310
MART-NİSAN 2003
 
MİMARLIK'TAN

ODADAN

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA: MİMARLIK EĞİTİMİ: Ağaç Yaşken Eğilir

YİTİRDİKLERİMİZ



KÜNYE
DOSYA: MİMARLIK EĞİTİMİ: Ağaç Yaşken Eğilir

MİMARLIK EĞİTİMİ: KONUŞMA SIRASI ÖĞRENCİLERDE

Aslı ÖZBAY: Orta Doğu Teknik, Adana Çukurova, Eskişehir Osman Gazi, Yıldız Teknik, Kıbrıs Doğu Akdeniz, Isparta Süleyman Demirel, Karadeniz Teknik ve Dokuz Eylül üniversitelerinden 3. ve 4. sınıf mimarlık öğrencileriyle bir aradayız. Bu sene ODTÜ’de gerçekleşen öğrenci buluşması vesilesiyle Ankara’ya gelen bu grupla, mimarlık eğitimi ve eğitimin mimarlık uygulamasıyla ilişkisine dair, genç arkadaşlarımızın neler düşündüğünü, beklenti ve tespitlerinin neler olduğunu Mimarlık Dergisi’nde belgelemek istedik. Toplantının nasıl bir yön izleyebileceği konusunda Cana’nın bir hazırlığı var; isterseniz buradan başlayalım.

Cânâ BİLSEL: Bir süredir gündemimizde, mimarlık eğitimi üzerine bir dizi dosya hazırlamak var. Bunu da ODTÜ’de gerçekleşen Ulusal Mimarlık Öğrencileri Buluşması’yla koordineli bir şekilde ele almayı uygun gördük, çünkü böylelikle, Türkiye'nin her yerinden gelen mimarlık öğrencilerinin düşüncelerini almak mümkün olabilecekti. Bu forumun amacı şöyle tanımlanabilir: Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde mimarlık eğitiminin öncelikle bugününü -bugüne ilişkin bir durum saptaması- niteliğini ve nitelik sorunlarını tartışmak. Fakat bununla da yetinmeyip geleceğe dönük olarak birtakım çözüm, model önerileri üretilebilir mi diye düşünmek. Mimarlık öğrencilerinin, bire bir bunu deneyimleyen insanlar olarak, eğitimi nasıl gördükleri çok önemli.

Ceyhun BASKIN (Orta Doğu Teknik Üniversitesi) – forum yöneticisi: Arkadaşlar, mimarlık eğitimine nasıl başladık, sorusuyla başlamayı öneriyorum. Biliyorsunuz, Türkiye'de bir sınav sistemiyle okullara alınıyoruz ve çoğumuz, belki de hepimiz, şans eseri, puanımıza göre buralara girdik. Mimarlık eğitimi almaya hangi aşamalardan geçerek geldik? Nasıl bir eğitimle karşılaştık? Ne tür beklentilerimiz vardı ve bu beklentilerimiz karşılandı mı?

Aslıhan KÖSE (Doğu Akdeniz Üniversitesi): Kendimi bildim bileli hep mimar olmak istedim. Onun için mimarlık okudum. İlk sene hiçbir mimarlık bölümünü kazanamadım. İkinci sene yine kazanamadığım için özel bir üniversitede okuyorum. Kendimi bildim bileli maketlerin, inşaatların içinde olduğum için aradığım birçok şeyi buldum. Kişiliğimle ilgili birçok noktayı tamamladım. Onun için okulumdan ve mimarlık eğitiminden çok memnunum. Ama karşı çıktığım veya eleştireceğim birçok nokta da var.

Ahmet ÜSTEKİDAĞ (Süleyman Demirel Üniversitesi): Bahsedildiği gibi, ben kesinlikle ÖSS’nin mimar yaptığı insanlardan biriyim. Ama mimarlık fakültesini kazandım ve ikinci gün işe “mimar olacağım” diye başladım. O günden beri, mimar olabilmek için çaba sarf ediyorum. Mutlaka zorlukları var, çünkü her aşamasında özveri isteyen bir bölüm. Uykusuz kalacaksın, sevgilini göremeyeceksin. O yüzden, özveride bulunan herkesin mimarlığı sevebileceği ve okuyabileceğine inanıyorum.

Aslı ÖZBAY: Bu arada, mimarlık eğitimine başladıktan sonra hayata, çevreye bakışınızda bir değişiklik hissetiniz mi? Bu farklılık, bu alanı sevmenize yol açtı mı? Buna da biraz değinir misiniz?

Gülhis DUYGUN (Osman Gazi Üniversitesi): Daha önce yapı ressamlığı okudum; mimarlığın ruhunu bulamadığım için olacak ki, dikey geçiş yapıp mimarlık okumaya başladım. Tasarımın ağırlıklı olarak işlendiğine inandığım Osman Gazi Üniversitesi’ne geçtiğimde ancak mimarlığın ne olduğunu kavradım. Şu an mimarlık okumaktan da çok keyif alıyorum.

Ceren SEVEROĞLU (Çukurova Üniversitesi): Mimarlığın ne olduğunu çok iyi bilerek, hatta “yazma çok zorlanacaksın” tepkileriyle karşılaşarak, tüm tercihlerimi mimarlık yönünde kullanarak eğitim hayatıma başladım. Belki eğitim sürecinde hırpalandık, hatta zaman zaman haketmediğimiz halde aşağılandık, ama tekrar tercih edecek olsaydım, yine bu bölümde olurdum. Hayata bakışınız farklılaşıyor, hatta çevrenizde çok farklı algılanıyorsunuz. Bir süre sonra herkes sizin yanınızda dolaşmaktan sıkılmaya başlıyor, çünkü sürekli binalara bakan, eleştiren, gittiği sinemada duvarın dokusunu elleyen, tuvaletleri eleştiren, malzeme tanımaya çalışan, mekânı değerlendiren bir insan haline geliyorsunuz. Ben de ÖSS’nin kurbanı olduğumu düşünüyorum, çünkü mimarlık üzerinden 18 tercih yapmama rağmen düşük bir puan aldığım için istediğim üniversiteye giremedim. Şimdi bitirirken de gelecekle ilgili kaygılar taşıyorum, çünkü çok acı ki, yurtdışında yüksek lisans için başvuracağım birçok üniversite, Türkiye'de ODTÜ dışında hiçbir üniversiteyi denk kabul etmiyor. Ne yapacağım konusunda kendimi bir denizin içerisinde hissediyorum.

Kadir SOMUNCUOĞLU (Karadeniz Teknik Üniversitesi): Ben de, ÖSS’de sadece yazmış olmak için yazdığım ve 16. tercihim olan mimarlığa girdim. Beklentilerim az çok gerçekleşti. Diğer bölümlere nazaran hem eğitim ortamı, hem da çalışma zamanı daha rahat. Bölüm bende sınırsız bir ileri gitme çabası ve devamlı yeni şeyler öğrenme, araştırma ve devamlı değişen ortama uyum sağlama isteği yarattı.

Melike SÜMERTAŞ (Orta Doğu Teknik Üniversitesi): Öncelikle, ÖSS tercihiyle bilinçsizce gelenlerden biri olduğumu belirteyim. Herhangi bir üniversite eğitimi, bence kesinlikle insanın bakış açısını değiştirip geliştirir. Fakat mimarlık eğitiminin hem getirdiği eleştirel bakış, hem de toplumsal durumlardaki değerlendirme ve analiz yapma eğilimleri, bizi çok daha farklı noktalara çekiyor. Herhangi bir proje üzerine düşünürken, hem sosyolojik ve ekonomik olguları, hem de insan hayatındaki etkilerini bütün detaylarıyla değerlendirmek durumundayız. Bu kolektif durum, bence mimarlık eğitiminde bizi en çok geliştiren noktadır. Bir düşünce biçimi, ama empoze etmeden, düşünce biçimi geliştirmenin yolunu açan.

