413
MAYIS-HAZİRAN 2020
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
DOSYA: YENİ BİR DÖNÜŞÜM SÜRECİ: COVID-19

Korku, Ecel ve Mimarlık Üzerine

Namık Erkal, Prof. Dr., TED Üniversitesi Mimarlık Bölümü

 

Alain Bertho'nun "'Sonraki gün' bugündür" başlıklı yazısında ifade ettiği gibi COVID-19 pandemisinin etkisi altında "bugün"e sıkışmış bir süreç yaşıyoruz.(1) Günü yakalamak ve yaşamak, “carpe diem”, genelde varoluşsal bir başarı olarak idealize edilir ama belirsiz ufuklu bugünleri yakalamak kolay değil. Böyle bir günde yazmak ise ister istemez varsayımsal ve esas olarak denemedir. Edebiyatta deneme lafını ilk Fransız yazar Michel de Montaigne adıyla duyanınız çoktur. Bu biçimi ortaya koyan da odur zaten, "Denemeler"ini can dostunu bir kolera salgınında ve kardeşini bir kazada yitirdikten sonra yazmaya başlar. Denemeler böyle günler içindir; herkesin ortak bir zeminde durduğu bir dünyada asal sorular üzerine farklı düşünceler öne sürmeye dayanır. Pandemik dünyayı mimarlık tarihi gözüyle ele alması beklenen bu yazı da gündem gereği bir denemedir. Bugün gibi korkunun egemen olduğu zamanlarda üretilen iyi niyetli ve yaratıcı mimari çözümlerin tek odaklı olmak, siyasi korku rejimlerinin aracı olmak ve farkında olmadan panik iklimini mekânda sabitlemek gibi olası sonuçları üzerine bir deneme. Bu tür bir işe girişirken yapısalcılık sonrası düşünürleri ama özellikle kuramcı-şehirci Paul Virilio'yu anmamak olmaz. Hızın, krizin, kazanın ve savaşın felsefecisi Virilio da uyarıcı yazılarını genelde, öngördüğü "bugün"lere uygun bir şekilde denemelerden oluşan kitaplar biçiminde yazmıştır.(2)

James C. Scott'un Tahıla Karşı: İlk Devletlerin Derin Tarihi adlı kitabı Neolitik ve Bronz Çağ arası dönemde yerleşikliğe geçiş ve devletlerin ortaya çıkışı üzerine bir küresel tarih çalışmasıdır.(3) Kitabın ön başlığı Türkçe çevirisinde salt hububata dair bir ifade olarak görünse de İngilizcesinde (against the grain) çift anlamlıdır. Tahıla karşı dışında, "doğasına karşı", "her şeye rağmen" demektir. Scott avcı-toplayıcılıktan tarım ve yerleşiklik merkezli yeni bir yaşam biçiminin kurulmasının zorluklarını aktararak bunun doğal bir süreç olmaktan ziyade her şeye rağmen başarılmış olduğunu örnekleriyle anlatır. Pek çok "neolitik devrim" denemesi yapılmış ve bunların büyük kısmı başarısız olmuştur. Başarılı olanlar ise büyük insani bedellerle gerçekleşir. Neolitik yerleşiklik koşulları ve besinin çoğalması doğurganlığı artırır. Buna karşın toplam nüfusta artış görülmez ve Neolitik öncesindekine benzer bir seviyede kalır. Bir diğer deyişle sadece doğum değil, ölüm oranları da artar, nüfus kırımı olur. Söz konusu ölümlerdeki artış aynı dönemde ortaya çıkan dinselliğin ve ecele karşı farkındalığın temeli olabilir. İnsan cenneti terk etmiş ve yeni düzeninde çeşitli cezalarını bulmuştur. Neolitik kırımın baş aktörleri zoonoz (hayvandan insana geçen) hastalıklardır. Bakteriyel ve virütik hastalıkların yayılımının altında yerleşikliğin yeni mekânsal yapısı da vardır. Aslında evcilleştirilen insanın ta kendisidir.

