327
OCAK-ŞUBAT 2006
 
MİMARLIK'tan

İNGİLİZCE ÖZET / ENGLISH SUMMARY

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA: Kentleri “Paylaşmak”?



KÜNYE
DOSYA: Kentleri “Paylaşmak”?

Kentsel Dönüşüm, Çözülen Kentler ve Parçalanan Kamusal Alan*

Cânâ Bilsel

Yrd. Doç. Dr., ODTÜ Mimarlık Bölümü

* Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü tarafından 26-28 Mayıs 2004 tarihleri arasında düzenlenen, 15. Uluslararası Kentsel Tasarım ve Uygulamalar Sempozyumu, 3. Uluslararası Kentsel Tasarım Kongresi’ne sunmuş olduğum “Yeni Dünya Düzeninde Çözülen karşısında Kentsel Tasarımda ‘Kamusal Alan’ Paradigması Çevresinde Yeni Kent Tanımlarına Doğru” başlıklı bildiri üzerinden geliştirilmiştir.

Dünya ülkelerinin birçoğunda olduğu gibi ülkemizde de 20. yüzyıl boyunca siyasal ve ekonomik düzeni belirlemiş olan korumacı ulus-devlet yapılanması 1980’lerde neoliberalist politikaların uygulamaya konulması ile uluslararası büyük sermayenin belirleyici olduğu ekonomik ve siyasal bir yeni düzenin baskısı altında hızlı bir çözülme sürecine girmiş bulunuyor. Uluslararası sermayenin akışkanlığı karşısında ulus-devlet sınırlarının giderek önemini yitirdiği bu “yeni dünya düzeni”nde, küresel ya da bölgesel ölçekte ekonomik etkinliğin ve karar verme mekanizmalarının merkezi olan kentler ön plana çıkarak, küresel eklemlenme süreçlerinin etkin aktörleri konumuna yerleştiler. Küresel ölçekte serbest pazar ekonomisinin belirlediği rekabet koşulları içerisinde dünya kentleri uluslararası sermayeyi çekebilmek için büyük ölçekli kentsel projeler yoluyla birbirleriyle yarışmaktalar. Günümüzde kent toprakları küresel ölçekli ekonomik rekabetin hem nesnesini hem de aracını oluşturuyor. Uluslararası ve yerel sermaye gruplarının yatırım alanını oluşturan yeni dünya kentleri bugün serbest pazar ekonomisinin sınır tanımaz egemenliği altında daha önce görülmemiş boyutlarda hızla dönüşerek başkalaşmakta. Uzakdoğu metropolleri bu başkalaşımın “görkemli” örneklerini oluşturuyor. Değişen dünya düzeni içerisinde kendine yeni bir yer edinme çabası içerisinde olan Türkiye’nin ekonomik başkenti İstanbul’un “Dünya Kenti İstanbul” sloganıyla dünya pazarlarına açılması ise son yirmi yıldır ülke yöneticilerinin neoliberalist politikaları ve büyük sermaye gruplarının etkinliği ile “başarılmaya” çalışılıyor.

Bugün karşı karşıya geldiğimiz yabancı sermayeli Dubai Towers, Galataport ve Haydarpaşa iş ve turizm merkezi projeleri, gerçekte son yirmi yıldan bu yana ülkemizde egemen olan ekonomi politikalarının ve bunların aracı olarak görülen kentsel politikaların geldiği son aşamayı gözler önüne seriyor. Bugün yabancı sermayeye pazarlanan ve tekil projeler gibi sunulan bu kentsel dönüşüm projelerinin gerçekte yirmi yıldan bu yana adım adım uygulamaya konulmuş olan neoliberalist kentsel politikaların bir sonucu olduğunu ve bu politikaların bütününe bakıldığında tekil projelerin çok ötesinde sonuçlar doğurduğunu görmek önem taşıyor.