Evren BAŞBUĞ (Orta Doğu Teknik Üniversitesi): Ben, mesleğin bütün ağırlığını ve içeriğini bilerek bu bölümü yazmış durumdayım. Tek tercihim mimarlık bölümleri değildi. Fakat, şu an mimarlık okuduğum için memnunum. Bakış açısındaki değişimde okulun etkili olduğuna çok inanmıyorum.

Ahmet ÜSTEKİDAĞ: Mimarlık eğitimim sırasında bakış açım “değişti” demek çok hafif kalır, bence “çağ atladı”. Mimarlık öğretiminin en büyük özelliği, kişilerin daha ön planda olması. Her yeni projemiz, yeni bir bakış açısı, yeni bir çözüm gerektiriyor. Ayrıca, üniversiteler arasındaki farklılıkların kalkması çok ütopik bir düşünce. Mutlaka farklılıklar olacaktır. Bunlar bulunulan coğrafi noktalar olur, insanların bakış açıları olur ama olabildiğince ortada buluşulması taraftarıyım.

Aslıhan KÖSE: Kişilerin kendilerini geliştirmeleri, ne eğitim alınan üniversiteden, ne de çevredeki insanlardan kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Doğrudan doğruya kişilikten kaynaklanıyor. Okul buna artılar ya da eksiler katabilir. Mesela, son yaptığım bitirme projesinde beni tamamen serbest bıraktılar ve dediler ki, “konunu belirle, ne yapmak istiyorsan onu yap” Ben, ancak o noktada nelere nasıl baktığımı analiz edebildim. Gerçi o dersten kaldım ama şu an gerçekten ne yapmam gerektiğini biliyorum.

Ceyhun BASKIN: Ben ÖSS’nin getirdiği insanlardan biri değilim. Benim ortaokul hayalim de ODTÜ Mimarlık Bölümü’ydü. Bu nedenle riske girerek ODTÜ Mimarlık’ı yazdıktan sonra, sadece yatay geçiş yapabilmek için, tercihlerde arayı boş bırakıp ODTÜ Çevre Mühendisliği yazdım. Planlarım tamamen tuttu ve çevre mühendisliğini kazandıktan sonra yatay geçişle mimarlığa geçtim. Bilinçli gelmek, mimarlığı sevmeyi getiriyor ve mesleğine daha bir gönülden bağlanılıyor. Mesleğe bağlanmak da, zaten ister istemez kaliteyi getiriyor. Dünyaya bakış açısının nasıl değiştiğine gelince, aslında okulun verdiği fazla bir şey olmuyor. Mimarlık, en iyiyi arayan, mükemmeliyeti arayan bir meslek. Mimarlık öğrencisi bu eğitimi aldıktan sonra, yaptığı her işte zaten en iyisi yapmak için uğraşmak zorunda kalacak. Başkalarının nasıl yaptığını araştıracak, bunun yöntemlerini sorgulayacak ve en doğruyu, iyiyi bulmaya çalışacak. Bu nedenle bir mimarlık öğrencisinin, mimarlık eğitiminden sonra her şeyde başarılı olacağına inanıyorum.

Serhat BAŞDOĞAN (Yıldız Teknik Üniversitesi): Üniversiteye girişte sadece özel yetenek sınavının yeterli olacağını düşünmüyorum; aynı zamanda sayısal bilgilerin de sınanması gerekir. Bu yüzden Amerika’da ya da Avrupa'da olduğu gibi bir ön eleme yapılmalı, ardından portfolyolara başvurularak seçim yapılmalı diye düşünüyorum.

Cânâ BİLSEL: Konuşmalardan, mimarlık öğrencisi olmaya karar verme aşamasında üniversite sıvanın doğru bir sistem oluşturmadığı sonucu çıkıyor. Aslında öneri bir model de geldi: Sayısal yeteneğin ve belli bir altyapının önemli olduğu, ama buna karşılık daha mimarlık eğitimine yönelik bir seçme biçiminin, belki yetenek sınavlarıyla olması gerektiği. O zaman daha istekli, daha bilinçli öğrencinin, istediği yere girebilmesinde bunun iyi yöntem olacağı gibi bir sonuç çıkıyor. Öte taraftan şu da görülüyor ki, mimarlığı çok da bilerek gelmemiş olanların dünyaya bakışlarını, üniversite eğitiminin radikal biçimde değiştirdiği. Mimarlığın ne olduğunu bilerek gelenler içinse böyle bir değişimin olmadığı, hatta mimarlık eğitiminin bu değişimi bekledikleri yönde değiştirmekte etkili olmadığı. Buna katılıyor musunuz?

Melike SÜMERTAŞ: Bilerek gelmek, beklentiyi belli bir noktaya çekiyor. Kendi adıma söyleyeyim, belli bir beklentim olmadan geldiğim için, içinde bulunduğum ortamın bana kattığı her şey benim için bir artıdır.

Serhat BAŞDOĞAN: Mimarlık eğitimini, 4 sene ile bitmeyecek bir süreç olarak görüyorum. Ömrümüzün sonuna kadar bu mesleği yapacaksak, bu eğitim süreci devam etmeli. Bu yüzden 4 senelik bir süreç içerisinde, bir şeylerin değişmesi tabii ki kolay değildir. Ancak, bunu uzun vadede düşündüğümüzde, mutlaka bir şeyler değişiyor. Bence Türkiye açısından baktığımızda en büyük sorun lise eğitimidir. Bundan önceki eğitimimizde, tasarım ya da sanat eğitimi almadığımız için, üniversitede bir anda karşılaşınca elbette birçok şey değişiyor. Okulu bitirmeye yaklaştığım zaman, artık tasarım eğitimini almış olduğum için, bunun yetersiz olduğunu düşünmeye başladım.

Kadir SOMUNCUOĞLU: Neredeyse yanlış bir tercih olarak mimarlık eğitimi almaya başladığım için, kazandıktan sonra bölüm beni çok mutlu etti. Beklentilerimin üstünde gördüğüm her şey, beni iyice mimarlığa bağladı.

Aslı ÖZBAY: Mimarlık eğitimiyle birlikte etrafıma alıcı gözle bakmaya başladığımda, bir yandan böyle bakabilmek beni mutlu ederken, öte yandan “gördüklerimle” çok mutsuz olmuştum. İşin böyle çelişkili bir yanı var: Hırslanıp, dönüştürmeye motive olmak ya da “Bu ülkede yaşanır mı?” demek ve pes etmek gibi. Bu süreç sizde nasıl bir etki yarattı?

Ahmet ÜSTEKİDAĞ: Bir idealin varsa, ortamı değiştirebilmek için bir güce sahip olmak gerekli diye düşünüyorum. Eğer bu güce sahip değilsen, onların içinde kaybolup gidebilirsin. O kaygıyı hâlâ taşıyorum ve mezun olunca da o kaygıyı yenip düzeltmeye çalışmak için uğraşan bir mimar olacağım.

