314
KASIM-ARALIK 2003
 
MİMARLIK'TAN

ODADAN

MİMARLIK DÜNYASINDAN

SORUŞTURMA 2003:
MİMARLIK GEÇMİŞİNİ DEĞERLENDİRİYOR

DOSYA: MİMARLIK EĞİTİMİ 2003

KENT TARİHİ



KÜNYE
SORUŞTURMA 2003:
MİMARLIK GEÇMİŞİNİ DEĞERLENDİRİYOR

“Soruşturma 2003: Mimarlık Geçmişini Değerlendiriyor” Üzerine Bir Deneme

Enis Kortan

Prof.Dr., Y.Müh.Mimar, ODTÜ Mimarlık Bölümü

Emekli Öğretim Üyesi

Mimarlar Odası Yayın Komitesi’nin bir süre önce başlattığı çalışmanın sonuçları, Mimarlık’ın 311. sayısında, Ali Cengizkan’ın editörlüğündeki bir dosyada yayınlandı. Amaç, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze kadar geçen zaman diliminde, Türkiye'de yapılmış olan "Çağdaş Mimarlığın (1923-2003) Önde Gelen 20 Eserini" saptamaktı. Bunun için akademisyen, uygulayıcı mimar, hem akademisyen hem de uygulayıcı mimar, mimarlık teorisyenleri ve yayın dünyasındaki temsilcilerden oluşan 477 kişinin görüşlerine başvurulmuş; ancak 51 yanıt alınmış ve onların oylarıyla sonuca varılmıştır.

Söz konusu çalışmayla, 20 eser saptanmasında uygulanan yöntemi tartışmak niyetinde değilim; fakat bunun ötesinde, asıl önemli görebildiğim başka sonuçları gündeme getirmek istiyorum.

Mimarlarımız, söz konusu dönemdeki eserlerin -çağdaş olsun ya da olmasın- envanterini çıkarmışlar, bilgilerini genişleterek tazelemişler, onların içerdikleri değerleri, karakteristikleri, teorileri vd. irdelemişlerdir. Böylece, mimarlığımızın hangi aşamalardan geçtiğini, nedenlerini, etmenlerini, gelenekten ya da dış ülkelerden gelen akımların etkilerini vd. yeniden gözden geçirme fırsatlarını bulmuşlardır. Eserleri eleştirebilmek, değerlendirebilmek için birçok ölçüt geliştirilmiş ve bunların ışığında seçimlerini yapmışlardır. Önerilmiş olan pek çok eser ile mimarlık repertuarımızı genişletmişler ve kimi aklımıza gelmeyen eserler üzerinde düşünmek imkanını sağlamışlardır. Böylece entelektüel ortamda hareketlilik ve canlılık yaşanmış, tartışma zemini hazırlanmıştır.

Öncelikle “çağdaş”lık kavramı üzerinde kısaca duralım: Çağdaş sözcüğü, Fransızca “moderne” sıfatının karşılığı olup, Türk Dil Kurumu Büyük Sözlüğü’nde “yeni, çağcıl, çağdaş, ilerlemeden yana, ilerici, yenici” olarak tanımlanır ve Osmanlıca’daki “asri”nin de karşılığıdır.(1) Fakat “modern” sözcüğü Türkçe’ye de girmiş olup “çağdaş” yerine de kullanılmaktadır. Türkiye'de “çağdaş mimarlık”tan söz edince, 20. yüzyılda oluşan yenilikçi, ilerici ve çağın ruhuna uygun biçimde gelişen bir mimarlıktan söz ediliyor demektir ki bu da bütün dünyada “Modern Mimarlık” olarak adlandırılmıştır.

Modern Mimarlığı, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan ve orada son bulan, donmuş, bitmiş, üsluba dönük bir hareket olarak kabul etmek son derece yanlıştır. Le Corbusier bunu şöyle açıklar: “Üsluplar birer yalandır! Çağımız günbegün kendi üslubunu yaratmaktadır."(2)

O halde 20. yüzyılın ruhunun genel karakteristikleri nelerdir? Söz konusu çağın başlıca niteliklerini sanatta ve bilimde yenilikçilik, hız, değişim, devrimcilik, farklılaşma ve yaratıcılık olarak özetlemek mümkün.

