SÖYLEŞİ
Habraken ile Mimarlık ve Eğitim Üzerine
Söyleşi: Deniz İncedayı, Mehmet Şahinler
Deniz İncedayı , Prof. Dr., MSGSÜ Mimarlık Bölümü
Mehmet Şahinler , Sosyolog, Amsterdam Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Yüksek Lisans Öğrencisi
İngilizceden çeviren: Mehmet Şahinler
Prof. Dr. N. John Habraken, uzun yıllar mimari tasarım sürecine alternatif yaklaşımıyla, farklı yöntem önerileri geliştiren, tasarımda zaman ve değişim boyutuna bağlı olarak esnekliği ve fikir aşamasından başlayan kullanıcı katılımını savunan bir öncü. MassachussettsTeknoloji Enstitüsünde (MIT) Mimarlık Bölümü Başkanlığı’nı üstlendiği yıllarda, önerdiği metodolojinin eğitim alanına da yansıtılabilmesi amacıyla uzun soluklu çalışmalar sürdürmüş, yürüttüğü “tematik tasarım” dersinde getirdiği yenilikçi ve araştırmacı bakış açısıyla çok sayıda öğrenci yetiştirmiştir. Ona göre kuramın meslek pratiğine aktarılabilmesi, ancak mimarın desteğiyle ve kararıyla gerçekleşebilir. Kullanıcının tasarım sürecine katılımı anlayışı, mimari tasarımda “Açık Yapı” (Open Building) temasına bağlanmış, bu alanda yapılan çalışmalar bugün dünyanın 30 dan fazla ülkesinden 400’ün üzerinde üyesi bulunan “Açık Yapı Ağı”nı (Open Building Network) geliştirmiştir. Prof. Dr. Habraken, The Structure of the Ordinary (Olağanın Strüktürü) adlı yapıtında kentsel dokuların dönüşümleriyle şekillenen yapılı çevre için yönetim biçimlerini araştırır. Palladio’s Children (Palladio’nun Çocukları) adlı kitabı ise, çağdaş mimarların neden “gündelik çevre” sorunlarıyla ilgilenmediklerini araştırmak üzerine bir çabadır.
Prof. Dr. N. John Habraken’i Hollanda’nın Apelsdoorn kentinde, kendisinin ailesi için genç bir mimar olarak tasarladığı, uyguladığı ve çalışma mekânı olarak da kullandığı evinde 3 Mart 2017 günü ziyaret ettik.
İncedayı: Mimarlık seçiminiz ile başlamak istiyorum. Mimarlık eğitimine karar vermeniz hangi nedenlerle ve nasıl oldu? Kısaca eğitim sürecinizden söz eder misiniz?
Nedenini bilmiyorum, ancak henüz 12 yaşımda idim. Endonezya’da yaşıyorduk. Orada inşaat mühendisi olan babamın kütüphanesinde çağdaş mimarlığa ait bir kitap buldum ve bu mesleği yapmaya karar verdim.
İncedayı: Ama eğitiminizi Hollanda’da yaptınız değil mi?
Evet. Savaş sonrasında, bildiğiniz gibi, Japonların Endonezya’yı işgali sonrasında, mimarlık eğitimi almak üzere Hollanda’ya geldim.
İncedayı: O günlerde kullanıcı katılımı yaklaşımı ve sizin mimarlığa getirdiğiniz düşünsel yaklaşımlar mimarlık eğitiminde Hollanda’da yer buluyor muydu?
Kesinlikle hayır. Ancak ben Hollanda’da uygulanan toplu konut projelerinden etkilenmiştim ve bir alternatif üzerinde düşünmeye başlamıştım.
1948 yılında, mimarlık okumak üzere Delft Teknik Üniversitesi’ne girdim. Toplu konut projelerinin ve uygulamalarının çok yaygın olduğu yıllardı. Savaş sonrası inşa edilmesi gereken çok şey vardı. Hocalarımız Jacob Bakema, Jo van-den-Broek, Cornelis van Eesteren ve diğerleri büyük projelere imza atmaktaydılar. Ancak mimarlık eğitiminde bunu öğretmiyorlardı, çünkü konut “iyi” bir mimarlık konusu olarak görülmüyordu ve eğitimde konut üretiminden söz edilmiyordu. Aslında şizofrenik bir durum vardı.