Aslıhan KÖSE: Çevreyle ilişkilendiğim anda, çevredeki mimari çöplüğü çok daha fazla algılamaya başladım ve mezun olup serbest piyasaya girdiğimde bu çöplüğün bir parçası olacaktım. Ne kadar idealist olursanız olun, ne kadar sosyal, ekonomik ve kültürel bir altyapınız olsun, ortamı bir noktada değiştiremiyorsunuz. Bu noktada dönüp, akademik kariyer yapmaya karar verdim, çünkü daha özgürsünüz, en azından elinizde hâlâ kâğıdınız, kaleminiz var.

Ceyhun BASKIN: Bilinçlenme düzeyiyle ilgili olarak bireysellikten bahsedildi. Mezun olduktan sonra, bireysel olarak bir şeyleri değiştirmek için çok güçsüzüz. Onun için bir arada bulunmalıyız. Topluluk olup ilerleme sürecine girmemiz gerekiyor ki, ilk önce kendi kültürümüz ileri medeniyetlere ulaşsın.

Ceren SEVEROĞLU: Genelde babanızın ya da ailenizin inşaat firması varsa, erkek çocukların inşaat mühendisi, kız çocukların mimar olması istenir. Benim babam da mimar, bu nedenle 4 yıldır tüm tatillerimi aktif olarak piyasa içerisinde çalışarak geçiriyorum. Belediyedeki işlerden, yapı denetimine kadar birçok şeyi gözlemleme şansınız oluyor. Birçok mimarın iş kaygısı taşıyıp, emeğinin karşılığını alamadığı bir noktadayız. Eğitim sürecini, yaşanılan zorlukları, malzemeye harcanan parayı ve verilen emeği düşündüğümüz zaman, karşılığını bulabileceğimize inanmıyorum. Bu yüzden de, imkânım olduğu halde “3 oda 1 saloncu mimarlar” arasına katılmak istemiyorum ve bu da beni akademik kariyer yapmaya itiyor. Akademik kariyer yapan insanların emeğinin karşılığı veriliyor mu? Örneğin, restorasyon eğitimi almak istiyorum. Restorasyon doktorasını 10 yılda alan bir insan, mutlaka kültürel, sosyal, zihinsel birçok birikime sahip olacaktır, ama mesleğinin maddi karşılığını ne derece alabilir? Bu 4 yıl sonunda bir ikileme düşülüyor: Kolay olanı tercih edip, piyasada 3 oda bir salon evler mi yapmak, yoksa akademik kariyer yaparak yıllarını harcayıp sonucunda sadece egonu mu tatmin etmek?

Ahmet ÜSTEKİDAĞ: Akademik kariyer yapmak istediğinde, öncelikle sana bakıp falan üniversite mezunu diyerek yargılamaya başlıyorlar. Ben akademik kariyer yapmak yerine piyasada daha şanslı olabileceğime inanıyorum. Belki, “3 oda 1 saloncu bir mimar” olacağım ama istediğim o gücü elde ettiğim zaman da, ideallerimi gerçekleştirmeme kimse engel olamayacaktır. Bu belki 40-50 yaşında, belki 25’inde olacak, ama bu güce sahip olamazsam bir kaos yaşar mıyım, bilmiyorum.

Ceyhun BASKIN: Bu noktada, mimarlık eğitiminin, öğrencileri meslek pratiğine hazırlayıp hazırlamadığına yanıt arayalım. Meslek pratiğiyle, eğitim arasındaki ilişki, köprü nasıl kurulmalıdır? Yoksa eğitim bizi, genel tabirle “3 oda 1 saloncu mimar” olarak mı yetiştiriyor? Mimarlık eğitimi, dönem boyunca verilen eğitimin dışında, ancak stajlarla mı meslek pratiğine hazırlıyor?

Ceren SEVEROĞLU: Bu, kişinin stajı nasıl kullandığına bağlıdır. Ama bizim eğitim dönemimizde şöyle bir şansızlığımız oldu: Şantiye stajını yaptığımız ya da inşaat piyasasını anlamaya çalıştığımız dönemde piyasa tam bir çıkmaza girdi. Sadece büyük firmaların elinde iyi işler bulunuyordu. Bu nedenle, herkes çok verimli bir şantiye stajı yapamadı. Büro stajı da bireysel çaba gerektirir. Bizim sadece problem çözücüler olduğumuzu düşünüyorum. Bu nedenle mimarlık eğitimini alırken, pratik anlamda da bu sektörün tanınması gerektiğine inanıyorum.

Kadir SOMUNCUOĞLU: Gerçekten ilgili kişi, okulda eğitimini almasa da çıktıktan sonra kendini bir şekilde piyasaya adapte edebilir. Bana göre mimarlık eğitimi bizi piyasadan çok, doğrudan mimarlık işine hazırlamalı. Piyasada iş bulunmadığı takdirde, ilgi akademik kariyerle devam etmeli diye bir şey söz konusu değildir. Tabii ki, az çok karnınızı doyuracak bir gelirinizin olması lazım. Bakış açım da değişti; mesela ileride bir hoca öğrencisine “Kadir Somuncuoğlu’nun Expo 2020 Pavyonu’nu gidip inceleyin” desin; beni tatmin edecek olan budur.

Evren BAŞBUĞ: Kadir’e katılıyorum. Mimarlık alanında okulun, Türkiye'de sadece geçilmesi gereken bir prosedür olduğunu düşünüyorum. Mimarlık yapmanız için bir diplomanız olmalı; bence okul sadece böyle bir işe yarıyor. “3 oda 1 saloncu mimar” olmak da, Expo 2020 Pavyonu’nu tasarlamak da kişinin kendi elindedir.

Ahmet ÜSTEKİDAĞ: Evren’in, okulun sadece diploma almaya yaradığı fikrine katılmıyorum. Bizim okulda, öğrencinin piyasaya hazırlanmasından anlaşılan, uygulama projesi dersinde 1/50 ölçekli detay çözdürmektir. Ama yine de eğer bu eğitimi almasaydım, piyasada mimar olamazdım. Mutlaka katkıları var, ama başrollerde sensin.

Cânâ BİLSEL: Soruyu biraz netleştirmek istiyorum: Mimarlık eğitimi, mimarlık meslek pratiğine hazırlıyor mu? Mimarlık eğitimi kendini mimarlık meslek pratiğinin kurallarına göre mi kurgulamak zorundadır? Yoksa, bir şekilde özerk alan olarak farklı amaçları olan bir alan olarak mı kurgulanmalıdır? Mimarlık pratiğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Serhat BAŞDOĞAN: Biraz önce “Mimarlık eğitimi bir süreçtir” demiştim. Okulu, bu süreci hızlandıran, 4 seneye sığdırıp, başlangıç oluşturan bir sistem olarak düşünüyorum. Geçmişe bakarsak, mimarların bir çoğu da aslında mimarlık fakültesi mezunu değildir. Daha sonra bir şekilde bu camiaya dahil olan insanlardır; Le Corbusier gibi birçok ünlü isim.

Evren BAŞBUĞ: Mimarlık pratiğini, sadece hayata geçirebilirlik ve detaylandırma olarak görmüyorum. 1/50 çizip, bunu çeşitli prosedürlerden geçirebilme yeteneği, Bayındırlık Bakanlığı’na, işverene laf anlatabilme yeteneğidir. Bir mimar olarak kendi inisiyatifinizle, programa bağlı veya başka bir kritere göre bir yaşam kurgulamak ve bu yaşamı özgürce tasarlayıp hayata geçirebilmek önemlidir. Önceden saydıklarım, bunun sadece bir parçasıdır.