Son yirmi yıllık döneme baktığımızda ülkemizde merkezi ve yerel yönetimler tarafından kentlerin ulaşım altyapılarının uluslararası finans kuruluşlarının kredileri ile büyük bir hızla yenilenerek, yeni çevre yolları inşa edilerek geliştirildiğini, karayolu altyapısının gelişimine koşut olarak büyük sermaye gruplarının girişim ve yatırımları ile mevcut kent merkezleri dışında yeni iş ve finans merkezleri yaratıldığını, çevre yollarının ulaşabildiği olası her alanda yeni konut alanları açıldığını izlemekteyiz. Bu süreçte devlet (kamu) yatırımlarının özel sektörün spekülatif amaçlı yatırımlarına yeni alanlar açmaya yönelik olduğu görülüyor. Serbest pazar ekonomisinin belirlediği bu kentleşme modelinde kamu tarafından kentsel gelişmeyi yönlendirecek, kamu yararı gözeten bir nazım plan denetiminin istenmediğini ve bu nedenle “kentsel gelişme hızının gerisinde kaldığı” gerekçesiyle üst ölçekte planlamanın işlevsizleştirildiğini, buna karşılık yerel yönetimler tarafından mevzi planlar ve mevcut imar planları üzerinde plan değişiklikleri yapılarak özel sektör girişimlerine olanak sağlandığını görmemek mümkün değil.

İstanbul metropoliten alanı serbest pazar ekonomisinin belirleyici olduğu yeni kentleşme dinamiklerinin son yirmi yılda tüm boyutlarıyla gerçekleştiği bir laboratuvar oluşturuyor. 1980’lerin ikinci yarısından başlayarak karayolu altyapısının hızla genişletilmesi, İkinci Boğaz Köprüsü ve çevre yollarının tamamlanmasıyla kentsel yayılmanın altyapısı kamu yatırımlarıyla gerçekleştirilmiş oldu. Bu büyük ölçüde petrole bağımlılığı arttıran özel otomobil kullanımını zorunlu kılan bir kentsel gelişme modelinin olmazsa olmaz ilk adımıydı. Mevcut konut bölgesi içerisinde yükselen Akmerkez’in ardından eski ilaç endüstrisinin yer aldığı bölgede birbiri ardı sıra tekil gökdelen ve “plaza”ların inşa edilmesiyle büyük bir hızla İstanbul’un yeni merkezi iş alanını oluşturacak boyutlara ulaşan Maslak iş ve finans merkezi, Anadolu yakasında Kozyatağı, yeni ulaşım arterleri üzerinde yükselen “plazalar”, son yirmi yıl içerisinde sermaye gruplarının girişimleriyle “kendiliğinden” ortaya çıkan tüm bu yeni “kentsel merkezler” bütünsel bir kent planlama vizyonu olmaksızın, sermaye gruplarının spekülatif amaçlı tekil taleplerine yanıt veren parçacı mevzi kararlarla gerçekleştirildiler. Bu yeni merkezler merkezkaç kentleşme dinamiklerinin odaklarını oluştururken, otomobile bağımlı karayolu ulaşımının gelişimi özel sektör yatırımlarıyla olası her yönde yeni yerleşim alanlarının açılmasına olanak sağlamayı sürdürüyor. Üçüncü Boğaz köprüsünün yapımı ısrarla gündemde tutulurken raylı toplu taşınım projelerinin gerçekleştirilmesi hep ikinci planda kalıyor. Gerçekte, kamu yararını ön plana alan ve planlama vizyonu gerektiren böylesi bir yatırım serbest pazar ekonomisinin yönelimleri içerisinde öncelik taşımıyor.

Bugün geldiğimiz aşamada kent içerisinde konumları nedeniyle ekonomik değer kazanan eski endüstri, liman, demiryolu vd. alanlarının yeniden işlevlendirilerek yüksek rant getirecek iş merkezleri, alışveriş merkezleri, turizm vb. kullanımlarla özel sektöre tahsis edilmesi için imar planlarında arazi kullanım ve yoğunluk kararlarını değiştirmeye yönelik mevzi düzenlemeler yapıldığına tanık oluyoruz. Kentsel dönüşüm tasarılarının yasalaşması ile birlikte yerel yönetimlere kent parçaları üzerinde bu yönde daha önce görülmemiş boyutta yetkiler tanınıyor. Kamu mülkü olan alanların “özelleştirilmesi” de yine bu kapsamda birbiri ardı sıra gündeme geliyor. Bugün bu süreçte yabancı sermayenin yeni bir aktör olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Bugün kamuoyunda yükselen eleştiriler büyük çoğunlukla kamu mülklerinin yabancı sermayeye (özellikle de Arap sermayesine) satılmasına duyulan tepkiyi dile getiriyor. Oysa asıl sorgulanması gerekenin son yirmi yılda adım adım kararlılıkla uygulamaya konulmuş olan ve kentsel gelişmeyi tümüyle serbest pazar ekonomisinin belirleyiciliğine terkeden kentsel politikalar olduğu göz ardı ediliyor.