İncedayı: İlginç bir durum. Siz de çalışmalarınızda mimarlık eğitimine bu eleştiriyi getiriyorsunuz. Eğitim sistemi öğrenciyi daima “farklı” ve “yeni” olanı tasarlamaya yönlendiriyor. Yaşamın içindeki gerçek problemlere, süreçlere, insanların sorunlarına odaklanmıyor. Bunları birleştiren bir yöntemin yaratılabileceğini düşünüyor musunuz?
Öğrenci olduğum dönemde, söylediğim gibi, ben de konut konusunu fazla araştıramadım. Bir keresinde Hocam van Eesteren proje konusu olarak çok katlı bir apartman tasarımı istemişti benden. Ancak bu da bir toplu konut projesi değil, özel bir tasarım konusuydu. Konut tasarımı konularını ve tartışmalarını ben sadece öğrencilerin tartışma ortamlarında öneriyordum. Bir binanın “kişisel” ve “ortak” alanlarının ayrımı üzerine düşünmemiz gerektiğini söylüyordum. Ancak öğrenci arkadaşlarım arasında da konuya fazla ilgi yoktu.
Mezun olduktan sonra, iki yıl boyunca hava kuvvetlerinde askerlik hizmetimi yaptım. Askerlikte idari bir görevim vardı ve ülke ekonomik bir darboğazdan geçiyordu. Bina inşa edemiyorduk. Birlikte çalıştığım komutan bana, “Sen kendi işlerinle meşgul olabilirsin, şu anda sana verebileceğim bir iş yok” demişti. Ben de bir kitap yazmaya koyuldum. Bu kitap insanlar için konut üzerineydi.(1)
İncedayı: Bugün Hollanda’da ya da genel olarak dünyada mimarlık eğitiminde böyle bir bakış açısının varlığından söz etmek mümkün mü? Konut üretim sürecine, gündelik çevrenin perspektifinden bakarak farklı bir tasarım yöntemi geliştirilebilir mi? Ve bu eğitime nasıl yansır? Kuramsal alanda ya da stüdyo çalışmalarında?
Yapılabilir bu. Ben MIT’de hocalık yaptığım dönemde “Tematik Tasarım” (Thematic Design) başlıklı bir ders yürütüyordum. Bu ders, gündelik çevre için tasarlarken ihtiyaç duyacağımız farklı yeteneklerin geliştirilmesine, araştırılmasına ve işbirliğine yönelikti. Ders yüksek lisans düzeyindeydi ve derse katılan öğrenciler genç mimarlardı. Aslında, bugünkü sorun o gün de vardı, herkes diğerlerinden farklı bir “mimarlık” yapmak, bir sanat eseri yaratmak istiyordu.
Ancak, hepimiz gündelik çevrenin içerisinde yaşıyor ve çalışıyoruz. Hiçbir mimar şunu söylememiştir: “mimar olarak ‘gündelik çevre’ konusunda hiç proje yapmadım veya çalışmadım.” Belki de bu konuda çalışmak için farklı yeteneklere gereksinim vardır. Benim düşüncemin çıkış noktası buydu.
İncedayı: Evet sanırım Palladio’s Children (Palladio’nun Çocukları) başlıklı kitabınızdaki yazılarınızda da bunu vurguluyorsunuz.
Palladio’s Children başlıklı kitabım mimarların neden gündelik çevreyi anlamadıkları ve araştırmadıkları üzerinedir. İçindeki yazılar, mimarlığa ait farklı bakış açılarını ve yaşamın gerçeklerini tanımlıyor. Bu da kitabın içindeki felsefi taraf.
Şahinler: Bu tür bir yaklaşımla bazı sanatçıların işlerinde de karşılaşıyoruz değil mi? Örneğin Constant Nieuwenhuys’ın “New Babylon” projesinin de sizin bu düşüncenizle ilişkisinden söz etmek mümkün mü? Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
O dönemde, İngiltere’de olsun, Japonya’da olsun, kentlerin yaşamdaki değişime ayak uydurabilmesi üzerine düşünen kişiler vardı. Onlardan biri de Constant idi. Bu anlamda genel olarak onların benim teorik yaklaşımımla örtüştüğünü söyleyebiliriz. Bazılarıyla çeşitli toplantılarda biraraya gelirdik. Constant ile de Amsterdam’da birçok kez beraber olduk. Aramızdaki şöyle bir farklılıktan söz edebilirim: Constant ve arkadaşlarının birçoğu bu yaklaşımı sanatsal bir fikir olarak görüyorlardı. Çözülmesi gereken politik ve teknik sorunlarla yüzleşmekten kaçınıyorlardı. Mimar Yona Friedman da aralarındaydı. Bu yaklaşım zamanla kayboldu, yitirildi. Çünkü pratikte karşılığını bulamadı. Bu konularda uzun tartışmalar yapmıştık. Onlar ağırlıklı olarak sanatsal bakışla (felsefi de diyebilirsiniz) ilgiliydiler. Ancak onların gerçekten farklı bir şey yapmak istediklerini, bir şeyi değiştirmek istediklerini düşünmüyorum.