Yüzyılın hemen başlarında, 1909 yılında, İtalya'da Antonio Sant' Elia ve arkadaşları, “Fütürizm” (Gelecekçilik) akımını kuruyor, mimarlıkta ve sanatın diğer dallarında, bütün klasik, heybetli, hiyerarşik, gösterişli, dekoratif, anıtsal, eski eserlerin taklitlerini, statik ve ağır formları reddediyor, fakat bunun yerine hareket, hız, değişim gibi radikal kavramlar getiriyorlardı. Yayınladıkları Fütürist Mimarlığın Bildirgesi’nde, açık ve net bir şekilde, devrimci fikirlerini ifade etmişlerdi. (1914)

Hollanda’da, De Stijl Grubu, teorilerini Anti-natüralist ve soyut sanatta temellendirip, yeni sanat ve estetik anlayışlarını “Neo-plastisizm” adını verdikleri soyut ve evrensel değerlerle De Stijl dergisinde açıklıyorlardı. (1917) Özellikle Theo van Doesburg'un 1924 yılında “Bir Plastik Mimariye Doğru” adıyla yayınladığı 16 maddeden oluşan manifestosu, çağdaş mimarlığın oluşumunda çok önemlidir. Doesburg bu manifestosunda, önceden kararlaştırılmış forma karşı çıkarak, “Formalizm”i reddeder; bunun yerine “Fonksiyonel” mimarlığı önerir. Rönesans mimarlığının, “alın”a bakıştan doğan ve durağan-statik bir görünüm veren perspektif ifadesine karşıt olarak dinamik, anti-simetrik, plastik zenginlik, zaman-mekân eylemini sunan ifadeleriyle yeni bir mimarlık arar.

Le Corbusier ve Amédée Ozenfant, 1918 yılında yayınladıkları “Après Le Cubisme” (Kübizm Sonrası) kitabıyla “Pürizm” (Biçimsel Saflık) ideolojisini açıklarlar ve kökleri Platon'un (MÖ. 427 - 347) temel geometrik şekillerin güzel oldukları düşüncesine dayanan teorilerini ortaya koyuyorlardı.

Gerçekte bu teori, resim sanatında “Kübizm”in kurucusu sayılan Paul Cézanne tarafından 20. yüzyılın başlarında geliştirilmiş. Cézanne, 1904 yılında öğrencisi Emile Bernard'a yazdığı mektuplarda doğadaki formların küpler, küreler, silindirler, koniler, prizmalar vb. gibi temel geometrik biçimlere indirgenerek soyut olarak resmedilmesini öneriyordu.

Le Corbusier'nin 20. yüzyılın çağdaş mimarisini önemli ölçüde şekillendiren teori ve projelerini içeren kitabı "Vers Une Architecture" (Bir Mimariye Doğru) (1923) adını taşır. Bu kitabında mimarlığın temel ögelerinden kütle-yüzey-plan-düzenleyici çizgiler vd. kavramları açıkladıktan sonra, “Görmeyen Gözler” bölümünde ”büyük bir çağın” başlamakta olduğunu bildirir ve gelişen teknolojilerle, transatlantiklerin, uçakların, otomobillerin nasıl özel fonksiyonlarına ve çağın ruhuna uygun olarak doğru biçimler aldığı gibi mimarlığın da radikal biçimlerle kendini yeniden tanımlamasını önerir.(3)

Almanya’da da çarpıcı gelişmeler, yenilikler yaşanıyordu. 20'li yılların başlarında Walter Gropius ve ekibi Bauhaus okulunu kurdu. Gropius, geçmişteki ölü üslupların morfolojisinin tahrip olduğunu, tekrar duygu ve düşüncenin dürüstlüğüne yöneldiklerini belirterek “Yeni Mimarlığın” çağımızın entelektüel, sosyal ve teknik şartlarının kaçınılmaz bir ürünü olduğunu belirtiyordu.(4) Bauhaus'un önemli bir girişimi de “sanatlar” ile “el sanatları”nın (zanaat) beraberliğini tesis etmekti. Böylece, günümüzde ayrı olarak eğitim yapılan mimarlık ve endüstri ürünleri tasarımını beraberce yürütmekteydiler.