Son dönemde kentlerin hızla başkalaşımına neden olan serbest pazar ekonomisinin yönelimlerine endeksli kentsel politikaların ve bunların yarattığı kentleşme dinamiklerinin, yeni yatırım alanları açarak önemli bir ekonomik canlanma yarattığı ve kayda değer bir kalkınma tablosu çizdiği savunulmaktadır. Ancak, salt serbest pazar ekonomisinin kurallarınca belirlenen bu kentsel gelişmenin ekolojik çevre üzerindeki etkileri yanısıra, kentlerin toplumsal yapıları üzerinde ne tür sonuçlar doğurduğu, salt ekonomik ranta odaklanmış neoliberalist söylem tarafından göz ardı edilmektedir.

MERKEZKAÇ KENTLEŞME DİNAMİKLERİ İLE PARÇALANAN KENTLER

Gelişmekte olan ülkelerde hızlanarak süregiden kırdan kente göç olgusu yanısıra, ulaşım ve iletişim teknolojilerinin hızlı gelişimi ile birlikte son dönemde tüm dünyada kentsel yerleşmelerin olası her yönde saçaklanarak yayılmalarına tanık olmaktayız. Kır-kent ayrımını ortadan kaldıran, doğal çevreyi ve tarım alanlarını kaplayarak yok eden küresel ölçekteki bu kentsel yayılma ekolojik sonuçları açısından endişe ile izlenmekte. Ekolojik açıdan neden olduğu zararlar tartışılmaz olan kentsel alanların coğrafi mekândaki bu önlenemez büyümesi aynı zamanda kentlerin mevcut yapılarının da hızla çözülmesine neden olmaktadır. Merkezkaç süreçlerle kentsel alanların çeperlere doğru yayılması toplum gruplarının mekânda kesin sınırlarla birbirinden ayrışması yönündeki eğilimleri güçlendirmektedir. Bu süreçler sonucunda kentler, biraraya gelemeyen toplumsal gruplar/kültür grupları tarafından bölüşülmüş yerleşim alanları kümelenmelerine dönüşmektedir. Yeni dünya düzeni olarak tanımlanan serbest pazar ekonomisinin kayıtsız şartsız belirleyiciliği, gelişmekte olan ülke kentlerinde küresel dünya düzenine eklemlenebilen gruplar ile, giderek yoksullaşarak marjinalleşen gruplar arasındaki ayrışmayı güçlendirmekte, bu ayrışmanın mekânda somutlaşması ile kentlilerin kolektif olarak paylaştıkları bir kamusal alanın varolma zemini de ortadan kalkmaktadır.

Dünya kentlerinde izlediğimiz bu süreçler, ülkemiz kentlerini de büyük kentlerden başlayarak etkisi altına almış bulunmakta, özellikle İstanbul’da son yirmi yılda tüm çıplaklığıyla yaşanmaktadır. Metropol kent bir yandan bitmek bilmeyen göçlerle artan nüfusuyla devleşmesini sürdürürken, öte yandan “Dünya Kenti İstanbul” sloganıyla serbest pazar ekonomisinin taleplerine teslim edilmiş; yeni ulaşım arterleri üzerinde beklenmedik bir hızla ortaya çıkan iş ve finans merkezleri, olası her yönde yayılan konut alanları ile çeperlerine doğru merkezkaç bir kuvvetin etkisine kapılmışçasına saçaklanarak yayılmakta. Metropolden megapole evrilen İstanbul’da bu önlenemez mekânsal yayılma toplumsal ayrışmayı çarpıçı bir biçimde ortaya koyarken toplumsal parçalanmayı daha da güçlendirmektedir.

Bugün merkezkaç dinamiklerle planlı ve plansız yeni konut alanları kentlerin çeperlerinde her yönde yayılmasını sürdürmekte: Tek işlevi konut olan dev yatakhane kentler, orman alanları içerisinde “county”ler, kapalı – korunmuş özel siteler, herbiri kent büyüklüğüne ulaşan ve durmak bilmeksizin üreyen gecekondu alanları ile kentsel alanlar saçaklanarak yayılmakta. Üst gelir / kültür grupları “yaşam kalitesi” adına ve gerçekte “öteki”lerle karşılaşmadan türdeşleriyle bir arada yaşama arayışıyla kent dışında kendilerine sunulan “kapalı” özel sitelere (gated communities) yerleşirken, en alt gelir düzeyindekiler de yine kentin çeperlerinde kendi mekânlarını üretmeyi sürdürmekteler.