Avcı toplayıcılıktan meskenlerde yaşamaya geçiş ve beraberinde gelen evcilleştirme süreçleri yeni ekolojiler kurar; mikroorganizmalar, hayvanat ve insanatın ortak yaşamları. İlk meskenler, evcilleşmiş ve evcilleşmeden içerilere musallat olmuş hayvanlar ile insanların ortak yaşadığı yerler olarak bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkışında etken olur. Birçok bulaşıcı hastalık, içerilerde saklanan tahılın peşine düşmüş istenmeyen fare gibi canlılar, onlardan kurtulmak için bize katılan kedi gibi yardımcı avcılar, protein kaynağı olarak evcilleştirilmiş domuz, keçi, koyun gibi hayvanların meskenlerin mekânlarında yakınlaşması sebebiyle ürer. "Kusursuz bir epidemiyolojik fırtına" gerçekleşir. Komplo teorileri doğrudur; pandemiler insan üretimidir ve ilk meskenler aynı zamanda birer bulaşıcı hastalık laboratuvarıdır. Mimarlığa geçiş bir bakıma büyük risk alarak hayati hastalıkların tezgahından geçiştir. Mimarlık bu örtük işlevinin farkına çok sonraları varacaktır. O zamana değin anonim bilgi ve deneyime dayalı geleneksel çözümlerin birikimiyle mekânların arıtılmasına çalışılır. Neolitik devrimden bugüne uzanan medeniyetler tarihinde ironik olan, günümüzde meskenlerin bulaşıcı bir hastalıktan kurtulmanın en güçlü kalesi haline gelmiş olmasıdır. Haşerattan arındırılmış, varsa evcil hayvanların aşılı ve kontrol altında olduğu, sirke veya çamaşır suyuyla dezenfekte edilmiş bir steril mekân. Dahası da dünyanın artık dijital araçlarla eve bir şekilde katılabilmesidir. Vilirio'nun deyimi ile soğuk savaş zamanı uzay yarışı için üretilmiş ışık hızında iletişim, dünyada her yeri aynı ana kilitlemiş; adeta evinize bir enformasyon bombası düşmüştür.(4) Antroposen en sonunda evinizdir. “Lütfen evinizde kalın!” (Resim 1)

Tahıla Karşı'dakine benzer bir tarih okuması güncel antropoloji ve arkeoloji araştırmaları yanında 1970’lerde ortaya çıkan ve özellikle son otuz yılda kabulü hız kazanan iklim krizi ve küresel ısınmaya dair çok disiplinli ekolojik kuramsal çerçevelere dayalıdır. COVID-19 pandemisine değin beklenen en büyük küresel risk -şimdilik ikinci planda olsa da- iklimseldir. İçinde olunan süreçte de pandemi krizinin yol açacağı yapısal sorunlara dair halihazır alternatiflerin genelde iklim krizinin düşünsel donanımından gelmesi beklenebilir: risk, azaltım (mitigation) ve uyum (adaptation), dirençlilik (resilience), normaller ve normale dönme. İklimsel verilerinin uzun erimliliği düşünüldüğünde, iklim krizi kuramlarının test edilebileceği örnekler şayet yeterli bilgi varsa tarihten seçilmektedir. Ekolojik krizleri kentleşme tarihi üzerinden değerlendiren çalışmaların pek çoğu örneklerini modernitenin başlangıcına, rasyonalite ve bilimsel aklın ortaya çıkışına kadar geriye götürmeyi seçmektedir. Oysa Scott'un kitabında gösterdiği gibi bu örneklemeler tarihin daha da geçmiş dönemlerine, kentleşmenin en başlangıcına ve devletin ortaya çıkışına kadar götürülebilir.

Kentleşme ve kalabalık insan yerleşimlerinin ortaya çıkışı, Neolitik dönemde meskende yaşandığı gibi ancak büyük riskler alınarak gerçekleşmiştir. Her kent kendi ölçeğinde bir deneydir. Sel ve depremler gibi doğal afetler yanında kısmen beşeri sebepleri olan kıtlıklar, büyük yangınlar, kuşatmalar ve salgınlar kentleşmenin büyük riskleri olagelmiştir. Modernite öncesi, kentsel felaketlerin pek çoğu ecele ve kazaya iman çerçevesinde anlamlandırılır ve ortaya çıkışları ilahî suçluluk duygusu dışında insanın kontrolünde görülmez. Bu tür bir kavrayış, başa gelenlerden bazı derslerin çıkarılmadığı anlamına gelmemelidir. Felaketlerin olasılığı ve felaketlerin sonuçlarının yönetimi kentselliğin ve devletin çok önemli bir varoluş sebebi olagelir. Alman erken modern dönem tarihçisi Dominik Collet'nin en son yazısında belirttiği gibi risk ve dirençlilik arasında çok büyük bir ilişki vardır.(5) Büyük felaketler kentlerin varoluşuna tehdit teşkil etse de uzun erimde bunlara karşı alınan önlemlerle kentlerin dirençliliği artar. Tarihin başlangıcında terk edilen ve yeniden başka yerlerde kurulan kentlerin adedi çok iken Ortaçağ'dan moderniteye doğru gelindiğinde terk edilen yerleşim sayısı düşer ve tarihsel sürekliliği olan yerleşimlerde büyük artış olur. Kent tarihinin kendisi risk ve dirençlilik arasındaki bağlantının kanıtıdır. Önemli olan dirençliliğin hangi yöntemlerle ve hangi süreçlerde gerçekleştiğidir.

