405
OCAK-ŞUBAT 2019
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
DOSYA: Kriz Ortamında Mimarlık

Kriz ve Seçim Ortamında Kentleri, Yerel Yönetimleri ve Demokrasi Sorununu Yeniden Düşünmek

H. Tarık Şengül, Prof. Dr., ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü

Toplumsal ve siyasal yaşamda kriz, hâkim ilişkilerin yeniden üretemediği koşullarda ortaya çıkar. Krizin aşılması yeni bir alternatifin ortaya konulması ve hâkim hale gelmesiyle sağlanır. Türkiye son dönemde giderek ağırlaşan çok boyutlu bir kriz yaşıyor. AKP etrafında tanımlanan hegemonya projesi artık kendisini yeniden üretemiyor. Ancak bu krizi aşacak bir alternatif de belirginleşmiyor.

Tam da bu kritik noktada, krizin anlaşılması önemli hale gelmiş bulunuyor. Bu kısa değerlendirmedeki ana vurgularımızdan biri sözünü ettiğimiz krizin büyük ölçüde bir kentsel kriz olmasıdır. Bu nedenle, krize yönelik üretilecek stratejilerin ve alternatiflerin bu özgün boyutu dikkate alması gerekiyor. Bu durum, yaklaşmakta olan yerel seçimleri de ayrıca önemli hale getiriyor.

KENTLERİ ANLAMAK: EKONOMİK VE JEOPOLİTİK MANTIK

Yaşadığımız krizin kentsel bir kriz olmasının en önemli nedeni, 1980 sonrası giderek derinleşen biçimde kentlerin gerek ekonomik süreçlerin gerekse de siyasal süreçlerin merkezine gelmesiyle yakından ilişkilidir. Kentler, sermaye birikimi ve toplumsal kontrolün merkezinde yer aldığı ölçüde, bu ilişkilerden doğan krizlerin de merkezinde olmaları kaçınılmaz hale geliyor.

Ekonomik ve siyasal süreçlerin kent mekânıyla olan yakın ilişkisini kavramsallaştırmak açısından Arrighi’nin sermaye birikim süreçlerini çözümlemesinde tespit etmiş olduğu iki farklı iktidar mantığı uygun bir başlangıç noktası sağlamaktadır. Bu mantıklar kapitalist birikim mantığı ve topraksal ya da jeopolitik mantık olarak isimlendirilebilir. Kapitalist mantık, meta üretimi yoluyla birikimi hedeflerken, topraksal mantık ana hatlarıyla belli sınırlar içinde kalan toprakların ve ona tekabül eden nüfusun kontrolünü hedefleyen jeopolitik nitelikteki ilişkilere karşılık geliyor. Topraksal mantık bugüne kadar, uluslararası sistem içinde ülkelerin jeopolitik konumlanmaları üzerinden işleyen bir süreç olarak ele alınmış, ülke içi sınırlar ve konumlanmalar büyük ölçüde bu tür bir mantığın parçası olarak görülmemiştir. Bu tür bir bakış açısının yetersizliği, küreselleşme dinamiklerinin ulus devletleri aşındırdığı günümüz dünyasında çok daha açık görünür hale gelmiştir. Ulus ötesi süreçlerin ulusal düzeyle olan ilişkisi birincisi lehine yeniden tanımlanırken, jeopolitik mantığın işleyişinin ulus-altı ölçeklerde ve özellikle de kentlerde kendisini çok açık biçimde gösterdiğini söyleyebiliriz.