Şahinler: Anlıyorum, benzer bir yaklaşım, ancak farklı bir yön.
Ben de onlara sataşmak için soruyordum: “Bir şey elde edebildiniz mi?”
Şahinler: Acaba buna, düşüncenin kendisi ile pratikteki karşılığı arasındaki sınır denilebilir mi?
Belki, bilemiyorum. Sezgisel bir eleştiri yapıyorlardı. Konut projeleri, tektipleşme. Tabii, herkes bir örnekleşmeden nefret ediyordu ve bunun karşısına sanatsal, artistik düşünceler getiriliyordu. Size Constant’ın bu konuda yaptığı ve bana verdiği bir resmi de gösterebilirim... “New Babylon”un bir eskizi bu... (resmi gösteriyor)
Şahinler: Özellikle “gündelik çevre”den söz ettiğimizde, bu çözümlenmesi kolay olmayan karmaşık bir alan. Mimarlığın ve kentsel tasarımın, sosyal alanla ilişkisi hem düşünsel platformda hem de pratikte önemli sanıyorum.
Evet. Benim burada özellikle açıklamaya çalıştığım, farklı yeteneklere, işbirliklerine olan gereksinim. Makalelerimde de belirttiğim gibi, değişimi dikkate almak durumundayız. Bir tasarım yaparken, sadece bir işleve bağlı olarak ve sabit bir programla işe başlayamayız. Çünkü ileride işlevin ne olacağını, programın ne şekilde değişeceğini bilemeyiz. Bugün mimarlık eğitiminde de, teorisinde de “zaman” boyutu göz ardı ediliyor. Bu soruna nasıl yaklaşmalıyız? Boş bir binanın başka bir boş binadan daha iyi olduğunu söyleyemeyiz. Sorumlulukları dağıtmak, ekipler olarak çalışmak durumundayız. Meslektaşlar arasında da görev dağılımları ve işbirliği yapmalıyız. Bu bugünün “mimarlık” anlayışına ters düşüyor. “İyi mimar”dan, her şeyin kendi kontrolünde olması bekleniyor. Mimar, “tek adam” olmak istiyor. Bugün bu konuda yazılmıyor, mimarlık teorisi bu çerçevede yeterince tartışılmıyor.
İncedayı: Evet genelde “mimar” böyle algılanıyor. Bu konuda da çelişkiler yaşıyoruz. Meslektaşlar olarak, gündelik çevrenin biçimlenişinde, değişiminde ortak sorumluluklar taşıyoruz. Ancak sorumluluğun nasıl paylaşılacağı konusunu meslektaşlar olarak tartışmıyoruz.
Ayrıca, mimarlık teorisi üzerine fazla yazılmıyor. İnsanlar “iyi mimar”ın her şeyi kontrol etmesi gerektiğini düşünüyorlar ki, bu doğru değil, gerçekçi de değil.
Şahinler: Ancak, sanırım profesyonel mimarlık büroları bugün ekiplerle çalışıyorlar.