Aslıhan KÖSE: Mimarlık pratiği, tasarladığınız yapıyı, mekânı birebir hayata geçirmektir. Yapı derslerimizde elimize çekiçlerimizi, tahtalarımızı aldığımızda anlıyoruz ki, o proje çizdiğin gibi olmuyor. Staj dönemlerinde ya da derslerin belli kısımlarında, bunların birebir uygulamasının yararlığı olacağını düşünüyorum. Serbest piyasayı gördükten sonra, insan çok daha fazla korkuyor. “Maddiyat mı, yoksa maneviyat mı?” çelişkisini üç senedir yaşıyorum. Ama bir topluluk olup bunları aşabilirsek, o zaman kariyer yapmaktan vazgeçip “Bu ülke için bir şeyler yapabilirim, bir ürün çıkartıp başarılı olabilirim” diye inandığım anda, ben de serbest piyasaya yöneleceğim.

Ceren SEVEROĞLU: Akademik kariyer yapan insanların mimarlık toplumuna ve mimarlık adına bir şey yapmadığı gibi bir değerlendirme çıkmasın. Sonuç ürünlerin konsepti farklı olabilir, ama her iki anlamda da ortaya çok iyi ürünler çıkabilir.

Ahmet ÜSTEKİDAĞ: Mimarlık eğitiminin belki de en zor kısmı, yaptıklarımızın yaşanabilirliğini göremememiz. O sıkıntıyı aşabilmek için stajda, şantiyelerde gezdiğinde, insanların piyasada ne yaptığına dair bir fikrin oluyor. Ben, üniversiteyi kazanmadan önce 12 sene mobilyacılık yaptım. O anlamda, ne kadar zor olduğunu çok iyi biliyorum.

Ceyhun BASKIN: Benzerleri yurtdışında da var; eğitim sonrasında diplomayı alana kadar, mimarın bir büroda 1-2 sene çalışma zorunluluğu vardır. Bazı sorunlar bu tarz bir uygulamayla çözülebilir

Gülhis DUYGUN: Mimarlığın şantiye stajında ya da büro stajında öğrenilmesi gerektiğine katılmıyorum. Mimarlık yaşam tarzı haline gelen bir şeydir ve sadece bina yapımıyla sınırlı değildir. “Soyut mimarlık” denilen, oluşturulabilen, oluşturulamayan bir sürü tasarım var. Kendi okulumdaki eğitim sisteminde, atölye seçimlerimizi kendimizi tamamlayıcı yönde yapabiliyoruz. Türkiye'de farklı mimarlık eğitim sistemleri var ve bu bizi daha sonrası için mesleki kaygılar duymaya yöneltiyor. Tabii ki, tasarımımı 1/50 çizim olarak sunmak zorunda kalsaydım ya da sadece sanal tasarımlar yapsaydım, her iki durumda da çok fazla kaygı duyardım.

Aslı ÖZBAY: Akademik kariyer ya da “3 oda 1 salonculuk” dediğiniz şey, mimarinin dışında şeyler midir? Hele de bütün kentlerin “3 oda 1 salon”dan müteşekkil yığınlar olduğunu düşündüğünüz zaman. “3 oda bir salonculuğun” niteliğini değiştirmek, bu durumu mimari bir durum haline getirmek için yapılması gereken bir şeyler olabilir mi? Okul, buna dair size ne tür ipuçları veriyor?

Serhat BAŞDOĞAN: Aslında çok acı, ama gerçek olan bir şey üzerinde durmak istiyorum. Sonuçta üçüncü dünya ülkesiyiz ve ne kadar mimarlık konusunda söz söyleyen projeler yapmalıyız? Aslında bizim esas görevimiz, gerçekten de “3 oda 1 salon”lardır. Bugün süper güç bir ülkenin mimarlık öğrencisi olsaydık, belki burada ütopya üzerine konuşuyor olacaktık. Ancak, şu anda konuşmamız gereken esas önemli konu “3 oda 1 salon”lardır. Bu ülkede mutlaka teknik ressam gibi çalışanlarımız da olmak durumunda, ama bir kesim de mutlaka söz söylemek zorundadır. Eğer öğrenci plan, kesit, görünüş getiremiyor, ama çok üstün fikirlerle oluşturulmuş konsept projeleriyle geliyorsa, onun hakkının verilmesini gerektiğini düşünüyorum.

Ahmet ÜSTEKİDAĞ: Bu noktada Serhat’a hiç katılmıyorum. Eğer okulda o türlü ikileme girilirse, bizi piyasada bekleyen kaos okulun içine de girmiş olur. Kesinlikle fırsat eşitliği olmak zorundadır. Bu tarzdır, yani kimi çok ütopik çalışır, kimi ayağı yere çok sağlam basan projeler çalışır. Hocanın eşit davranması gerektiğini düşünüyorum.

Cânâ BİLSEL: Deminden beri, mimarlık pratiği ve akademik kariyer ikileminden ve Türkiye'nin üçüncü dünya ülkesi olmasından kaynaklanan sorunlar ve sınırlardan söz edildi. Acaba, mimarlık okulları ve mimarlık eğitimi, düşünce üretmenin yerleri değil midir? Piyasaya hazırlanmaktan söz ettik, ama öte taraftan da pratikte, uygulamada, gerçek dünyada bir şeylerin değişebilmesi için, önce mimarlık eğitiminin değişmesi, yeni modellerin üretilmesi, düşünce üretilmesi, belki ütopya üretilmesi gerekmez mi? Çünkü ütopyalar eninde sonunda gerçeği değiştirir. Üçüncü dünya ülkesi olma durumundan da, ancak düşünce üreterek çıkmaz mıyız?

Evren BAŞBUĞ: Okulların böyle bir misyonu olması gerekir. Fakat, okulların uyguladığı sistem, sonuçta piyasadaki talebi de göz önüne almak zorundadır. Okulların ütopik birtakım düşünce arayışlarına yol açacak tartışma ortamlarını yaratması, şu an pek mümkün gözükmüyor. Bence, eğitim sorunlarından daha önemli bir sorun varsa, bu da halkın mimarlık konusundaki bilgisizliği ve yetersizliği, kültürsüzlüğüdür. Bu konuda önce halkın eğitilmesi, daha sonra halkın “3 oda 1 salon” talep etmemesi, daha sonra okullardaki sistemin buna yönelik olarak değiştirilip, dediğimiz bu “şahane” okulun yaratılması gerekiyor.

Ceyhun BASKIN: Bence, sıralamayı ters kurdun. Önce mimarlık okullarının sistemi değişmeli, sonra zaten kendiliğinden halkı değiştirecek yöne gidecektir. Halk dişi ağrıdığında dişçiye, hastalandığında doktora, ev yaptıracağı zaman müteahhide gider. Bu mantığın değişmesi gerekiyor, ki bu da mimarın görevi olmalıdır.

Aslı ÖZBAY: Adına “tasarım”, “düşünce üretme”, “sanal mimarlık” deyin, nasıl tanımlarsanız tanımlayın, sonuç olarak sizi manevi olarak tatmin edeceğini düşündüğünüz duruma dair, okulda yaşadığınız hazırlık dönemini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ceyhun BASKIN: Bu noktada, “okullarınızdaki mimarlık eğitim modelini nasıl görüyorsunuz”, konusunu da tartışalım.