Bu merkezkaç kentsel yayılma/saçaklanma sonucunda bugün iki olgu ile karşı karşıya bulunuyoruz: Mekânsal parçalanma (spatial fragmentation) ve toplumsal ayrışma (social segregation). Diğer bir deyişle, kent bir yandan mekânsal olarak parçalanırken, diğer yandan toplum sosyo-ekonomik ve kültürel ayrışmalarla çözülmekte; mekânda ve toplumsal yapıdaki bu iki çözülme süreci karşılıklı olarak birbirini belirlemektedir. Artan ekonomik gelir dengesizliği ile ayrışan toplum grupları mekânda kendi yaşam çevrelerine kapanırken, kentin mekânsal çözülmesi bu toplumsal ayrışmayı daha da güçlendirmektedir. Bu süreçler sonucunda kent tüm kentlilerce paylaşılan bir kamusal alan olmaktan çıkarak bir araya gelemeyen toplumsal gruplar / kültür grupları tarafından bölüşülmüş bir “kentsel alanlar kümelenmesi”ne dönüşmekte. Toplumsal ayrışma süreçlerinin mekânda somutlaşmasıyla kentlilerin kolektif olarak paylaştıkları bir kamusal alanın mekânda var olma zemini ortadan kalkmakta. Kolektif bir kentlilik duygusunun yerini giderek güçlenen bir toplumsal paranoyanın alması ise kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır.

Serbest pazar ekonomisinin kısa erimli ekonomik fayda amaçlı girişimleri ile belirlenen bu kentsel büyüme/yayılma sonucunda orman alanları ve su havzalarının geri dönülmez bir biçimde yitirilmesinin, petrole bağımlı özel otomobil kullanımının katlanarak artışı ile hızla artan hava kirliliğinin neden olduğu/olacağı ekolojik sorunlar, yaygın kentleşme ve saçaklanmanın getirdiği altyapı harcamalarının ülke ve kent ekonomisinde yarattığı yük bugün nedense henüz yeterince tartışılmıyor. Tümüyle serbest piyasanın belirleyiciliğine terkedilmiş bu kentleşme modelinde, merkezkaç kentsel yayılmanın ekolojik, ekonomik ve toplumsal sonuçlarının öngörülerek önlemler alınması ise metropoliten alan bütününü kavrayan bir planlama vizyonu olmadıkça mümkün görünmüyor.

KAMU, KAMU YARARI, KAMUSAL ALAN...

“Kamu yararı” gözeten bir kentsel gelişme politikasının bulunmadığı, kentsel gelişme stratejilerinin salt serbest piyasa ekonomisinin spekülatif amaçlı taleplerine göre yön değiştirdiği bu kentleşme modelinde kent mekânının parçalanarak özelleştirilmesine tanık oluyoruz. Kent, kentlilerin ortak olarak paylaştıkları bir kamusal alan olmaktan çıkarak, farklı toplum gruplarının sahiplendiği herkes tarafından erişilebilir olmayan özel alanlara bölünmekte. Gerçekte, kent ile birlikte kentin kamusal alanı da çözülerek yok olmaktadır.

Serbest pazar ekonomisinin önceliklerinin egemen olduğu bu yeni düzende “kamu yararı” kavramı ise neredeyse tümüyle ortadan kalkmış görünmektedir. Rant elde etme amacıyla kamu alanlarının özelleştirilmesi meşru kabul edilebilmekte, kamu mülkü olan hazine arazileri ve ormanların “orman karakterini kaybettiği” gerekçesiyle işgalcilere satışı yanında, kentsel dönüşüm adı altında kamu mülkleri özel sektöre devredilmektedir. Bu uygulamaların bugün toplum tarafından meşru kabul edilebilmesi ise “kamu” kavramındaki anlam kayması ile yakından ilişkili. Dilimizde “kamu” kavramının “devlet” ile özdeşleştirilmesi kamunun “tüm topluma ait olan, toplumun tüm bireylerince paylaşılan ve herkese açık olan” bir ortak alan olarak anlaşılmasını ve bu biçimde benimsenmesini semantik olarak ortadan kaldırmaktadır. “Devlet mülkü” olarak algılanan “kamu alanları”nın satışı/özelleştirilmesi de bu bağlamda devlet yöneticilerinin tasarrufu altında, devlete gelir getirici bir uygulama olarak meşru görülebilmektedir. Yasalarla güvence altına alınmış olması gereken “kamu yararı” ilkesi ise bu uygulamalarda bu anlayışla tümüyle gözardı edilebilmektedir.