Kentsel risklere karşı alınan önlemlerin büyük bir kısmı mekânsal ve mimaridir. Modernite öncesi için akla ilk başta büyük dinsel yapılar ve merkezler gelebilir. İnsanın tanrısal olana yakarması, korkularıyla yüzleşmesi ve ecelini kabul etmesinin dua ve adak gibi çeşitli biçimlerinin temsil edildiği bu tür yerler genelde anıtsal ölçeklidir. Dinî yapıların işlevi salt ilahi değildir, aynı zamanda acizlik içinde olanlara ve felaket anlarında herkese hizmet veren kriz merkezlerine dönüşürler. İlk aşevleri, hastaneler, evsiz ve öksüz yurtları dinî yapıların çevresinde konumlanır. Hatta Ortaçağ'da Batı Avrupa'da kentleşme büyük oranda gerilediğindeki gibi, tarım arazileri işleten ve kendine yetebilen bu tür monastik merkezler medeniyete dair işlevlerin sürdüğü az sayıda kurtarılmış bölgeler olarak varlıklarını sürdürürler.

Kent tarihinde dinsel merkezlerin ötesinde politik rejimlerin eseri daha farklı risk mimarileri de vardır. Foucaultcu bir çerçevede devlet ve kriz, korku ve devlet arasında çok güçlü ilişkiler bulunabilir. Toplu korku bireysel iradeyi başkasına devretmenin aracı haline gelir. Görünen veya görünmeyen düşmanlar iktidarın bekası için hep gereklidir. Devlet bir bakıma korkuya karşı geliştirilen toplum gücünün belli yerlere kanalize edilmesini sağlar ve böylelikle korkuyu sabit yapılara çevirebilir. Kuşatmaları ve hatta selleri durdurmaya karşı kent surları; yangınlara karşı yapı kodları ve plan örgüsü; kıtlıklara karşı büyük tahıl ambarları ve su sarnıçları; salgınlara karşı kuytu olmayan bir sokak yapısı, karantina bölgeleri, büyük hamamlar; hepsi yönetimlerin krize karşı hizmet araçlarındandır. Mimarlık ve kent tarihinin bize öğrettiği bir çelişki, riskler için ortaya konan her yeni yapısal çözümün kendisinin de kaza risklerini barındırmasıdır. Öte yandan da korku ile vazgeçilen iradenin tekrar geri alınamaması, artık kalıcı hale gelmiş risk yapılarının da vazgeçilmez hale gelmesi söz konusudur. Çoğunlukla korku rejiminin yapıları ancak yeni bir kaza ile yıkılır.