Bu doğru, ancak bundan söz etmiyorlar. Genelde disiplinlerarası işbirliğini dile getirmiyorlar. Sadece takım çalışması da değil bu, görev dağılımı daha çok. Örneğin 100 konutlu bir yerleşme tasarlayacaksanız, kendinizi 100 kere tekrar etmek istemezsiniz. Tasarımı farklı mimarların farklı fikirleriyle zenginleştirebilirsiniz. Sorumluluğu dağıtabilirsiniz ve böylelikle çeşitlilik de elde edersiniz. Farklı çözümler çeşitliliği yaratacaktır. Bunun karşısında şu soru sorulabilir: “Bütünlük nasıl sağlanacak?” Bu da yalnızca tipolojiyle, sistemle, dokuyla sağlanır. Christopher Alexander’in yaptığı gibi. Dokuya, örüntüye, tipolojiye ait bilgiler paylaşıldığında bütünlük kurulur. O zaman mimarlar, bir dokuya veya sisteme ait bir bütünün farklı parçalarını tasarlayacaklardır. Herkes farklı bir tasarım yapacağından çeşitlilik de oluşur. Bu eski kent dokularında netlikle görülüyor. Birimler benzer gözüküyorlar, hepsi aynı tip, ama hepsi farklı. Tipolojinin çeşitlemeleri sorumluluğun paylaşılmasıdır. Bu öğretilebilir. Bugün eğitimde mimarlara bunu öğretmiyoruz, ama bu öğretilebilir. Bunun yöntemi ve nasıl yapılabileceği öğretilebilir, nasıl bir tipoloji önerilebileceğine mimarlık eğitiminde yer verilebilir.
Şahinler: Bunu siz burada eğitimde de uyguladınız mı?
Hollanda’da değil ama MIT’de uyguladım. Hollanda’da, Eindhoven’da da yeni bir bölüm kurdum. Aynı zamanda Mimarlık Araştırmaları Vakfı’nı da (SAR – Stichten Architecten Research) kurdum. Bu kuruluş, mimarlıkta ilginç bir yöntem araştırmasının başlangıcı oldu.
İncedayı: Evet, tasarım yöntemleri. Bu da eğitimde eksikliği duyulan bir başlık.
Evet, tasarımın metodolojisi. Bunu kimse öğretmiyor. Çünkü başka mimarların ne yaptıklarına ilgi duyulmazsa birlikte çalışılmıyor ve dolayısıyla bir metodolojiye de ihtiyaç olmuyor. Sadece ortak yürütülen çalışmalarda, uygulamalarda yöntem önem kazanıyor. Bu nedenle yöntem konusu çok ilginç ve önemli bir araştırma konusudur.
İncedayı: Haklısınız. Bugün sıklıkla “mimarlığın sorumluluğu” başlığını gündeme getiriyoruz. Küresel gelişmeler, ekonomik baskılar kentleri ve mimarlık eserlerini pazarın bir ürünü haline getirebiliyor. Bu konuda neler söylersiniz?
Evet, bugün dünyada genelde meslek alanında büyük bir kafa karışıklığı olduğunu söyleyebilirim. Mimarlar ne yaptıklarını ve ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlar. “Yıldız mimar” kavramıyla birlikte mesleki alanda yaşanan bir karmaşa var. Kimse artık “yıldız mimar”a inanmıyor, tabii kendilerinden başka. Ancak, bunun bir alternatifi de yok bugün. Çünkü kuram yok, yön yok. Sadece kafa karışıklığı var. Bu büyük bir sorun.
Şahinler: Bunu çevre, yaşam kalitesi ve sosyal açılarından bir tehdit olarak görüyor musunuz?
Evet, çünkü onlar sadece kendi “iş”leriyle ilgililer. Bizim burada konuştuğumuz konulara ilgi bile duymuyorlar. Kontrolün dağılımı, tipoloji, kullanıcılar ve değişim. Onlar bunlardan söz etmeyi bile sevmiyorlar.
Şahinler: Mesleğe, “iş adamı” olarak yaklaşmaktan mı söz ediyorsunuz?
Evet, onlar “iş adamı” olmak zorundalar, aksi halde para kazanamazlar. Pratikte bunu yapıyorlar, ama sorunları konuşmuyorlar. Konuşurlarsa, gerçeği olduğu gibi görmek zorunda kalacaklar, işlerini de tartışmaya açmak zorunda kalacaklar ki, toplumun beklentisi de bu yönde. Toplum onların bunları konuşmalarını bekliyor. Açıklamalarını istiyor.
Şahinler: Böyle bir yaklaşım sosyal ve kültürel açılardan da sorunlar yaratmıyor mu? Nasıl görüyorsunuz? Sosyal analizden bağımsız bir mimari tasarım anlayışı olabilir mi?