İstanbul’da ihaleye çıkarılan son dönem kentsel dönüşüm projelerinde de asıl sorun burada yatıyor. Her üç projede de “kamu mülkü” olan alanların hiçbir “kamu yararı” gözetilmeksizin “özelleştirilerek” tarihî kentin siluetini değiştirecek iş-alışveriş ve turizm merkezlerine dönüştürülmesi karşısında kamusal alanda bir tartışma açılması bile yadırganabiliyor. Kamu çıkarını doğrudan ilgilendiren bu boyutlarda kentsel projeler üzerinde kamunun açıkça bilgilendirilmesine bile gerek duyulmayabiliyor. Kamusal alanda tartışma ancak ihaleler sonuçlandıktan sonra ve ancak ihale süreçleri üzerine gündeme geliyor. Oysa ihale süreçleri kadar, hatta daha da önemli olan projelerin içeriği, kamu yararı taşıyıp taşımadığı ise neredeyse hiç konu edilmeyebiliyor. Başkent Ankara’da Ulus tarihî merkezini tümüyle yıkarak bir yeraltı alışveriş merkezine “dönüştürme”yi, Erken Cumhuriyet döneminin simgesel mekânlarından Gençlik Parkı’nı sil baştan düzenlemeyi gündemine alan yerel yönetim kentlilerin kolektif belleğinde çok önemli yeri olan, kentin ve kentlilerin geleceğini ilgilendiren bu büyük ölçekli projeler hakkında kamuyu, kentlileri bilgilendirmeyi gerekli görmüyor. Yerel yönetimlere olağanüstü yetkiler veren “Kentsel Dönüşüm Yasası” kamusal alanda demokratik süreçlerin işletilmemesinin yasal zemini olarak kullanılmak isteniyor.

Değişen Dünyada Planlama ve Mimarlığın Değişen Rolleri

Bugün gerek kent planlama gerek mimarlık alanlarında neoliberalist ekonomik politikalarla koşut post-modern yaklaşımlarla, 1980’lerden bu yana kökten bir anlayış ve tutum değişimi yerleşmiş bulunuyor. Kamu eliyle kamu yararına bütüncül planlama yaklaşımı yerini serbest pazar ekonomisinin arz-talep kurallarının belirlediği parçacı planlama yaklaşımına bırakmış durumda. Ülkemiz kentlerinde ve özellikle İstanbul’un son yirmi yıllık kentsel gelişiminde bu süreci ve sonuçlarını çok çarpıcı bir biçimde izliyoruz. Planlama, spekülatif bir yatırım nesnesi olarak kent toprağından rant elde etmenin aracı olma rolünü kabullenmiş görünüyor.

Küresel pazar ekonomisinin biçimlendirdiği yeni dünya düzeninde mimarlığın yüklendiği rol daha açık ve gözle görülür bir biçimde yatırımcıların kâr amaçlı, rekabete dönük beklentilerini en etkin biçimde karşılamak. Kenti, kentsel mekânı dışlayan, kent merkezlerine alternatif olma savıyla ortaya çıkan son dönem mimarlık ürünleri –çok amaçlı alışveriş merkezleri, popüler kültür için yaratılan imgeleri ve ithal edilmiş “yaşam tarzı” (life style) özlemlerini kullanan kentdışı “suburbia” projeleri, imge yaratma amacının öncelikli tasarım motifi olduğu şirket binaları, simge olmaya çalışarak birbirleriyle yarışan yüksek ofis blokları vb.- “yeni dünya düzeni” adına mimarlar ve kent tasarımcıları tarafından bugün sorgulanmaksızın üretilmekte. Plancılar, kent tasarımcıları ve mimarlar bugün serbest pazar ekonomisinin kurallarınca belirlenen mekân üretme pratiklerinin kaçınılmaz olarak etkin aktörleri konumunda bulunuyorlar.