Ahmet ÜSTEKİDAĞ: Farklı yollardan, aynı yola ulaşmayı amaçlayan bir eğitim sistemimiz var. Biz temel tasarımla, proje dersini aynı dönem içinde alıyoruz. O temel tasarım dersinin bana ne kadar yararı olur? Ne olduğunu bilmeden sana “bir mekân tasarla” diyorlar, ama sen ne tasarım ilkelerinden haberdarsın, ne de başka bir şeyden. Bence, ilk önce proje yapmaya yönelik ön bilgiler verilirse, yani temel tasarım, yapı, bina dersleri, ondan sonra “mimari proje” adı altında oluşan çalışmayı ürün olarak sağlıklı sunabilirsin. Belki, 4. sınıf sonuna geldiğimizde eğitim düzeyi olarak birbirimize çok yakınız, ama 1. sınıftan 2. sınıfa geçerken, aramızda uçurumlar var. Bu dengenin, tüm üniversitelerde sağlanması bence çok önemli.

Ferhat HACIALİBEYOĞLU (Dokuz Eylül Üniversitesi): Ben, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde 1 yıl okuduktan sonra, Dokuz Eylül Üniversitesi’nde okumaya devam ettim. Bu şekilde iki farklı üniversiteyi deneyimleme şansı buldum ve bu yüzden bir karşılaştırma yapabileceğime inanıyorum. KTÜ’deki sistemde, aynı Ahmet’in bahsettiği gibi, doğrudan 1. sınıfta projeyle başladık. Denildiği gibi, rapido bile nedir bilmiyorsunuz. Bence bu doğru bir yaklaşım, çünkü sonuçta bu senin önüne bir şeyleri koymaktır. Rapidoyu eline alıp çizerken, senden mükemmelini istemiyorlar; sadece doğru kavramanı, mekânı kavramanı, mekân oluşturmayı, örgütlemeyi, onu yaparken de malzemeyi tanımanı istiyorlar. Belki amaç, bu süreci aktif olarak seninle beslemektir. Dokuz Eylül Üniversitesi’nde, “mimari tasarıma giriş” ve “temel tasarım” diye ayrı iki sistem var. 1. sınıfta ikisi aynı anda veriliyor ama ayrı ayrı yürütülüyor; bence bu yanlış bir sistem. KTÜ’deki sistem çok daha doğruydu; her şeyi aynı anda görmek. Öğrenci, temel tasarımda, o soyutlukta daha mekânı bilmiyor. Ne denilirse onu alıyor ama yorumlamıyor. Diğer taraftan, mimari projede çok küçük yapılar tasarlanıyor, ama öğrenci daha merdiveni bilmiyor. Burada “merdiven 2B+R dir” demektense, onun kendi ayağını tanıması daha önemlidir. Öğrencinin birebir deneyimlemesi gerekir, birinin öğretmesini beklememelidir.

Serhat BAŞDOĞAN: Buna karşı çıkıyorum, çünkü eğer böyle bir eğitim alırsak, bu bizi monotonlaştırır. Çünkü, önemli olan mekân tasarlamak değil, tasarım erkini alabilmektedir. Zaten ömrümüz boyunca mekânı tasarlayacağız. Önemli olan, ilk sene o tasarım erkini almamız ve suni senaryolar üretip, o senaryolara karşı çözüm üretmeyi öğrenmemizdir. Temel tasarım eğitiminin kapının ne olduğunu sorgulatması lazım; belki orada kapı olmayabilir de, farklı bir sistemle de o sorun çözülebilir.

Ceyhun BASKIN: Serhat, bu noktada Yıldız Teknik Üniversitesi’nde eğitimin nasıl olduğundan da bahseder misin?

Serhat BAŞDOĞAN: Dokuz Eylül Üniversitesi’ndeki gibi yürüyor. Temel tasarım dersi alıyorken, aynı zamanda Ortaköy’de tarihi çevrede bir proje yapıyoruz. “Üçgenler nasıl yan yana durur, renk nasıl kullanılır?” gibi problemlere uğraşırken, bir yandan da “Tarihi çevrede nasıl tasarım yapılır?” gibi bir problemle uğraşıyoruz; bence bu büyük bir çelişki.

Gülhis DUYGUN: Serhat’ın kaygılarını çok doğru buluyorum. Bu kaygıların aşılmaya çalışıldığı bir ortamda eğitim görüyorum. Osman Gazi Üniversitesi’nde birinci sınıflar “Biz niye hâlâ proje yapmadık, bir yeri tasarlamadık? Ortaya niye bir plan çıkmadı?” konusunu dert edinmiş durumdalar. Üst sınıflara geçtikçe, artık proje yapma adına bir şeyleri dert edinmeye başladığımızda, temel tasarım eğitiminin çok büyük yararları olduğunu gördük. Maket öncelikli bir çalışma ortamımız var. Makete de, bunu çok rahat dökebiliyoruz. En son nokta da, belki onun çizimle ya da farklı araçlarla ifade edilişi oluyor. Öğrencilerin yetenekleri çok farklı yönlerde gelişebiliyor. Kimin ne yönde gelişeceği, aslında okul içerisinde belli oluyor. Okullardaki sistemin herkesin gitmek istediği yönü seçerek ilerlemesi yönünde değişmesi taraftarıyım. Ben belki sanal ortamda tasarım yapmak istiyorum, o uygulama projesi yapmak istiyor, ama bütün bunların eğitim sistemi içerisinde çoğaltılması gerekiyor.

Ceren SEVEROĞLU: Bu konuda Serhat’ın dediklerine katılıyorum. Bizim Çukurova Üniversitesi’ndeki sistemimiz, model olarak Yıldız Teknik Üniversitesi’yle hemen hemen bağdaşan ve çakışan bir sistem. Daha önceki müfredat, 1. sınıfta mimari proje, temel tasarımla birlikte yönlendiriliyor. Yurtdışındaki eğitim modellerinde ve Avrupa'daki birçok tasarım okulunda da söz konusu olan, temel tasarım eğitiminin süresinin artırılması ve mimari projeyle bütünleştirilmesi taraftarıyım. 1. sınıftaki eğitim sürecinin bu yönde gelişmesi taraftarıyım, maalesef bizim okulumuzda da, bir taraftan teknik bir anlayış sürerken, diğer taraftan soyut düşünmen isteniyor. En önemlisi, alınan temel tasarım ilkelerinin mimari projeye ne derece yönlendirilebileceği. Temel tasarım eğitiminde duyduğumuz akışkanlık, geçirgenlik, maddesizleştirme, kütlesel oranlar, ritimler, nasıl mimari tasarıma maksimumda uygulanabilir? Çünkü, önemli olan budur.

Cânâ BİLSEL: Aldığınız temel tasarımla, daha sonraki proje dersleri arasındaki ilişki tamamen iki farklı dünya gibi mi?

Ceren SEVEROĞLU: Bu akademik kadroyla ilgili bence. Önceki dönemlerde çok güçlü bir bağlantı varmış. Biz, bazı hocaları çok ucundan yakaladık ve temel tasarım eğitimimizi o hocalardan aldık. Şu anda, okuldaki temel tasarım eğitim sadece iki boyutlu, üçüncü boyuta çıkmayan bir eğitim. Bir mimarlık öğrencisinin üç boyutlu temel tasarım eğitimi almaması çok acı bir şeydir. İki tasarım biçimi hiçbir köprü kuramıyor ve o yüzden de tasarımın niteliği değişiyor.

Ceyhun BASKIN: İlerleyen sınıflarda atölye ve grup seçimlerinde nasıl bir yol izleniyor?

Ceren SEVEROĞLU: Önümüze bir çeşitlilik sunulmuyor. İnsanların tarzları oluşmaya ya da yönelmek istedikleri noktalar değişmeye başladığında, sonuçta hiçbir seçenek bulamıyorlar. Herkese aynı proje veriliyor. Konsept, bir ihtiyaç programıyla, metrekareyle birlikte eline veriliyor ve senden fonksiyonları çözmen, “kâğıt mimarlığı” yapman bekleniyor. Sorun, okulumuzda neden proje ya da tasarım stüdyolarının alternatifli bir hale getirilemediğidir.