Bu çerçeveden bakıldığında, kentlerde kapitalist mantığın dayattığı metalaştırma süreci kentleri kapitalist birikim süreçlerinin mantığına boyun eğdirirken, jeopolitik mantık muhafazakârlık ve milliyetçilik ekseninde çeşitli kesimlerin ve mekânlarının kentlerde ve kentler arasında konumlanışlarını dramatik biçimde yeniden tanımlıyor ve yeniden yapılandırıyor. Sınırların yeniden tanımlanması, stratejik parçaların ele geçirilmesi kentsel gerçekliğin ve çelişkinin metalaştırmayla birlikte tanımlayıcı bir unsur olarak öne çıkarken; planlama, zor yoluyla el koyma, acele kamulaştırma ve kentsel dönüşüm gibi araçlarla sadece büyük rantlar yaratılmakla kalmıyor; birçok durumda, jeopolitik tercihler çerçevesinde çeşitli kesimler yerlerinden edilip, görünmez ve duyulmaz hale getirildikleri bir tanzimin “kurbanları” haline getiriliyorlar. İstanbul örneğinde, İstiklal Caddesi ve Taksim’in dönüşümü jeopolitik müdahale açısından çarpıcı örneklerden sadece birini oluşturuyor. Metalaştırma odaklı müdahaleler açısından İstanbul’da uygulanan kentsel dönüşüm örnekleri yanında, büyük ölçekli projelerin odaklandığı İstanbul’un kuzeyi çarpıcı bir örnek olarak öne çıkıyor. Bu örnekleri diğer kentler için de çoğaltmak hiç zor değil.

Özetlemek gerekirse, metalaştırma (kapitalist mantık) ve muhafazakârlaştırma (jeopolitik mantık) farklı kaynak ve kaygılardan beslenmekle birlikte, birbirleriyle rezonansa girdikleri ölçüde, birbirlerine yönelik tamamlayıcılıklar yanında tutarsızlıklar da üreterek kentsel çelişki ve gerilimleri bugüne kadar görmediğimiz bir ölçeğe ulaştırmış bulunuyor. Kentsel çelişkinin ulaştığı bu dramatik aşamayı anlamak açısından siyasete ilişkin temel bir noktanın altının çizilmesi gerekiyor. Siyaset, biz ve öteki, dost ve düşman gibi cephelerin tanımlanması yoluyla yapılır. Ancak demokratik bir işleyişte, bu tür bir tanımlama tarafların birbirlerini ortadan kaldırması anlamına gelmez. Ne var ki, metalaştırma-muhafazakârlaştırma-milliyetçileştirme rezonansı, siyaseti giderek açık hale gelen bir biçimde karşıtını yenmekle yetinmeyen ve tasfiye etmeyi hedefleyen bir etkinlik haline getirmiş; bu tür bir uzlaşmazlık etrafında tanımlandığı ölçüde siyaset, bir savaş mantığına bürünmeye başlamıştır.

DEMOKRASİNİN İMKÂNSIZLIK HALİNE GELİŞİ

Siyasetin savaş mantığına bürünmesinin önemli olumsuz sonuçlarından biri demokratik işleyişin giderek bir imkânsızlık haline gelmeye başlamasıdır. Bir başka biçimde ifade etmek gerekirse, metalaştırma-muhafazakârlaştırma rezonansı siyaseti savaş mantığına doğru iterken, demokratik işleyişleri de askıya alan bir olağanüstü siyaset kurgusunu ve pratiğini öne çıkarmış bulunuyor. Bu olumsuz gelişmeye eşlik eden bir başka olumsuzluk ise kentleri şekillendiren ana kararların alınmasına ilişkin mekanizmaların merkezîleştirilmesidir. Mekânın geniş ölçekli metalaştırılması, daha önceki dönemlerde kentlere ilgisi sınırlı kalmış büyük ölçekli aktörlerin kente olan ilgisini artırmıştır. Bir yanda büyük şirketlerce temsil edilen sermaye, diğer yanda merkezî yönetim etrafında konumlanmış siyasi aktör ve kurumların kentsel rantlara ve büyük ölçekli projelere olan ilgisi, bu kesimleri söz konusu süreçlere yönelik karar mekanizmalarında belirleyici olmaya yöneltmiş bulunuyor. Benzer biçimde jeopolitik kaygıların bir ifadesi olarak muhafazakârlaştırma ve milliyetçilik projeleri de kentteki sınırları yeniden çizme kaygısını öne çıkardığı ölçüde merkezîleşme ve toplulaştırma yönünde bir yönelimi güçlendiren bir başka neden olarak yukarıda söz ettiğimiz sürece katkıda bulunuyor.