Bu ülkedeki diğer önemli hareket de “Ekspresyonizm” (Dışavurumculuk) akımıdır. (1918) Mimarlar, sadece akıl ile anlaşılamayan, kendine özgü duygusal etkisi üstün değerlerde olan özgün formlar yaratarak 20. yüzyılın ruhuna uygun eşsiz eserler veriyorlardı.

Sovyet Rusya'da da Komünist Devrimi’nden (1917) sonra, mimarlık ve sanat dünyasında ilerici gelişme ve yenilikler görülmekteydi. Naum Gabo ve Antoine Pevsner'in “Realist

Manifesto”yla temellerini attığı “Konstrüktivizm” (1920) hareketi, bin yıllık Mısır sanatının geleneği olan “statik ritim”lere karşı çıkıp “kinetik ritim”lere yöneliyor, strüktür sistemini ve konstrüksiyonu görünür kılıp onları aynı zamanda “estetik ifade” amaçlı olarak da ifade ediyorlardı. Mekânın biçimlendirilmesinde “iç”ten “dış”a doğru bir tasarım yöntemini kabul ediyorlar ve böylece “dış”tan “iç”e doğru olan “Formalizm”e karşıt olarak “Fonksiyonalizm”i savunuyorlardı. El Lissitzky şöyle diyordu: "Batı Avrupa ve Amerika'daki teknolojik devrim, yeni mimarlığın temellerini teşkil etmiştir."(5)

El Lissitzky'nin 74 yıl önceki öngörüleri doğrultusunda gelişen mimarlık, günümüzde “Hi-tech” (Yüksek Teknoloji) adıyla çağdaş mimarlıkta yerini almıştır. Vladmir Tatlin, “Süprematist” hareketin kurucusu Kasimir Malevich, El Lissitzky vd. akımın önde gelen isimlerindendir.

20. yüzyılda Avrupa’daki değişmeler, yenilikler devam ederken, ABD’de de çağın mimarlığına çok önemli katkılar oluyordu: Frank Lloyd Wright “Organik Mimarlık” kavramıyla birlikte, çağdaş mimarlığa katkısını, geleneksel mekân anlayışına karşıt olarak “kutunun parçalanması” teorisiyle sunuyor ve bunun ışığında da yeni, özgün eserler yaratıyordu. Wright, Avrupalı genç mimarları da etkilemiş ve Hollanda’da doğan “Neo-plastisizm” akımının teorilerine öncülük etmiştir. Wright, Mies'in deyimiyle "...Doğanın sonsuzluğu içinde yetişmiş dev bir ağacı anımsatmaktadır...”(6)

1970’lerde, ABD’de Philip Johnson önderliğinde “Post-modern” hareket oluşuyor. Geçmişe mâl olmuş formları “eklektik” (seçmeci) bir yöntemle bir araya getirerek, sözde güzellik aramak ya da acayip biçimlerle potpuri yaparak ilgi çekmek şeklinde kısaca tanımlanabilecek olan bu olumsuz hareket, ne yazık ki dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi ülkemizde de bir süre etkisini gösterdikten sonra tarihe karışmıştır. Ludwig Mies van der Rohe 1924 yılında şöyle diyordu:

"Bizim mimarlığımızda, geçmişin formlarını kullanmaya çalışmak boşunadır. Hatta en güçlü artistik yetenekler bile bu yolda başarısızlığa uğrarlar. Tekrar ve tekrar gördük ki, birçok yetenekli mimar, eserleri kendi çağlarıyla aynı yönde olmadıkları için başarısız olmuşlardır. Geriye bakarak ileriye doğru hareket etmek mümkün değildir; geçmişte yaşayan, ilerleme sağlayamaz." (7)