Aslıhan KÖSE: Eğitime bunca olumsuz yaklaşımdan sonra, ben olumlu bir açıdan bakmak istiyorum. Biz, mimarlık eğitimi anlamında zaten farklı bir eğitim alıyoruz. Bir kere atölyelerimiz var, hocalarımızla birebir diyalog halindeyiz. Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde bir kampus içerisindeyiz. Başka bölümlerde hiçbir profesörün, öğretim görevlisinin, öğrenciyle birebir diyaloga girdiğini görmüyorum. Ben, hocamın odasını gidip, karşısına oturup, onunla birlikte çay içebiliyorum; bu sosyal bir etkileşimdir. Bu, eğitim süreci için çok önemlidir, çünkü hocamın karşısına projemi götürdüğümde, benim karakterimi ya da benim yapmak istediğimi, kendimi nasıl ifade etmek istediğimi bildiği için, beni anlayabiliyor.

Bizde de, 1. sınıfta tamamen temel tasarım dersleri verilir, yapıyla hiç alakanız yoktur. Mr. Roller’ınız vardır, yuvarlanan bir yumurtadır, onun hareketlerini belirlersiniz. “O nereye gider, nereden çıkar?” Çizgilerle, renklerle uğraştık. Mimari proje derslerine geçince, belli bir noktadan sonra, elime verilen programı bırakın, girişlerimin nereden olacağına bile karar veremedim. Çok çelişkili bir tasarım eğitimi başladı. Yönlendirici olumlu yönde olur, bu çelişki yaratıcıydı.

Serhat’a da çok katılıyorum; teknoloji hayatımıza çok fazla girmiş durumda ve ondan uzak kalamayız. Onun için, teknolojiyle eğitimi birebir yürütmek zorundayız. Bizde, tasarım aşamasında kâğıt, kalemle çalışacaksınız; bitirmede onu bilgisayara dökebilirsiniz. Fikirlerini kâğıt üzerinde tartış, ama ondan sonra sunum yöntemini kendin seç. Bence bu olumlu bir yaklaşım.

Kadir SOMUNCUOĞLU: Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde, ne konuyu, ne stüdyoyu, ne hocayı hiçbir şekilde seçme şansımız yok. Hocaların kurayla belirlendiğini söylüyorlar. “Kura” derken, bütün bilgilerimizin döküldüğü proje kartlarımız var; seçim onlara göre yapılıyor. Proje konusunu da seçme imkânımız yok. O kadar sınırlandırılmış durumdayız, ki bir örnek vereyim, bu dönemki projemde hocam “Düz çatının suyunu nasıl akıtacağız, onu beşik çatı yapalım” dedi. Yani o kadar sınırlıyız.

3 senedir KTÜ’deyim ve bizim dönemimizle birlikte temel tasarım ve mimari proje dersleri ayrı ayrı yürütülmeye başlandı. 1. sınıfta hem temel tasarım, hem proje dersi aldık. Daha üst sınıflarda mimari proje olarak devam ettik. Temel tasarım dersinde aldıklarımın bana çok büyük katkısı olduğunu düşünüyorum, çünkü birinci sınıfta tam olarak çizgimiz, mimari düşüncemiz belirmeye başladığı için, temel tasarımla mimari projenin birlikte alınması, bizim ilk mimari projemize farklı açıdan bakmamızda çok yardımcı oldu.

Evren BAŞBUĞ: ODTÜ’nün sistemi, bence güzel bir sistem. 1. sınıfta, ilk dönem sadece temel tasarım alıyoruz. Fakat, ikinci dönemde buna ek diyebileceğimiz, “Mimari tasarıma giriş” adı altında, temel tasarımdan biraz daha mimariye yönelen, ama çok da rasyonel şeyler yapmanızı gerektirmeyen bir ders alıyoruz. Bunun yanında 1. sınıfta, yapıya ya da detaya dair herhangi bir ders almıyoruz. Sadece mimarlık kültürüne dair birtakım bilgilendirme dersleri alıyoruz; “Mimarlığa giriş” gibi. Bir de, mimarlık eğitiminde ve mimarlıkta kullanılacak yönteme dair, “Mimar ne iş yapar? Bu prosedür nasıl işler?” konularını içeren dersler alıyoruz. Çizime ilişkin grafik dersleri var. Temel tasarım dersleri, aslında bir proje dersi gibi ele alınıyor ve sonunda bir ürün çıkıyor. Bu ürün, genelde temel tasarım dersinde gerçek olmayan bir senaryo üzerinden yaratılmış bir tasarım oluyor. Mesela, biz dünya üzerinde bulunmayan birtakım bitkiler tasarlamıştık ve daha sonra bu bitkileri içinde barındıracak ve sergilenmesini sağlayacak bir mekân yaratmıştık. Bence, 1. sınıfta ne alırsanız, kâr oluyor, ondan sonrası tamamen insanın kendi kişiliğine ve mesleğe olan ilgisine, yatkınlığa kalmış bir durumdur.

Cânâ BİLSEL: Hocaların etkisi ne yönde oluyor?

Evren BAŞBUĞ: Ben, bu olaya belki biraz kişisel yaklaşıyorum. Benim mesleğe dair aileden gelen bir yakınlığım var. Fakat, burada büyük bir problem görüyorum. Okulumdan, birinci seneden sonra çok bir şey almadığımı düşünüyorum. Akademik ortam, bir insanın mesleğe yatkınlığı ve aşinalığı veya seviyesi ne olursa olsun, özel olarak bireye hitap etmeli ve hangi seviyede olursa olsun, onu daha yukarı çıkartabilmelidir. Bunun için de atölye gruplarında, öğrencilerin bir grup olarak düşünülmemesi ve hocalar tarafından her bireye farklı şekilde yaklaşılması gerekiyor.

Bunların dışında, okuldaki büyük bir problemin de, okulların kendilerini yenilememeleri olduğunu düşünüyorum. ODTÜ’ye bakıyoruz, 30 senedir yaklaşık aynı kadro var. Mimarlığın yaşam değiştikçe kendini devamlı suretle yenilemesi gerekir. Üsttekiler hep aynı kalıyor, yeni katılanlar da etkili olamıyorlar. Türkiye'de, bir insanın yaşı ve tecrübesi saygı konusudur. Ama bir şeyler kötüye gidiyorsa, bunu durdurmak lazım. Belki, şöyle bir model önerebilir: Yurtdışındaki okullarda akademik kadro, ülke içinde devamlı döngü içindedir. Birtakım okullar akademik kadrolarını değiştirerek, devamlı suretle eşit standardı koruyorlar; bu birinci avantajı. İkincisi de, yeni bilgiyi taze tutuyorlar. Bizde bir döngü sistemi olmadığı için, bu, üniversitenin belli bir üslubunun oluşmasına, üniversiteler arası farklılaşmalara, ayrışmalara neden oluyor. Orası akademik bir ortam, biz ne kadar öğreniyorsak, bu kadro da o kadar öğrenmek ve kendini yenilemek zorunda hissetmeli. Kendini yenileyemezse, bana bir şey katamaz. Ben aslında mimarlığı o yenilenen çevre içinde öğrendim. Tatillerde tatil yapmayıp, büroda yarışma çizdim, onlara yardımcı oldum. Piyasada devamlı yenilenen bir bilgi sisteminin içinde oluyorsunuz. Okul kendini yenilemiyor ve daha yetersiz kalıyor. Mesela, İstanbul’da bir büroda 2 ay yaz stajı yaptım. Okulda 2 senede aldığımdan çok daha fazla şey aldım.