BELEDİYELERİ YENİDEN ÖLÇEKLENDİRME VE (Y)ETKİSİZLEŞTİRME

Kentlerin yönetimi üst ölçeklerden yapılan müdahalelerle şekillendirilirken, kentlerin seçimle oluşan asli yerel yönetim birimi belediyelerin son dönemde dikkate değer bir yeniden yapılandırma ile karşı karşıya kaldıkları görülmektedir. Bu çerçevede önemli değişimlerden biri büyükşehirlerin sayısının artırılmasıdır. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı yasayla, büyükşehir sayısı 16’dan 30’a çıkmış oldu. Geriye 51 il kalmış olsa da, nüfus ağırlıkları nedeniyle, Türkiye nüfusunun % 78’lik bir bölümü bugün itibariyle büyükşehirlerde yaşar hale gelmiştir.(1)

6360 sayılı Kanun neticesinde, bu yerleşmelerde İl Özel İdareleri ortadan kaldırılmış ve bu birimler tarafından üstlenilen sorumluluklar belediyelere verilmiştir. Bu düzenleme sonucunda belediye sayısının da yarı yarıya azaldığına dikkat çekmekte yarar. Benzer biçimde, büyükşehir ilan edilen yerlerde tüzel kişiliği olan köy muhtarlıklarının lağvedilmesi sonucu köyler mahalleye dönüştürülmüş ve köy ortak malları ve meraları üzerindeki kontrolü kaybetmişlerdir. Bu çerçevede köy sayısının da yarı yarıya azaldığını söylersek, büyükşehirlerin sayısını artıran düzenlemenin büyükşehirler bünyesinde yerel yönetimlerin toplulaştırılması anlamına geldiğini görürüz.

Toplulaştırmanın gerisindeki gerekçeyi metalaştırma ve jeopolitik kaygılar çerçevesinde açıklayabiliriz. Sermaye birikim süreçleri açısından, metalaştırmanın bu derece önemli hale geldiği bir durumda mekânsal birimlerin parçalı ve dağınık muhatapları yerine büyükşehir belediyeleri aracılığıyla, imar ve rant merkezli süreçlerin düzenlenmesi daha akılcı bir durum

yaratmaktadır. Bu çerçevede aynı sürecin kırsal kesim ve tarımın, kentsel rantlar karşısında gözden çıkarılmış olduğuna da ayrıca işaret etmek gerekir.

Öte yandan, büyükşehir sisteminin yaygınlaştırılmasının jeopolitik nitelikte iki gerekçesi bulunuyor. Birincisi büyükşehir statüsünde olmayan illerin bir bölümünün “bütünşehir” haline getirilmesi, bu illerde daha önce belediye sınırları içinde olmayan kırsal yerleşmelerin belediye sınırlarına dâhil edilmesini sağladı ve bu yerleşmelerde yaşayan kırsal seçmenler belediye seçimlerinde de oy kullandılar. Kırsal seçmenin genel olarak AKP’ye yakınlığı düzenlemeye konu olan büyükşehirlerde AKP’nin belediye seçimlerini kazanmasını kolaylaştırdı.

İkinci önemli gerekçe ise başkanlık sisteminin idari açıdan bir il sistemine oturtulmak istenmesi. Başkanlık sisteminin hâkim olduğu birçok ülkede var olan eyalet-seçilmiş vali yerine bizde il-seçilmiş büyükşehir belediye başkanı öne çıkacak. Muhtemel ki olağanüstü koşullarda kullanılmak üzere atanmış valiler görev yapmayı sürdürecekler; ancak il denildiğinde, Başkan’ın muhatabı büyükşehir belediye başkanları olacak.