Bu hareket, felsefesi itibarıyla 20. yüzyılın ruhuna, uymadığı için çağdaş olamaz. Le Corbusier ve Amédée Ozenfant’ın 1918 yılında çıkarttıkları “Après Le Cubisme” (Kübizm Sonrası) Manifestosu, Voltaire'in şu ifadesi ile başlar: "Gerileyiş, işin kolayına kaçmanın, iyi yapmaktaki tembelliğin, güzele olan ilgisizliğin ve acayip zevklerin bir ürünü olarak ortaya çıkar."(8)

Voltaire bu sözleri sanki Post-modernizm için söylemiş.

1980’lerde “Dekonstrüktivizm” akımıyla karşılaşıyoruz. Bernard Tschumi’nin tanımı şöyle: "Dekonstrüksiyon bir üslup ya da bir hareket olmayıp, mimarlığın çözülmemiş limitleri içinde bir araştırma yapmaktır."(9)

Iraklı Mimar Zaha Hadid'in düşünceleri de aynı yönde: "Ben Avrupalı değilim; Avrupalının düşüncesiyle benimki arasında fark vardır. Avrupalının kuralları kırılmalıdır. Kabul edilmelidir ki, bozulması gereken bir düzgünlük vardır." (10)

Açıkça anlaşılacağı gibi amaç, sanatın geleneksel, yerleşmiş kurallarına ve düzenine karşı çıkma, bir başkaldırmadır; tıpkı Dada (1916) akımında olduğu gibi. Zaten sanatta radikal değişiklikler ve yenilikler, gelenekçilikle bağdaşmaz; işe gelenekleri kırmakla başlanır.

Gerçekte adı konulmamış olmakla birlikte Modern Mimarlıkta, “Dekonstrüksiyon” gramerinde tasarımlar daha 1920'lerde de vardı: Mario Ridolfi'nin Restoranlar Kulesi (1928) ve Agip Oteli (l968); Louis Kahn'ın Philadelphia'daki kule projesi (1955) vb. gibi.

Fakat en karakteristik başlangıç binası, Guenther Domenig'in Viyana'daki banka binasıdır (1919).

20. yüzyılın başlarında mimarlık ve sanat dünyasında bu baş döndürücü, heyecan verici yenilikler, değişimler olurken, bilimde de buna benzer radikal gelişmeler yaşanıyordu. Albert Einstein, 1905 yılında yayınladığı beş bildiriyle fizik dünyasını altüst etti. Bu bildirilerde, Özel Görelilik Teorisi, Kuantum Teorisi ve kütle ile enerjinin eşdeğerliliği ortaya konulmuş, fizikteki bütün kavramların yeniden gözden geçirilmesi gerekmiş, 1905 yılı fiziğin dönüm noktası olmuştur.

1940'larda fizikçiler nükleer enerjiyi buldular ve 50’lerin sonlarında Ruslar, ilk olarak uzaya yapay bir uyduyu, Sputnik-I'i, fırlattılar. Artık Uzay Çağı başlamış oluyordu.Uzay gemileri Ay'ın, Venüs'ün ve Mars'ın üzerine indi ve yerinde keşif çalışmaları yaptı. İnsanoğlu 21. yüzyılda ayda kalıcı bir bilimsel üs kurmayı ve Mars'a ayak basmayı hedefliyor. Şimdiden uzay mekikleri ve uzay uçakları gerçekleşti bile!

Bilimin her dalında büyük ilerlemeler sonucu TV, bilgisayarlar, iletişim, bilişim alanlarında gelişmelerle “küreselleşme” kavramına ulaşılmıştır. Müzik dünyasında da, 1908 yılında Arnold Schoenberg “atonality” tekniğini sistemleştirip, uluslararası alanda önemli etkiler yaratan “On İki Nota Kuralı”nı geliştiriyor, aynı yıllarda ABD popu caz müziği doğuyordu.