Savaş, özellikle kuşatmalar, önemli kentsel risklerdendir. Savunma amacıyla sur duvarlarının yapılması dünyaya yayılmış bir tarihî çözümdür. Ne var ki, surlar kuşatma durumunu kentsel mekânda sabit bir durum hâline de getirirler.(6) Örneğin, 15. yüzyılda barutlu silahların yaygınlık kazanmasından sonra Rönesans sanatçıları tarafından geliştirilen “trace italienne”adıyla bilinen tahkimatlar. Kırıklı yıldızımsı geometrik şekillerden oluşan, alçak duvarlı ve çok yaygın alanlı bu tür savunma yapıları 16. yüzyıldan 18. yüzyıla Sébastien Le Prestre de Vauban gibi askerî mühendisler tarafından sürekli geliştirilir ve Avrupa kentlerini sarar; yaygın olarak Barok sur duvarları olarak bilinir.(7) Bu tahkimatlar kentlerin kendi yarıçapları kalınlığında glacis denilen bir dış alanı işgal eder ve içerisinin kent dışıyla olan ilişkilerini geniş bir alanda kesintiye uğratır. Surlar barış zamanlarında devletin kentlerin denetimi için kullandığı bir araç haline gelir ve çok sıkı bir vergi duvarı olarak da görev görür. Mutlakçı krallar kendileri sonsuz perspektife sahip kent dışı saraylarında sefa sürerken kentlilerini bu son teknoloji ürünü tahkimatlar içine hapseder. Hollanda'da kimi kentler surların boyundurluğuna girmeye, ticari ve yönetsel özgürlüklerini kısıtlayacağı için itiraz eder. Birçok durumda ise, savaş ve kuşatma korkusu kentlilerin gönüllü olarak bu tür yapılara onay vermesine ve maddi katkı yapmasına sebep olur. Barok barutlu silah savunma mimarisinin sonunu getiren kazanın adı Napoleon'dur. Napoleon'un ordusu Avrupa'nın bütün devlet ve kentlerinin -aynı zamanda savunma sistemlerinin- bir uçtan bir uca üzerinden geçtikten sonra kent sınırları işlevsizleşir ve yerini ulus devlet sınırları almaya başlar. Açık bir kente geçişin ilk deneyleri yapılır ve surlarının ortadan kaldırılması gündeme gelir. Bu süreç mekanik vasıtaların ortaya çıkması ve kapitalizmin güç kazanması ile hızlansa da bütün 19. yüzyıl boyunca sürer. Surların ve glacisin yerini Viyana Ringstrasse'de olduğu gibi dolaşım ve hareket, bulvarlar ve modern devletin kamusal anıtları alır. (Resim 2, 3)

Kıtlık kentsel ve kırsal alanı benzer şekilde etkileyen bir afettir. İklim dalgaları veya çekirge istilaları gibi doğal sebeplerle gelişebileceği gibi tarımda yapılan hatalar (İrlanda patates kıtlığında olduğu gibi) ya da yönetimsel sorunlarla da ortaya çıkabilir. Özellikle kitlelere bolluk ve bereket vadeden devletler açısından büyük bir risk teşkil eder. Osmanlı İmparatorluğu Anadolusunda 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyılda devlet düzeninin Celâli İsyanları’yla sınanmasının Küçük Buzul Çağ'ın ekolojik etkileriyle ilişkili olduğunu ortaya koyan Sam White'ın çalışmalarının gösterdiği gibi kıtlıklar çok boyutlu etkileri olan felaketlerdir.(8) Tahılın saklanabilirliğinin keşfiyle büyük nehir havzalarında artık ürünün birikmesi, kent devletlerin ortaya çıkışının maddi sebeplerindendir. Bolluk varken depolamak kıtlığa karşı en garantili mücadele biçimlerinden gözükmüş, devletler büyük miktarda tahılın saklanmasına yarayan çeşitli ambar yapıları inşa etmiştir.(9) Tahılın ağırlığı, zararlılarla mücadele, nemlenmenin ve fermantasyonun engellenmesi ambar mimarlığının önemli işlevleridir. Devlet veya kamuya ait iaşe ambarları sadece işlevsel yapılar değil, aynı zamanda devletin kıtlıkla mücadelesinin simgeleridir. Demre Andriake'deki Roma dönemi imparatorluk ambarlarından (granarium), Kahire'de eski Roma kalesi Babylon'dan dönüştürülmüş Yusuf'un ambarlarına, Venedik'te San Marco Meydanı'nın hemen yanındaki çok katlı Terranova depolarına ve Bourbon başkenti Napoli'de bolluk sarayı olarak nitelenen 500 metre uzunluğundaki gösterişli kıyı deposu Granili'ye kadar pek çok örnek sıralanabilir. Her durumda tahıl ambarları devlet için bir kısmı mimari olan büyük riskler içerir. En risklisi ise stoklanan hububatın telef olmasının kıtlığa yol açmasıdır. Aslında özellikle erken modern dönemin bazı Avrupa kentlerinde (aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu'nda) büyük tahıl ambarlarının alternatifi olarak depolamayı fırıncı ve değirmencilere yaptırmak yöntemi benimsenmiştir.(10) Kentlerin beslenmesinin devlet tarafından aşırı denetim altına alınmasının bir örneği 16. Louis dönemi Parisinde Claude Nicolas Ledoux tarafından tasarlanan gümrük duvarı ve binalarıdır. İki yanı ağaçlıklı sur önü yollar ilk bulvarların da kökenini oluşturacaktır. Ledoux'nun gümrük duvarı Fransız Devrimi'nin sebeplerinden birisi olarak kabul edilir. 18. yüzyıl sonundan itibaren devrim deneyimi, tarımsal üretimin bilimsel yöntemlerle arttırılması ve ürün akışının serbest dolaşımı kıtlığa karşı daha kalıcı çözümler olarak görülmüş, devlet stokları en aza indirilmiştir. Her ne kadar 20. yüzyıl siloları modern anıtlar olarak algılanmış olsalar da mimarlığın değil mühendisliğin eserleridir. (Resim 4, 5)