Ancak bu değişimin demokratikleşme anlamına gelmediğini de görmek zorundayız. Geçtiğimiz dönemde Başkanlık makamı kararlarıyla Ankara, İstanbul, Bursa, Balıkesir gibi yerlerde, AKP’den seçilmiş büyükşehir belediye başkanları istifa ettirildiler. Güneydoğu’da yoğunlaşan kayyum uygulaması da dikkate alındığında, Başkanlık sisteminde her ne kadar il ve büyükşehir ölçeği topraksal örgütlenmenin ana nüvesi olarak görülüyorsa da, bu işleyişte büyükşehirlerin ve genel olarak belediyelerin başkanlık sisteminin sıkı kontrol ve denetiminde tutulmak istendiği anlaşılmaktadır.(2) Sözünü ettiğimiz yukarıdan kontrollü işleyişin belediyeler dışındaki yeni mekanizma ve muhataplarına da biraz daha ayrıntılı bakmak yeni işleyişi anlamak açısından önemlidir.

KENTLERİ YUKARIDAN YÖNETMEK

Yerel yönetimlere ilişkin yaptığı tanımlamada Marksist kuramcı Cockburn, “yerel yönetimler” yerine “yerel devlet” kavramını kullanır ve yerel devleti karar verme organları seçimle oluşan birimlere indirgemeyi reddeder. Cockburn için yerel düzeye müdahale eden tüm devlet kurumları yerel devlet aygıtının parçasıdır.(3) Bu yaklaşımın geldiğimiz noktada yerel üstü devlet ve sermaye aygıtlarının kentlerin şekillendirilmesinde oynadığı kritik rolü dikkate almak açısından önemli bir açılım sağladığını söyleyebiliriz.Devlet örgütlenmesi açısından değerlendirildiğinde, kentsel rantlara el koymak ve devletin kentler üzerindeki jeopolitik müdahalelerini merkezîleştirme stratejisinin bir parçası olarak, Cumhurbaşkanlığı makamından başlayarak, TOKİ, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Özelleştirme İdaresi gibi merkezî yönetim kurum ve kuruluşlarının başta planlama olmak üzere yerel yönetimlerin yetki alanında olması gerektiği varsayılan birçok müdahale aracını uzunca bir süredir kullandığını biliyoruz. Bu yönüyle söz konusu yapıların belediyelerden çok daha etkin biçimde kentlere müdahale ettiklerini ve geleceklerini belirlediklerini söyleyebiliriz. Tam da bu çerçevede, bugün ekonominin sürükleyici gücü olarak görülen ve kentsel nitelikteki büyük ölçekli projelerin tamamında, yerel yönetimlerin değil, merkezî yönetimin bu birimlerinin etkili olduğunun da bir kez daha altının çizilmesi gerekiyor.

Merkezden yerele etki ettikleri ölçüde yerel devletin parçası haline gelen, ancak yerel halkın oy kullandığı sandıklardan çıkmadıkları gibi; kentlere yaptıkları müdahalelerin hızlı ve etkili hale getirmesi adına acele kamulaştırma, ÇED muafiyeti gibi ayrıcalıklı ve demokratik olmayan bazı istisnai yetkileri kullanıyor olmaları, demokratik mekanizmalarda yaşanan aşınmanın boyutlarını göstermesi açısından ilginçtir.

Seçimle gelen yerel yönetim birimlerini kentlerin temsilcisi olmaktan uzaklaştıran tek dinamik, devlet içinde konumlanmış merkezî güçlerin yerel üzerinde hak iddia etmeleri değildir. Bir başka dinamik, yine çoğu durumda söz konusu merkezî güçlerle etkileşim içinde büyük şirketlerin sermayenin, kritik kentsel hizmetlerin sağlanmasında tekel konumuna gelmesidir. Çoğu büyük ölçekli proje kapsamında ihale edilen ve devletin sağladığı kâr garantisi ve benzer güvencelerle donatılan bu hizmetler, uzun vadeli olarak çeşitli sermaye gruplarına ihale edildiği ölçüde, bu şirketleri sadece kentsel hizmetlerin sunumunda bir tekel haline getirmekle kalmıyor; aynı zamanda bu kesimi yerel devlet aygıtının da bir parçası yapıyor. Şehir hastaneleri, havalimanları, otoyol, köprü hizmetleri bu şirketler tarafından sağlandığı ölçüde, bu piyasa aktörlerinin birer yerel yönetim birimine bütün ayrıcalıklarıyla dönüştüğü yadsınamaz. Bu birimlerin tam da bu nedenle demokratik denetim mekanizmalarından muaf kent yönetimleri haline geldiğini ve başta belediyeler olmak üzere, yerel yönetimlerin yetkilerine el koyduklarını söylemek yanıltıcı olmayacaktır.