Bu gelismeler karşısında dünyada son dönem planlama, kentsel tasarım ve mimarlık yazınında “değişen dünya düzeni” ve “post-modern çoğulculuk” adına meşru görülen kentleşme ve mekân üretme pratiklerine karşı eleştirel duruşların gelişmekte olduğunu izliyoruz. “Kamusal alan” (public realm – public sphere) ve kamusal mekân (public space) paradigması bu karşı duruşun odaklarından birini oluşturmaktadır.

Küreselleşme süreçleri ile belirlenen serbest piyasa koşulları, bütünlükten uzak bir planlama pratiği ve parçacı kentsel gelişme karşısında, “kamusal alan”ı savunan bir kent planlama ve tasarım yaklaşımı, bugün yel değirmenlerine karşı bir savaşım gibi görülebilir. Ancak kentlerde yaşanan toplumsal ayrışma ve parçalanma karşısında “kamusal alan” paradigması ve “kamu yararını” ön plana alan, “kamusal alan odaklı planlama ve tasarım” gelecekte de önemli bir paradigma olmayı sürdürecektir.

KAMUSAL YAŞAMIN ODAĞI KENT MERKEZLERİ VE KAMUSAL MEKÂN

Metropoliten alanın merkezkaç kuvvetler altında çeperlerine doğru saçılarak yayılması ile güçlenen toplumsal ayrışma karşısında mevcut kent merkezlerinin barındırdıkları aktivite yoğunluğu ve çeşitliliği ile sahip oldukları çekim gücü farklı toplum gruplarını biraraya getirmekte tarih boyunca olduğu gibi bugün de önemli bir potansiyel oluşturmaktadır. Kentlerin kamusal yaşamında kent merkezlerinin içerdiği kamusal mekânların –sokaklar, meydanlar, bulvarlar, parklar, tiyatrolar, konser salonları, kafeler-kahvehaneler, sinemalar vd.- yaşamsal önemi vardır. Bu alanlar herkes tarafından erişilebilir olma nitelikleriyle bireylerin toplandığı, biraraya geldiği, gündelik yaşamlarında kamusal alanda var olmalarını olanaklı kılan fiziksel mekânlardır. Kentin kamusal mekânları toplum kesimleri ve bireylerin politik eylem alanı olma nitelikleriyle de kamusal alanın olmazsa olmaz mekânlarıdır.

Oysa ki, kentlerin yeni gelişme alanlarının odağı olarak ortaya çıkan günümüz iş ve finans merkezleri kent merkezlerinin içerdiği karmaşıklık ve çekicilik düzeyini hiçbir biçimde içermemektedirler. Çoğunlukla tek işleve dayanan ve özel sektör eliyle yapılanan bu “merkezler”in, herkes tarafından erişilebilir olmadığını, otomobil ağırlıklı ulaşım kanalları dışında kamusal mekân içermediğini, toplanma alanı oluşturabilecek açık mekânların “güvenlik” kaygıları ile tasarlanmaktan kaçınıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Ofis blokları arasında tasarlanan sınırlı sayıdaki meydancık ve yeşil alanlar ise özel mülkiyet üzerinde yer alan açık alan düzenlemeleridir ve kamusal kullanıma açık olmaktan uzaktır. Günümüzde toplumsal yaşamın odakları olarak kent merkezlerinin yerini, sayıları her gün artan “çok amaçlı alışveriş merkezleri” almakta. Ulaşım düğümleri üzerinde tümüyle ticaretin kârlılık mantığına göre tasarlanan bu merkezler tümüyle içe kapalı, kent yaşamını dışlayan, devasa otopark alanları ile çevrili olduklarından kentsel mekân oluşturmaları olanaklı olmayan devasa tek yapılardır. Oysa ki mevcut kent merkezlerinde ticaret etkinlikleri ile kamusal mekânlar –sokaklar, meydanlar- arasında sembiotik bir ilişki bulunur. Yeni kent merkezlerinin tasarımında kentlerin tarihten bugüne yaşayan mekânları olan bu kamusal mekânlar dizgesinin, içerdikleri aktivite yoğunluğunun iç mekân-dış mekân ilişkilerinin yeni kent mekânlarının tasarımında yeni yorumlarıyla yaratılması kentin kamusal alanının, kentlerde kamusal yaşamın sürdürülebilirliği açısından son derece önemlidir.