20. yüzyılda, politik sistemlerde de önemli değişmeler olmuş, diktatörlükler devri büyük ölçüde kapanmış, yerine “özgürlük” ve “insan haklarının” ön planda tutulduğu laik-liberal-demokrasi yönetimi gelmiştir.

Buraya kadar 20. yüzyıldaki oluşumları, ilerlemeleri, gelişmeleri çok kısa ve öz olarak açıklamaya çalıştım. Bütün bunları dikkate alarak, çağın temel karakteristiklerini, özellik ve niteliklerini ve ruhunu tanımlamak mümkün olabilir ki bunlar: İlericilik, yenilikçilik, dinamizm, atılımcılık, araştırma ve yaratıcılık, yeni kavramlar ve değerler, keşifler ve icatlar vb. gibi kavramlardır.

Bu durumda, 20. yüzyılda yaşamış bir insanın ya da bir sanat eserinin, bir ürünün vb. “çağdaş” olabilmesi için söz konusu ruhu ve nitelikleri içermesi gerekecektir.

Şimdi esas konumuza dönersek, Yayın Komitesi’nin sorusu “Türkiye'de ÇAĞDAŞ mimarlığın (1923-2003) önde gelen 20 eseri" şeklindedir. Buradaki anlam, 1923-2003 yılları arasındaki 80 yıllık zaman diliminde yapılmış olan “ÇAĞDAŞ MİMARLIK”ın önde gelen 20 eseridir; bunu başka türlü anlamak ve yorumlamak mümkün olamaz; aksi halde, içinde “çağdaş” sözcüğünün yer almadığı "Türkiye'de mimarlığın (1923-2003) önde gelen 20 eseri" şeklinde olurdu ve bu taktirde listede, örneğin, Ankara Garı (1931 – Ş. Akalın), Anıtkabir (1953 - E.Onat ve O.Arda), İÜ Fen ve Edebiyat Fakültesi (1944 - E.Onat ve S.H. Eldem), Demir Tatil Köyü (1983 - T.Cansever) vb. eserler yer alabilirdi.

Bunlar ve benzeri örnekler, “Neo-Osmanlı”, Avrupa kökenli “Neo-klasik, Nasyonal Sosyalist, Faşist” üslupları gibi tarihe mal olmuş eserler çağdaş olamazlar. Örneğin, İÜ Fen ve Edebiyat Fakültesi ve Anıtkabir hakkında Aydın Boysan'ın görüşleri şöyle:

"Fen ve Edebiyat Fakültelerini Türkleştirme numarası içinde 20. yüzyılın en münasebetsiz tekniği ile betonarmeyi blok taşlarla kaplayaraktan, 30 metre yukarıdan saçaklar yaparaktan bir mimari yaptılar. Ayıptır bu! Aslında Anıtkabir de Atatürk'e yakışmayan, fukara bir yapıdır." (11)

Batı uygarlığındaki bu baş döndürücü olaylar, radikal değişmeler, icatlar yaşanırken Türkiye’deki durum nasıldı? Ülkemizde de, tarihinin hiçbir döneminde mevcut olmamış radikal gelişmeler yaşanıyordu. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra din esaslarına dayanan Ortaçağ yaşam ve yönetim tarzındaki “hasta adam” olarak adlandırılan Osmanlı İmparatorluğu çökmüş ve yerine 20. yüzyılın ruhuna uygun, çağdaş olmayı amaçlayan genç bir Cumhuriyet kurulmuştu. (1923) Artık Türkiye'nin ideali "muasır medeniyetler seviyesinin üstüne" (çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne) yükselmekti.