Ceyhun BASKIN: Bu dönem bir grup olarak iki defa öğrenci proje yarışmasına girdik. Bu proje yarışmaları için, okuldan devamsızlık olmasın diye rapor almak zorunda kaldık. O dönemdeki stüdyo hocalarımız bizi desteklemedi hatta “Yarışmayı girecekseniz, bu dönemi bırakın” dediler.

Serhat BAŞDOĞAN: Bir ekleme yapmak istiyorum. Sanırım UIA’nın Berlin yarışmasından bahsediyorsun; aynı yarışmaya ben de katıldım. 1.000 kişi katılmış, 600’e yakını okul projesi olarak katılmış. Bu öğrenci yarışma projesini, okul projesi olarak yapmak istediklerini belirtmişler ve onay almışlar. Ben böyle bir teklifle gittiğimde, “Hayır bizim kendi projemiz var, bunu yapacağız” dediler. Onun için bir senede iki ayrı proje yaptım ve sonunda puanım da kırıldı. Bunun için, hiçbir zaman “Okulumuzun adını duyurdun” şeklinde bile bir söz duyamıyorsunuz.

Ceyhun BASKIN: Ne kadar acıdır ki, o yarışmadaki 1.000’den fazla katılımın sadece 12’si Türkiye'den. Ama sadece İtalya’nın Cenova kentinden 80 proje gitmiş.

Melike SÜMERTAŞ: Bizim okuldaki eğitim sistemi hakkında şimdiye kadar daha çok bireysel rahatsızlıklardan bahsedildi ama buradaki arkadaşların çoğu, ODTÜ’deki sistemden haberdar değiller. Böyle bireyselliğe indirgendiğinde, genelleme yapmak bazı noktalarda hatalı olabiliyor ve onları düzeltmek istiyorum. Evren’in bahsettiği “ikinci sınıftan itibaren bir şey kazanmadım” kısmına ben de biraz katılıyorum. Birinci sınıfta temel tasarım eğitimiyle aldığım açılımı, bir daha aynı şekildeki yapamadım. Bireye özgürlük sorunu, kesinlikle önemli. Gerçekten Evren’in ya da Ceren’in içinde bulunduğu durumla benim durumum çok farklı. Hepimiz farklı koşullarda yaşıyoruz. Ayrıca eğilimlerimizi ve yönelimlerimiz farklı. Bir proje yaparken, biri bir noktasından, biri bir başka noktasından ilerliyorsa, akademisyen bu ikisini de ilerletebilecek durumda olmalıdır. Takip edebilecek durumda, yeniliklere açık durumda olmalıdır.

Hoca ya da proje seçimine gelince, 2. sınıftan 4. sınıfa kadar hoca seçilemiyor. 2. sınıfta seçmedik ama bir şekilde bir grup ayrımı vardı. Bizden sonraki 2. sınıflarda, proje ayrımı da geldi. 3. sınıftayken yine biz seçmedik, kura sistemiydi. Ama hakikaten “bu hocayla çalışmak istemiyorum ya da yapamayacağım” diyen arkadaşlara az çok istisna tanındı. 4. sınıfta da, hoca ismi verilmeden projeler verildi; projeye göre seçim yaptıktan sonra, o projeleri verecek hocaların isimleri açıklandı. Yani hocayı değil projeyi seçtik. Ama daha önceki yıllarda, 4. sınıfta hocaları seçerek mimari proje dersini alıyordunuz. Hocaları çok tanımadığımı düşündüğümden, proje seçilmesini daha başarılı buldum. Ayrıca, ODTÜ’de “bitirme projesi” ya "uygulama projesi” diye bir sistem yok. 2. sınıftan itibaren mimari projeye başlıyorsunuz ve aşama aşama gelişiyor. ODTÜ’de, temel tasarımla başlayıp, mimari projenin büyük ölçeklerinde bitirdiğimiz bir sistem var.

Cânâ BİLSEL: Mimarlık eğitiminin özüne ilişkin bir konu: Acaba mimarlık eğitimi, kaçınılmaz olarak bireyselliğin, bireysel üretimin ve yaratıcılık adına egonun bir şekilde özendirildiği, ön plana alındığı bir eğitim mi? Böyle olmak zorunda mı? Buluşmada, “Tasarımcı yaratırken yalnızdır” gibi bir atölye konusu vardı. Bu, acaba bir mit mi? Grup çalışması konusunda ne düşünüyorsunuz? Neden mimarlar grup olarak çalışamıyorlar, acaba eğitimin getirdiği bir şey mi?

Aslı ÖZBAY: Bu konuyu biraz daha varolan mimari çevreyle ilişkilendirmenizi talep edebilir miyim? Açmaya çalışırsam; mimarinin eğitim süreci içinde bireysel bir alan, hatta “bir ego” olarak sunulmasının ötesinde, gerek kentleri oluşturan apartmanlaşmanın anonim mimarları, gerekse “primadonnalar” düzeyinde ortaya çıkan mimarların ortaya koydukları ürünler ve onların çeşitlenmesi açısından durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evren BAŞBUĞ: Mimarlık tanımı itibariyle, bence hem birçok mimarın aynı anda çalışmasını gerektiren, hem de birçok başka meslek dalıyla aynı anda koordine bir şekilde çalışması gereken bir meslek dalıdır. Kolektif çalışma yetisi, bence okulda kazanılması gereken bir şeydir. Bunu grup çalışmalarıyla, grup projeleriyle yapmak lazım, ki gerçek yaşamda da öyle artık. Özellikle kentsel ölçekte yaptığınız bir tasarımda, memnun etmeniz gereken kişi sayısı inanılmaz fazladır. Memnun etmeniz gereken kişi sayısı arttıkça, sizin başka mesleklerle koordineli, faydalı bir şekilde çalışmanız gerekiyor. Bunun da okulda kazanılması gerekiyor.

Melike SÜMERTAŞ: Buluşmanın temasını açıklarken bahsettiğimiz 80 kuşağı çocukları olarak “her koyun kendi bacağından asılır”ın koyunları olmak böyle bir şey. 70’lerin söyleminden uzaklaşmış durumdayız, hani toplumun yükselmesi için bir kişinin değil, bütün toplumun birlikte yükselmesi gerekir. Bu sadece mimarlığa özgü değil, ama mimarlık eğitiminde de çok fazla etkisini görüyoruz. Primadonnalar var, onlara özendiriliyoruz ya da onlar ideal gösteriliyor. Grup halinde çalışmamız gerektiğinin altı çok çizilmiyor. Tabii ki, tasarım sonuçta bir kişiselleştirmedir. Bir okuldan ya da bir toplumdan bir star çıkması ya da bir kişinin dünya çapında çok büyük işler yapması, aslında o ülkeye hiçbir şey getirmeyebiliyor. Bu toplumun birlikte yükselmesi gerekiyor.

Serhat BAŞDOĞAN: Bu konuda en büyük problemin, okullardaki not sistemi olduğunu düşünüyorum. Böyle bir grup çalışması yapılacaksa, hocalarımızın en büyük kaygısı nasıl not verecekleri oluyor ve bu yüzden de bireyselleştiriyorlar. Aslında bence onlar da, toplu halde bir şeyler üretmenin faydasını biliyorlar. Birlikte üretmenin getirdiği faydalar yüzünden yarışmalara da grup halinde katılmaya çalışıyorum.