Olamaz kuşkusuz. Bunu bir gereklilik olarak ortaya getirdiğinizde, bir program önerinizin, bir yöntem önerinizin olması gerekir. Burada program önerisi, yöntem yok. Mimarlık eğitimine başladığınızda bir atölyedesiniz. Atölyede çalışma her zaman bir işlev ve programla başlar. Ama gelecekteki değişime inanıyorsanız, bir binanın 100 veya 200 yıl kaldığını düşünelim, sabit bir program yapamazsınız. Sadece bir tipoloji veya doku kabul edebilirsiniz. Genel ilkelerden söz edebilirsiniz, ama sabit bir program belirleyemezsiniz. Bu konu niçin eğitimde böyle aktarılmıyor, öğretilmiyor diye sorarsanız, bu eğitimde kökten bir yöntem değişikliğini gerektirir de ondan.
İncedayı: Bu güç olmalı, ama olanaksız değil sanırım.
Hayır, olanaksız değil. Söz ettiğim gibi, MIT’de ben bunu yaptım. “Açık Yapı Ağı”nı (Open Building Network) biliyorsunuz. 30’dan fazla ülkeden, 400 kişiden fazla katılımcısı olan bir ağ ve 20 yılı aşkın süredir aktif. Her yıl toplanarak bu konuları tartışıyorlar. Bu konuda yapılmış birçok proje var, çok ilginç projeler uygulandı. Ancak mimarlık eleştirmenleri, yazarlar bunları yazmıyorlar. İnsanlar bu projeleri biliyorlar kısmen, çok sayıda başarılı proje ve uygulama literatürde de yer alıyor.
Şahinler: Bu konuda Hollanda nasıl?
Uzunca bir süredir bu konulara Hollanda’da da fazla ilgi yoktu. Ama şimdi genç kuşaklar çok ilginç projelerle geliyorlar gündeme.
İncedayı: Örnek olarak Almere(2) projesinden söz edebilir miyiz burada? Siz bu proje sürecinde yer aldınız mı herhangi bir şekilde?
Bu projeyi destekleyen politikacı olan Adri Duivesteijn’ı çok takdir ediyorum, kendisine hayranlık duyuyorum. O dönemde, kendisi Belediye yönetiminde yapı ve imar işlerinden sorumluydu ve “kendi konutunu kendin yap” (self-build) sistemini destekledi. Birkaç yıl önce bu görevinden emekli oldu, ancak halen aynı sistemle konut üretimi projelerinde ve katılımcı uygulamalarda destek olmaya devam ediyor. Almere projesi tasarım sürecinde, çok ilginç inisiyatifler gerçekleşti, ancak “kamusal” ile “bireysel” olan arasındaki ayrım gerçek anlamda anlaşılamadı. Yöneticiler de bunu araştırmadılar. Benim projelerimi önemsiyorlardı, ancak bireysel ile kamusal alan arasındaki ayrımı tam olarak kavrayamadılar. Kolektif ile bireysel olan arasındaki ilişki çok önemlidir. Yöneticiler burada genellikle özel olana ağırlık verdiler ve bireylerin kendi konutlarının tamamını inşa etmeleri fikrini desteklediler. Ancak, bu her zaman doğru olmuyor, daima paylaşmanız gerekenler, ortak alanlar, kamusal mekânlar vardır. Bireylerin bunu anlaması ve kabullenmesi kolay olmuyor.
İncedayı: Bugün Almere projesini ve orada yaşamı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün varılan sonuçları yakından izlemedim. Ama insanların farklı bir yöntem üzerine düşünmeleri açısından, bu projenin ciddi bir etkisi olduğunu söyleyebilirim. Hollanda’da bu konularda bugün yoğun tartışmalar sürüyor. Ama herkesin uluslararası alanda olanları da izlemesi lazım, o konuda insanların bilgileri eksik. ‘Açık Yapı Ağı’nın ilginç olan tarafı da, bu tür büyük projelerin mimarlardan çok kullanıcıların eserleri olmasını göstermesidir. Son 10-15 yılda yatırımcılar ve müşteriler bireysel olanla ortak veya kamusal olanı ayırarak da para kazanabileceklerini gördüler. Önceden bunun çok pahalı bir sistem olduğu yönünde bir anlayış hakimdi ama bizler böyle olmadığını biliyorduk. Bu yatırımcı açısından büyük bir değişiklik yaratıyor. O nedenle bundan sonra da sürdürülecektir. Hollanda’da Frank Bijdendijk’in, kâr amacı gütmeyen bir kooperatifin (Stadgenoot) yöneticisi olarak yaptırdığı iki önemli proje var.(3) Bir projesinde, bir bloğu boş bıraktı ve insanlar orayı “kiralık mekân” (rent space) olarak adlandırdılar ve bu mekânı farklı amaçlara uygun biçimde değerlendirdiler. İşlev barınma olmak zorunda değildi, herhangi bir işleve yönelik de kullanılabiliyordu. Bijdendijk bu konuda çok ilginç bir saptamayı da bir makalesinde tartıştı. Bu tür esnek bir “Açık Yapı” sisteminin, gerçek anlamda sürdürülebilirlik için kaçınılmaz olduğunu savundu.(4) Bu makalede, “mevcut yapı stokunu güncel anlamda değerlendirmek istiyorsanız, kullanıcıya kararlara katılım hakkı vermeniz gerekir” düşüncesini savunuyordu.