Tarihten en son bir örnek olarak İspanyol Gribi olarak bilinen ve 1918-1920 yılları arasında 50 milyon can kaybına yol açmış olan küresel salgının mimari etkileri sayılabilir. Bu hastalığın etkisi sayısal olarak çarpıcı gelmediyse zaten Büyük Savaş'ta çok sayıda vatandaşını kaybetmiş Viyana'da, Ringstrasse'nin tasarımcısı Otto Wagner ile Viyana ekolünden sanatçılar Gustav Klimt ve Egon Schiele gibi ünlü isimlerin de bu süreçte hayata veda ettikleri hatırlatılabilir. Siper savaşında bir şekilde hayatta kalmış gazilere uygulanan deneysel tedavilerle dönüşen modern tıbbın ve 1918 pandemisine karşı önerilen mekânsal sağaltma yöntemlerinin modern mimarlık alanındaki etkilerini anlamak için Beatriz Colomina'nın ilgili kitabı iyi bir referanstır.(11) Mimarlıkta hijyenle ilişkilendirilen beyazlık, geçirgenlik ve güneşin iyileştirici etkisine olan inanç bu dönemin eseridir. Colomina vereme karşı iyileştirici olduğuna inanılan güneşlenme yönteminin çok sonraları bu hastalığın tedavisine belirgin bir etkisinin olmadığının anlaşıldığını, buna karşın mimarlıkta daha uzun süreli etkileri olduğunu aktarır. “Güneş girmeyen eve doktor girer”. Modernizmin “tabula rasa”sı sadece Büyük Savaş'ın değil İspanyol Gribi'nin eseridir. Modernist mimarlık kuramlarının özellikle konut alanında yaygınlık kazanması da kitlesel hastalıkların yarattığı ecel korkusuyla ilişkilendirilebilir. (Resim 6, 7) Birbirinden güneş ve gölge etkisine göre uzaklaştırılmış ve yeşil doğa içine konumlandırılmış rasyonalist konut blokları, bahçeşehir ve toplu konut kooperatifleri, zonlu planlama anlayışları… Şimdi, yüz sene sonra farkına varılıyor ki tüm bunlar bir yere kadar pandeminin yarattığı toplumsal panik, devletlerin bu yöndeki sosyalist politikaları ve kamuoyunun değişime ikna edilebilirliğiyle yaygınlık kazanmışlardır. Örnekleri Viyana'dan vermeye devam edecek olunursa, Kızıl Viyana'nın çeperini saran toplu konut projelerini sayılabilir. Modernizmin kazasının da, Pruitt Igoe'nun yıkımının sembolize ettiği gibi, toplu konutların yol açtığı psikolojik ve sosyolojik sorunlara dayalı bilimsel analizler olması mimarlık tarihinin bir başka ironisidir.

Krizler, önceki durumda ertelenen kimi büyük değişikliklerin kabul ve yaygınlık kazanmasında etkilidir; büyük dönüşümler böylece aniden ortaya çıkar. COVID-19 krizi de kritik bir eşiğin farklı örneklerini şimdiden gösteriyor: kuramda olası görünen evden çalışma durumunun aniden uygulanabilir olması; robotların üretim ve tıpta yaygınlık kazanması; alışverişin tamamen uzaktan ve paket servise dönüşmesi; sınıfsal katmanların ve eşitsizliklerin bir kez daha aleni hale gelmesi. Bu değişimleri olağanüstü bir durumun etkisiyle sorgusuz sualsiz kabullenirken, bir kez daha korku rejiminin etkisine girildiğini görmek lazım. Boşuna daha önce sonunun geldiği beyan edilen tarihin geri döndüğü ve hatta hızlandığı söylenmiyor. Madem geri gelmiş, tarihe bakıp benzer süreçlerden ders çıkarılması önemlidir. Konu bu son kazanın hayatı ve mekânları nasıl dönüştüreceğidir.