Devletin şirketleşip, şirketlerin devlet haline gelişi kent yaşamının birçok başka alanında da aynı mantığın yeşermesiyle sonuçlanıyor. Bu çerçevede bugün alışveriş ve iş merkezleri, plazalar ve hatta konut sitelerinde yönetim yapılarının benzer biçimde mülkiyet üzerinden oluşturulduğu ve bu alanların yönetiminin bu tür şirket yapıları tarafından yerine getirildiğine de ayrıca dikkat çekmek gerekir.

MART 2019 YEREL SEÇİMLERİNE YÖNELİK DEĞERLENDİRME

Buraya kadar yaptığımız değerlendirme Mart 2019 Yerel Seçimleri için ne söylüyor? Yukarıdaki çözümlemede, metalaştırma ve muhafazakârlaştırma etrafında örülen hegemonya projesinin ana hatlarını özetledik ve bu sürecin merkezinde kentlerin olduğunu gösterdik. Yerel seçimlere yönelik değerlendirmeye geçmeden önce, sözünü ettiğimiz projenin tam da bu seçimlerin arifesinde ciddi bir krizle karşı karşıya olduğuna işaret etmek gerekiyor.

Bu krizin anlaşılacağı gibi biri ekonomik, diğeri jeopolitik olmak üzere iki önemli boyutu var. Birincisi artık hepimiz farkındayız ki, inşaat sektörüne yaslanan rant ekonomisi ve metalaştırma süreci ciddi bir tıkanmayla karşı karşıya ve kendini yeniden üretemiyor. Ancak karşı karşıya olunan kriz sadece ekonomik değil, siyasetin giderek artan biçimde bir savaş mantığına teslim edilmesi “Bir arada yaşayabilir miyiz” sorusunu öne çıkaran bir siyasal-yönetsel krize yol açmış bulunuyor. Bu çerçevede krizin aşılması krize yol açan politikaları uygulayan siyasi irade olan AKP’nin yerel seçimlerde yenilgiye uğratılması önemli hale geliyor. Bununla birlikte, yerel seçimde, AKP ile birlikte krize yol açan politikaların da yenilgiye uğratılması gerekiyor. Kentlerde yoğunlaşan bu politikaları hedeflemeden, sadece siyasal iktidarı hedeflemek krizin aşılmasını sağlamayacaktır. Bu nedenle, bir yanda kentleri ve kırı mahkum eden rant merkezli metalaştırma projesini ve kentleri bir savaş alanı gibi görüp, toplumun çeşitli kesimlerini karşı karşıya getiren jeopolitik mantığı aşacak bir siyasi proje ve iradenin ortaya konulmasına ihtiyaç var. Bu nedenle, seçim bir karşı karşıya geliş anı olarak önemlidir, ancak verilecek mücadelenin çok daha uzun soluklu ve yukarıda sözünü ettiğimiz olumsuzluklara karşı politika ve stratejiler üreten bir içeriğe kavuşması bir zorunluluk. Yerel seçimlere giderken, en büyük eksiklik böylesi bir kapsamlılığa sahip bir program ve siyaset cephesinin kurulamamış olmasıdır.

NOTLAR

1. Geçtiğimiz dönemde bu sayının 60’a kadar çıkacağı ifade edilmişse de, yerel seçimlerin yakınlığı nedeniyle iktidar bu düzenlemeden şimdilik vazgeçmiştir.

2. Bu yazı tamamlandıktan hemen sonra, belediye başkanlarını görevden alma yetkisinin İçişleri Bakanlığı’ndan Cumhurbaşkanı’na aktarılması yönünde çalışma yapıldığı haberleri basına yansımıştır.

3. Cockburn, Cynthia, 1977, The Local State, Pluto Press, Londra.

 

Bu icerik 2374 defa görüntülenmiştir.