Bu düşünce yeni değil ama girişimci de, “Açık Yapı” anlayışının daha uzun ömürlü olduğunu bu uygulamada anladı. Çünkü kolektif olan çok yavaş olarak değişime uğrar, belki 100 yıl içerisinde. Ancak bireysel olan talepler ve ihtiyaçlar, her 10-20 yılda bir değişime uğruyor. Böyle bir binaya sahip olduğunuzda, başlangıçta daha fazla para ödüyorsunuz ama bu size geri dönüyor. Kısa sürede satmayı düşünüyorsanız, bu anlamlı olmaz. Ancak konut kooperatifleri konutlarını satmıyorlar, tutuyorlar. Böylelikle uzun erimli yatırımlar, planlamalar yapabiliyorlar. Daha kaliteli kamusal alanlar yaratabiliyor, daha özgün tasarımlar, malzemeler, detaylar kullanabiliyorlar. Bu oldukça ilginç bir fikir ve süreç. Japonlar bunun farkında örneğin. Meslektaşım Yositika Utida, 30-40 yıl önce bunlardan söz ediyordu. Bugün Japonya’da 2009’da gelen yeni bir kanunda, “her bina birçok teknik alt sistemin birleşimidir” şeklinde bir tanım getiriliyor. Bunların bazıları çok uzun ömürlü bazıları ise kısa ömürlü olabiliyor. Bazıları zaman içerisinde değişiklik gerektiriyor, insanların tercihleri değişiyor. Her bir alt sistem, gereksinim duyulduğunda ya da insanlar bunu talep ettiklerinde, tüm sistemi bozmadan veya minimum müdahaleyle değiştirilebiliyor ve bu tabii ki binaların ömrünü uzatıyor. Böyle bir bina sahibiyseniz, önemli bir vergi muafiyeti kazanıyosunuz. Yatırımcılar da insanların vergi yerine, binalarına para yatırmak isteyeceklerini biliyorlar. Bu da bir anlamda “Açık Yapı” sistemiyle aynı düşüncede birleşiyor, zamana uyum ve esneklik anlamında.
İncedayı: Aynı sistemle mimari tasarım ve planlama yıllar öncesinde sizinle birlikte Hollanda’da da uygulama alanında örneklerini vermişti.
Evet, kullanıcıların kendi yaşam birimlerinin tasarımından söz sahibi olmaları fikriydi bu. Bölmeler yapabilirler, seçenekler arasından kendilerine uygun olanları seçebilirlerdi. Mimari ve kentsel tasarıma böyle bir yaklaşımı öneren projeler geliştirdik, ama bunlar ne yazık ki yaygınlaşmadı. Hollanda’da uygulanan ilk “Açık Yapı” uygulaması, mimar Frans van der Werf’in projesiydi, halen bunlar en iyi örnekler arasındadırlar.
İncedayı: Evet, Molenvliet projesi. Bir yarışma sonucunda elde edilmişti sanırım ve öncü, deneysel bir projeydi o yıllar için.
Evet, büyük ve sürekli bir kentsel strüktür ve içerisinde olabildiğince esnek olan bir projeydi. Bu aynı zamanda büyük yerleşim projelerinin monotonlaşmadan da yapılabileceğini göstermesi açısından önemliydi.
İncedayı: Bugün yerleşimin durumu nasıl?