Yukarıda belirtildiği üzere halihazır ertelenmiş dönüşüm beklentilerinden birisi iklim değişikliği ve yeşiller politik kuramlarının geçerlik ve uygulama kazanmasıdır. Güncel ve tarihsel çevreci çalışmaların kuramsal ve verisel derinliği koronavirüs benzeri afetlerin doğal ve beşeri karmaşık boyutlarını anlamayı kolaylaştırmaktadır. Yukarıdan ve soğukkanlı bir bakışla bu afetlerin bazı durumlarda birer kaza olduğu ve geliyorum dediklerini anlayabilecek kapasite bulunmaktadır. Devamında da bu geniş bakışla hızla önerilen çözüm ve dönüşümlerin etkilerini de başka kazalara sebep vermeden öngörmek olasıdır. Burada konulardan biri karmaşıklığa dair bilginin çözümlere nasıl yansıtılacağıdır. Karmaşıklığı anlamak daha karmaşık yapıları değil daha basit çözümlerin önerilmesini de sağlayabilir. Mimarlar olarak bu duruma alelacele tasarım önerileriyle (korona izolasyonunda aile için ev gibi) karşılık vermektense, çok disiplinli ve çevreci bir kavrayışla formalist olmayan yeni pratik biçimlerine yönelmek daha doğru görünmektedir. Pandemi bağlamıyla ilgili illaki mimari tasarım yapmak isteniyorsa çözümleri değil çelişkileri ve paradoksu temsil etmek ileriye dönük olarak daha yaralı olacaktır. Tekrar bilime inanır hale gelinmesi sorgu sualsiz modernistler olunmasını ve postmodern ve yapısalcılık sonrası eleştirinin unutulmasını geçerli kılmaz. “Şimdilik evinizdeki dünyada sağlıcakla kalın.”

NOTLAR

1. Bertho, Alain, "'Sonraki Gün' bugündür", (çev.) Haldun Bayrı, Medyascope, https://medyascope.tv/2020/04/10/alain-bertho-sonraki-gun-bugundur/

2. Virilio, Paul, 2012, Administration of Fear[Korku Dairesi],MIT Press and Semiotext(e), Boston.

3. James, C. Scott, 2019, Tahıla Karşı: İlk Devletlerin Derin Tarihi, (çev.) Akın Emre Pilgir, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul. James, C. Scott, 2017, Against the Grain: A Deep History of Early State, Yale University Press, 2017.

4. Virilio, Paul,2003, Enformasyon Bombası, (çev.) Kaya Şahin, Metis Yayıncılık.

5. Collet, Dominik, 2020, "Risk and Resilience" [Risk ve Dirençlilik], Concepts of Urban -Environmental Crisis [Kentsel-Çevresel Kriz Kavramları], (ed.) Sebastian Haumann, Martin Knoll, Detlev Mares, Transcript Verlag, Bielefeld, ss.79-94.

6. Nijenhuis, Wim, 2017, The Riddle of the City or the Dark Knowledge of Urbanism [Kent Bilmecesi veya Kentleşmenin Karanlık Bilgisi], 1001 Publishers, Amsterdam.

7. Ashworth, Gregory J., 1991, War and the City [Savaş ve Kent], Routledge, Londra.

8. (ed.)Collet, Dominik; Schuh, Maximilian, 2018, Famines during the Little Ice Age (1300-1800): socionatural entanglements in premodern societies[Küçük Buz Çağı sırasındaki Kıtlıklar: modern öncesi toplumlarda sosyonaturel ilişkiler], Springer, İsviçre.

9. Erkal, Namık, 2020, "Reserved Abundance: State Granaries of Early Modern Istanbul" [Saklı Bolluk: Erken Modern İstanbul'un Devlet Zahire Ambarları], JSAH, cilt:79, sayı:1, ss.16-38.

10. Persson, Karl Gunnar, 2004, Grain Markets in Europe, 1500–1900: Integration and Deregulation [Avrupa Zahire Marketleri: Bütünleşme ve Serbestleşme], Cambridge University Press, Cambridge.

11. Colomina, Beatriz, 2019, X-Ray Architecture [X Işını Mimarlığı], Lars Müller, Baden.

 

Bu icerik 3841 defa görüntülenmiştir.