimlerini gözler önüne sermektedir. İşçiler yoğun ve uzun iş saatlerinde, basit güvenlik önlemlerinin alınmadığı koşullarda çalışmaktadır. Bunun nedeni işin güvencesizlik temelinde örgütlenmesidir. Yani işin parçalanarak yapılması ve işçinin örgütsüzleştirilmesidir.

Diğer yandan OHAL sonrası örgütlü ya da örgütlenme pratiğine daha yatkın olan erkek ve sanayi işçisi ölümlerinde oransal bir artış yaşanmaktadır. Bu durumun nedenleri de güncel olarak incelenmesi gereken bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.

İşçi sağlığı ve iş güvenliği mücadelesinin sıçramasının yolları nelerdir? Bir bütün olarak işçi sınıfı ve örgütleri “iş cinayetlerine HAYIR” demeyi ve sonrasını nasıl örgütleyebilir? Güncel sorular bunlardır ve enerjimiz buraya odaklanmalıdır…

Bu icerik 3017 defa görüntülenmiştir.