Bugün yerleşimi birçok ziyaretçi dışarıdan görmeye geliyor. İçinde hâlâ ilk günden (1974) bugüne yaşayan insanlar var. Konutlar zaman içinde değişti. Bunu gerçekleştiren konut kooperatifi ne zaman ki, projeni ve konutların ünlü ve değerli olduğunu anladılar, o zaman tekrar böyle uygulamalar yapmaya yöneldiler. Bu proje, Hollanda’da gerçek “Açık Yapı” sisteminin ilk örneğiydi diyebiliriz. SAR çatısı altında da birlikte çalıştığımız mimar Fransvan der Werf de hâlâ, gelişmekte olan ülkelerde yoksul mahallelerinde iyileştirme çalışmalarıyla ilgileniyor ve bu konuda araştırmalarını sürdürüyor.
Şahinler: Size farklı bir soru sormak istiyorum. Daha çok bilgiye erişim olanaklarının ve bilginin yayılmasının özgürleşmesi alanında “Open Guerilla Access” adlı bir hareket var. Bilgisayar korsanları büyük şirketlerin, kitaplıkların, okulların ve benzerinin bilgilerini internete yüklüyorlar ve tüm bilgileri kamu tarafından ulaşılabilir hale getiriyorlar. Sizin gündelik çevre ve yaşam için yöntem geliştirme yaklaşımınızla bu hareket arasında düşünsel düzeyde bir ilişkisinden söz etmek mümkün olabilir mi? Ortak çıkış noktaları bulunabilir mi?
Evet, bu neyin kamusal, neyin özel olduğu sorusunu gündeme getiriyor. Ben de birçok şekilde ve çoğu zaman bilginin ortak ve ulaşılabilir olması gerektiğine inanıyorum. Bunu çok önemsiyorum. Ancak sınırının nerede olacağını da tartışmamız gerek. Sanırım bunun yanıtlanması birkaç kuşağın vaktini alacaktır.
İncedayı: Siz her zaman genç olan bir insansınız. Ama sormak istiyorum, bunca deneyimizin ardından, genç mimarlara ve mimarlık öğrencilerine bu söyleşiyle neler iletmek istersiniz? Mesajlarınız neler olur?
Gençlerin, “Açık Yapı” yaklaşımı üzerine bilgilenmelerini, araştırmalarını öneririm, çünkü bu geleneksel olandan oldukça farklı bir yaklaşım. “Gündelik çevre” fikri, mimarların farklı yeteneklerine ihtiyaç duyuyor ve bu çok önemli. Bunu araştırmalarını, geliştirmelerini öneririm.
Genç mimarlar ve öğrenciler şu iki şey arasındaki farkı görmeliler. Büyük “A” ile Architecture (Mimarlık) önemlidir, ancak bu gündelik yapılı çevre için tasarlamaktan farklıdır. “Gündelik çevreyi” tasarlayamazsınız, ama onun “için” tasarlayabilirsiniz. Çünkü o saygı duymamız ve geliştirmemiz gereken yaşayan bir organizmadır. Yaratıcılıklarımız onu geliştirmeli, iyileştirmelidir. Bu konulara ilgi duyanların bunları sorgulamalarını öneririm. Bugün mimarlar her şeyi tasarlıyorlar. Her biri, “özel” olmak istiyor. Tasarladıkları her şeyin de “özel” olmasını istiyorlar. Bunu yapamayız. Bu temel, felsefi bir sorudur.
Bunlar gerçekten çok güzel ve önemli mesajlar... Çok teşekkür ediyoruz.