Ahmet ÜSTEKİDAĞ: Grup halinde çalışmanın başarılı olabilmesi için, o grup üyelerinin egolarını tatmin etmiş olmaları ve olaya çok objektif yaklaşmaları gerekiyor. Bu yönde şanslı bir okul olduğumuza inanıyorum, çünkü mimari proje dışındaki, tüm “proje” adı altında geçen dersleri grup halinde alıyoruz.

Aslı ÖZBAY: Bu noktada Türkiye'de varolan mimarlık sürecini, ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Serhat BAŞDOĞAN: Bizim okuldan örnek vereyim. Altıncı döneme, hani geçen Buluşma’da da “İstanbul beşlisi” denen grup geliyor, yani Emre Arolat, Han Tümertekin, Nevzat Sayın, Gökhan Avcıoğlu ve Murat Tabanlıoğlu...Fakat, bu insanların mimaride şimdiye kadar ne söyledikleri ortadadır. Yani bir söylem getirmediler. Öğrenciler arasından bile çok fazla manifestovari projeler çıkıyor. O yüzden ben şu andaki durumu çok kısır bir döngü içinde görüyorum. Biraz entelektüel görünen, ancak kendi içlerinde entelektüel -yanlış anlamayın, entel değil- bilgiyi kullanabilen gibi görünen, ancak bunu kendi içinde kısırlaştıran bir grup olarak görüyorum. Bizim çok daha farklı ve iyi olacağımızı düşünüyorum.

Melike SÜMERTAŞ: Hem bu masa etrafından tartışmadan, hem de buluşmadan gördüğüm, bizlerin az çok belli bir farkındalığın insanları olduğumuz. Ama verilen “İstanbul beşlisi” örneği üzerinden gidersem, eleştirel bakmadan, popülerliğe hâlâ çok takılı olan bir çoğunluk var aramızda.

Aslı ÖZBAY: “Beşliyi bile” derken şunu mu kastediyorsunuz: “Türkiye'de mimarlıkta varılan doruk nokta bu ve buna bile eleştirel bakılmıyor...” Doğru mu anlıyorum?

Ferhat HACIALİBEYOĞLU: Bu “beşli” kavramını da burada öğrendim ama onlara da haksızlık etmeyelim. Onlar da belli şeyleri reddedip de, bir şeyleri oluşturmaya çalışmış insanlardır. Bir alternatif üretmeye çalıştığımız platformlardan, kendi dillerini, kendi tarzlarını, inançlarını oluşturup, onunla yükselmiş insanlardır. Onların o çıkışlarını, uğraşlarını o bağlamda ele alırsak, takdir etmek gerektiğine inanıyorum. Ama bununla yetinilmemesi gerekir elbette. Buna ne katabiliriz, bir adım ileriye nasıl gideriz, sorusunu sormalıyız.

Ceren SEVEROĞLU: Her üniversiteden 5 kişi bir araya gelip güç birliği yapabiliyorsa, sonra o 5’er kişiler toplanıp birlikte fikir üretebiliyorsa, bir şeyler değiştirilebilir. Her akım ya da her manifesto binlerce kişinin elinden çıkmadı; bu noktada bunu da düşünmek gerekir.

Ahmet ÜSTEKİDAĞ: Biz, mimarlığın geleceğini konuşuyorduk; yığın olmaktan kurtulup, topluluk haline geldiğimizde bu sorunu çözebileceğimizi söyledim. Birbirimizden haberdar olmalıyız. Birleşme için iletişim önemlidir. 3. sınıfın sonunda “buluşma” diye bir şeyin olduğunun farkına vardığım için kendimi çok kötü hissettim. Olabildiğince tüm buluşmalara katılacağım.

Cânâ BİLSEL: Mimarlık eğitimiyle ilişkilendirelim: Nasıl bir gelecek için, nasıl mimarlık eğitimi modeli gerekiyor?

Ahmet ÜSTEKİDAĞ: Öncelikle “mühendislik-mimarlık fakültesi” yerine “mimarlık fakültesi” kavramı olmasını istiyorum. Mühendislik-Mimarlık Fakültesi öğrencisiyim ve benim mimari proje dersim, bir statik dersiyle eşdeğer ve eşit statüdedir. Mimarlık fakültelerinde, mimari proje dersinden kaldığın zaman, bir üstteki projeyi alamıyorsun. Mühendislik-mimarlık fakültesinde öyle bir statü var ki, eğer 5 projeden de kaldıysan, o 5 projeyi aynı dönem içinde alma hakkın var. Statü olarak haberdar olmayabilirsiniz. Hiç kimse bunu uygulamaya çalışmadığından veya hiç düşünmediğinden çok ütopik zaten.

Serhat BAŞDOĞAN: Ben, özgür, aynı zamanda yenilikçi ve dinamik bir eğitim istiyorum.

Melike SÜMERTAŞ: Özgürlüğe inanıyorum. Bireyin değil, topulumun yükselmesini, gelişmelere açık olmasını ve sürekli yenilenmesini istiyorum.

Ceyhun BASKIN: İnsanı tek başına olmaktan uzaklaştıracak, ekip olarak çalışmayı artıracak bir eğitimden geçmeyi istiyorum. Çıktığımızda tek başına ayaklarımızın üzerinde durmak zorunda olmadığımızı bilelim. Birisi düşecek olursa, diğerinin elinden tutabildiği bir eğitimden geçmeyi isterim. Bireyin özgürlüğünün, bağımsızlığının, farklılığının yitirilmeden, grup bilincinin oluşturulması, fikri ortaya çıkıyor.

Evren BAŞBUĞ: Arkadaşlar çok dramatize etti. Benim tek dert edindiğim konu, köhneleşmiş kadroların değişmesi.

Kadir SOMUNCUOĞLU: Benim şu anda mimarlık ortamında en ağrıma giden, yapılanlara kılıf giydirilmeye çalışılmasıdır. Bir küp yapıp, üzerine binbir çeşit senaryo yazıp, onun “saray” diye yutturulmaya çalışılması gibi. Bu açıdan da, “efektif bağlamda sağlamlık” diyorum. Umarım, ileride ülke mimarlığı olarak edinebiliriz.

Ceren SEVEROĞLU: Ben de özgür bir ortam istiyorum. Bu konu üzerinde çok konuşmadık ama, uzmanlaşmaya yönelebilen bir eğitim anlayışı istiyorum. Akademik kadroların değişmesi, güçlenmesi ve kimlik kazanmasını diliyorum.

Gülhis DUYGUN: Mimarların ne yapabileceklerinin farkında olmalarını diliyorum. Eğer, ne kadar potansiyelimiz olduğunu bilirsek, her şeyi değiştirecek güce de sahip oluruz.

Ferhat HACIALİBEYOĞLU: Benim söylemek istediğim, kişinin yaptıklarına inanması. Buluşmada kazandığım bir söz var: “Eve giderken başkasından geçmek” diye. Çok güzel bir söz, başkasından bir şey almak, onun inandıklarını değerlendirmek ve başkasına bir şey katmak anlamında.

Serhat BAŞDOĞAN: “Gelecek için iletişim ve birleşim” diyorum.

Ceyhun BASKIN: Ben de herkese teşekkür ediyorum.

Cânâ BİLSEL: Diğer okullardan gelip burada bizimle düşüncelerini paylaşan ve bu buluşmayı düzenleyen arkadaşlarımıza teşekkür ederiz. Bir şeylerin değişmesi için, bu oluşum iyi bir başlangıçtır.

Bu icerik 7874 defa görüntülenmiştir.