TARİHÎ KENT MERKEZLERİ VE KOLEKTİF BELLEK

Dünya metropollerini gerçek anlamda metropol yapan coğrafi mekândaki büyüklüklerinden çok barındırdıkları karmaşıklık, çeşitlilik ve etkinlik yoğunluğu ile küresel ölçekte çekiciliklerini arttırarak sürdüren tarihî merkezleridir. Bir kamusal alan olarak kentin ve kentselliğin sürdürülmesi kent merkezinin çok katmanlı tarihî dokusunun ve kamusal mekânlarının varlığı ile doğrudan ilişkilidir. Kamusal alanın önemli bir bileşeni olan kolektif bellekte –dolayısıyla kentlilik bilincinde- tarihî mekânlarıyla kent merkezleri çok önemli bir yer işgal eder. Son çeyrek yüzyıl içerisinde İstanbul’da Beyoğlu-Galata tarihî merkezinin değer kazanarak metropolün kültürel merkezi rolünü yeniden kazanması, kentsel aktivite yoğunluğunu barındırabilen tarihî kentsel/mimari yapısı ve kamusal mekânlarının değerlendirilerek yeniden kullanımı ile mümkün olmuştur.

Mevcut merkezlere kentsel projeler yoluyla estetik ve ekonomik değer kazandırılması, bu alanlara kentin çeperlerinden erişilebilirliğin arttırılması, kentlilerin kolektif belleklerinde öne çıkan tarihsel / kültürel / mekânsal / mimari değerlere yeniden değer kazandırılması, kentlerin kamusal yaşamının canlandırılmasında kent yönetimlerince uygulanmaya konması beklenen politikalardır. Dünyada bugün birçok kentte bu tür uygulamalar yapılmaktadır. Ancak, bu uygulamaların ardındaki temel motif kent merkezlerine salt ekonomik değer kazandırmak olduğunda, bu alanlar öncelikli olarak spekülatif amaçlı özel yatırımlara tahsis edilebilmekte, sonuçta kentin kamusal alanları özelleştirilebilmekte, bu ise alt gelir gruplarının kent merkezinden uzaklaştırılmasıyla (gentrification) sonuçlanmaktadır. Serbest pazar kurallarının belirlediği ekonomik düzende, tarihî merkezler salt turizm endüstrisi açısından taşıdıkları potansiyel değer perspektifinden görülebilmekte, restore edilerek korunmaları kimi zaman yalnızca bir ekonomik değer yaratılması yöntemi olarak algılanmaktadır. Turizm odağı yaratma amacıyla yapılan düzenlemelerle tarihî değerler gerçek olmayan sahte bir kimliğe büründürülmektedir. Böylece koruma adına, gerçekte kamusal alanın çok önemli bir bileşeni olan kolektif belleğin yok edilmesine yol açılmaktadır.

İstanbul Tarihî Yarımada’da Süleymaniye-Fatih-Zeyrek, Fener-Balat, İstanbul Açık Hava Müzesi “kentsel koruma ve yaşatma” projeleri ilk kez uygulanma olasılığı olan kapsamlı koruma ve restorasyon projeleri olmaları açısından değer taşımaktadır. Ancak, turizm odakları yaratma amacıyla “değerlendirilerek” korumaya odaklanmış olmaları endişe vericidir. Anlaşılan o ki, tarihî çevrenin korunması, günümüz yeni dünya düzeninde ancak yaratılan ekonomik değerin büyüklüğüne bağlı olarak mümkün olabilmektedir. “Dünya Kenti İstanbul” sloganıyla dünya pazarına çıkan eski “imparatorluklar başkenti”nin tarihî mekânları turizme açılmaları durumunda gözardı edilmeyecek bir rant potansiyeline sahip görünmektedir. Ancak salt ekonomik ranta odaklanmış bir koruma projesinin, tarihsel anlam katmanlarıyla yüklü bir kentin bugün barındırdığı toplumsal çeşitlilikten arındırılarak bir tatil köyüne dönüştürülmesi olasılığı kentin ruhunu, kolektif bellekte yer etmiş anlamlarını tümüyle yok etme riski taşımaktadır.

Kamu yararının her ölçekte planlama ve tasarımın en öncelikli ilkesi olması, kentlerin kamusal yaşamının, tüm farklılıkları birarada barındıran kentin kamusal alanının korunarak geliştirilmesi toplumsal barışın sürdürülebilirliği açısından yaşamsal önemdedir.

Bu icerik 7884 defa görüntülenmiştir.