ÖZGEÇMİŞ
Hollandalı mimar N. John Habraken, Endonezya Bandung’da 1928 yılında doğdu. İlköğrenimini Jakarta’da Surabya’da tamamladı ve orta öğrenimi 3 yıl yaşanan savaş nedeniyle kesintiye uğradı. John Habraken, mimarlık eğitimini Hollanda’da Delft Teknik Üniversitesi’nde 1948-1955 yılları arasında tamamladı. Hollanda Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde 1955-1957 yılları arasında onbaşı olarak büro görevi yaptı. İlk baskısı 1962 yılında Hollanda’da yapılan kitabı,
Supports: an Alternative to Mass Housing adıyla ilk kez 1972’de ve sonra 1999’da İngilizce olarak yayımlandı. Habraken bu kitabında, konut tasarımında, ana binayı iç mekânsal organizasyondan ayrı geliştirmeyi öneriyordu ve kullanıcılara bu süreçte önemli bir rol veriyordu. Hollanda’da, kurucusu olduğu Mimarlık Araştırmaları Vakfı’nın (SAR) 1965-1975 yılları arasında başkanlığını yürüttü ve yapılan araştırmaların, esnek konut tasarımı ve üretimi alanında bir yönteme dönüştürülmesi üzerine çalıştı. Eindhoven Teknik Üniversitesi tarafından 1967’de “profesör” unvanını aldı ve kurumun yeni mimarlık bölümünü kurarak başkanlığını üstlendi. 1975-1981 yılları arasında MassachussettsTeknoloji Enstitüsü’nde (MIT) Mimarlık Bölümü Başkanlığı’na getirildi. 1989 yılında emekliliğine kadar MIT’de öğretim üyeliğini sürdürdü. Mimari ve kentsel tasarım alanlarında kuram ve yöntem araştırmaları devam etti, bu konularda farklı dünya ülkelerinde dersler verdi ve çok sayıda kitap, araştırma raporu, makale yayımladı. 1987-1997 yılları arasında, konut tasarımı ve üretimi alanında yeni yaklaşımlar ve yaratıcılıklar için yapılan ortak çalışmalara katıldı. 1960’da Habraken, Alfred Heineken için WOBO (World Bottle) projesini inşa etti. WOBO projesinde, inşaat malzemesi olarak istiflenebilir bira şişeleri kullanılmaktaydı. Proje başlangıçta ucuz yapı malzemesi yaratmak ve Curaçao’da yoksul mahallelerinde yaşam koşullarını iyileştirme düşüncesiyle geliştirilmişti. WOBO, endüstrileşmiş geri dönüşümlü ve esnek kullanımlı malzeme kullanımıyla o dönemde önemli bir model olmuştur. Prof. Dr. N. John Habraken’in sahip olduğu ödüller şu şekilde: ABD’de Yüksek Okullar Birliği tarafından verilen ‘Yaratıcı Kazanımlar’ Ödülü, 1988; Hollanda’da Prens Bernhard Vakfı tarafından verilen David Roell Ödülü, 1979; İslam Mimarlığı üzerine araştırma ve tasarımlar alanında Kral Fahd Ödülü, 1985-86; Hollanda’da Sanat, Tasarım ve Mimarlık Ulusal Vakfı tarafından verilen Büyük Ödül, 1996. Kendisi ayrıca, Japonya Mimarlık Enstitüsü’nün Onursal Üyesidir. Hollanda Kraliyeti tarafından verilen “Order of the Netherlands” Lion Şövalyelik unvanına (2003) ve Hollanda Mimarlar Birliği tarafından verilen (BNA) “KUBUS, Mimarlığın Duruşunu Yüceltme” Ödülüne (2003) sahiptir. Eindhoven Teknik Üniversitesi’nden 2005 yılında Onursal Doktora unvanı almıştır.
The Structure of the Ordinary (Olağanın Strüktürü) başlıklı kitabı (1998, MIT Yayınları) dönüşüm örüntüleriyle gelişen yapılı çevrenin yönetim kuralları üzerine bir araştırmadır. Son kitabı olan “
Palladio’s Children” (Palladio’nun Çocukları) mimarların neden gündelik çevre üzerine çalışmayı bilmediklerini açıklamak üzerine bir eserdir. John Habraken halen Hollanda’da Apelsdoorn’da yaşıyor.
NOTLAR
1. İlk baskısı 1962 yılında Hollanda’da yapılan kitap, Supports: an Alternative to Mass Housing adıyla ilk kez 1972’de ve sonra 1999’da İngilizce olarak yayımlanmıştır. Kitapta konut üretiminde, ana strüktür ile iç mekân düzenlemesini ayıran bir tasarım yöntemi önerisi getirilmektedir.
2. Almere, Hollanda’nın Flevoland bölgesinde yer alan yeni kentidir. Resmen 1984 yılında Belediye olmuştur ve ilk konut 1976’da inşa edilmiştir. Almere bugün Flevoland bölgesinin en büyük, ülkenin ise yedinci büyük kentidir.
3. Sözkonusu projelerin mimarları; Baumschlager Eberle mimarlık bürosundan DitmarEberleve TonyFretton’dur.
4. Bijdendijk, F., Uluslararası ‘Open Building Network’ Konferansı, 2015, “The future of Open Building resides in the existing built environment”, October 2015.
Bu icerik 5506 defa görüntülenmiştir.