Ancak mimarlık alanında ne yazıktır ki olması gereken atılım gerçekleşememiş ve 1923-1930 yılları arasında, genç ve modern Türk mimarisini yaratmak yerine, eskinin ve gelenekselin devamı niteliğinde olan “Neo-Osmanlı” ve Oryantalist bir mimari yapılmıştır ki, başlıca mimarlar Kemalettin ve Vedat beylerdir. Vedat Bey, Fransa'da mimarlık eğitimi görmüştür; acaba Le Corbusier'nin 1923 yılında yayınladığı "Vers Une Architecture" kitabını okumuş muydu? Yanıt “evet” ise durum çok farklı olabilirdi. Çağdaş mimarlardan Carlo Scarpa, kendi gelişmesini anlatırken şunları söyler:

"...Güzel Sanatlar Akademileri’nde ders verenler, 19. yüzyıl eklektik zevkine sahiptiler. Dolayısıyla öğrendiğimiz akademik programdan kurtulmak zor oldu. Daha sonra, okulu bitirmeme doğru ‘Vers Une Architecture’ adlı kitaba rastlama şansım oldu -herkes yazarının kim olduğunu biliyor. Bu benim bilincimi açtı, genişletti. Aslında bu keşif, 'Sturm und Drang' denilen türden başlı başına bir olaydı. Bu noktadan sonra dünya görüşüm tamamen değişti." (12)

Ülkemizin yöneticileri, mimarlık ortamımızdaki olumsuzluğun farkında olarak 1927 yılından itibaren Avrupa'dan mimarlar getirttiler ki bunlardan Clemens Holzmeister özellikle önemlidir; çünkü kısa sayılabilecek bir zaman dilimi içinde, Ankara'da TBMM binası, Bakanlıklar sitesindeki birçok yapıları vd. olmak üzere pek çok sayıda Avrupa kökenli “Neo-klasik, Nasyonal-sosyalist, Faşist” üslubunda eserler üretmiştir. Bütün bu yapılar, merkezi planlar, eksencilik, ayna yansıtması simetri, anıtsallık, durağan-kasvetli vd. nitelikleriyle “klasik gramer”i içerirler ve “çağdaş modern” değillerdir ki bunlara Bruno Taut'un Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakülte binası da dahildir. İşte bütün bu olumsuz ortamda, Modern Mimarlığı anlamış olan bir Alman Mimar Ernst Egli, 1930 yılında, Türkiye'ye gelip Akademi’ye hoca olarak atanır ve gerek hocalığı ve gerekse verdiği eserlerle çağdaş Türk mimarlığına önemli ve olumlu katkılar yapar.

Egli'nin, 1932 yılında İstanbul, Bebek'teki Ragıp Devres Villası, ülkemizdeki çağdaş mimarlığın ilk ve başarılı örneklerindendir. Bu eser, aradan 71 yıl geçmiş olmasına karşın çok yeni ve genç durmaktadır. Eser, iç mekân kaliteleri, kütle-cephe ifadeleri, ölçeği ve çevreye saygısıyla başarılı olup, yüksek estetik değerler içerir. (Bu özellikleri dolayısıyla onu önerdim; 4 oy verilmiştir.)

İşte, aynı zamanlarda, Ankara Sergievi binası için açılan uluslararası bir yarışmada, jüri birincilik ödülünü Şevki Balmumcu'nun projesine verir ve proje uygulanır. (1932) Bu eser, “çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne” çıkmayı amaçlayan genç Türkiye Cumhuriyeti ve mimarlığı için bir başlangıç, bir çağdaşlık simgesi olmuştur. Artık Türk mimarları da geriye bakmak yerine 20. yüzyılın çağdaş ruhuna uygun eserler yaratmak çabası içindedir. Şevki Balmumcu, tasarımında, De Stijl (Neo-plastisizm) ilkelerini uygulamış ve W.M. Dudok'un Hilversum'da yaptığı Belediye Sarayı'nın (1928) daha yalın ve sadeleşmiş bir kütle-plastik anlayışını ifade etmiştir. (13) (Bu esere de 22 oy verilmiş ve listede 3. sırada yer almıştır.)

Ankara'da yapılmış olan diğer bir binaya, Emek İş Hanı'na da 12 oy verilerek 17. sıraya konulmuştur. (1959 – E. Tokay ve İ. Tayman) rasyonel-geometrik, pürist ve tümdengelim-formalist niteliklerini içeren yapı, Ankara'nın önemli merkezlerinden Kızılay'ı belirleyen bir “landmark” özelliğini taşır. Büro kütlesinin kuzey ve güney cepheleri “cam-metal-perde” giydirmedir. Bana verilmiş olan bilgilere göre, bunlar Avusturya'dan ithal edilmiştir -ki bunu ihtiyatla kaydediyorum. İçermekte olduğu nicelik ve niteliklerle çağdaş ve başarılı bir yapıdır.

Benim de önermiş olduğum Sakarya Hükümet Konağı kompleksi içinde yer alan Valilik binasına 4 oy verilmiştir. Bu yapı, Le Corbusier'nin önermiş olduğu ilkeler kapsamında tasarlanmıştır ki bunlar:

1. Pilotiler (Kolonlar): Bina dikdörtgen biçimindeki kütlesiyle yere oturmaz; fakat kolonlar üzerine yükseltilir ve zemin serbest kalır;

2. Bağımsız planı strüktür ile bölme duvarlarının birbirinden bağımsızlığı;

3. Bağımsız cephe;

4. Şerit şeklinde sürekli pencereleme sistemi;

5. Çatı bahçesi bu binada gerekli olmadığından uygulanmamıştır.

Yapının projeleri 1956 yılında hazırlanmıştı ve o tarihlerde ülkemizde söz konusu ilkeleri bilen mimarların sayısı fazla değildi. Bu ilkeler ışığında, içerde değişebilen, planda esneklik sağlayan hafif pano-duvarlar ve cephelerde uygulanan cam-metal perde duvarlarıyla (curtain-wall), bildiğim kadarıyla, mimarlığımızın öncü eserlerindendi ve her şey yerli malzeme ve işçilikle yapılmıştı.

Yapı, Ludwig Mies van der Rohe'nin öncülük etmiş olduğu “teknik mükemmellik” türünde bir mimarlığa ulaşmak amacını güdüyordu. Bu özellikleri dolayısıyla, yaklaşık yarım yüzyıl önce yapılmış olan bu ilerici eseri önermiştim. Bu vesileyle, ülkemiz için yeni öneriler içeren bu yapıyı benimseyerek yapımı için her konuda destek veren Orhan Alsaç'ın hatırasını saygıyla anıyorum. Mimarları Enis Kortan, Nişan Yaubyan, Harutyun Vapurciyan, Avyerinos Andonyadis.

Seçtiğim diğer bir eser de İstanbul, Tuzla'da yapılmış olan Yelkenci Villası’dır. (1962) Projenin tasarımındaki en önemli özellikleri kısaca aşağıdaki gibi sıralayabilirim: Tasarıma, en baştan önyargılı bir form seçmek yöntemiyle başlanılmamış; binayı biçimsel olarak bir Türk evine ya da “başka bir” nesneye benzetmek çabası güdülmemiştir. Böylece “tümdengelim-form vermek” şeklindeki “formalist” tutum baştan reddedilmiş, fakat buna karşın çağdaş yaşamın gereklerine yanıt verecek şekilde “fonksiyonel” yöntemle sonuçta canlı ve dinamik olan “form bulunmuştur”.

Kısaca söylersek, felsefi anlamda “rasyonalist” metotla değil, fakat “ampirist'” metotla sonuca ulaşılmıştır. Özetlersek, tasarımda, “Formalizm”e karşıt olarak “Fonksiyonalizm” ön plandadır. (Biçim fonksiyonu izler - Form follows function)

Bu türden planlar, Frank Lloyd Wright tarafından birçok kez tasarlanmış olup, onun “Organik Mimarlık” tanımı içinde yer alır. Wright bunu: "Organik Mimarlık öyle bir BÜTÜN yaratmaktır ki, bu BÜTÜNün PARÇAları kendi fonksiyonlarını yetkin bir şekilde yerine getirirken PARÇAların da kendi aralarındaki ilişkileri ve dolayısıyla BÜTÜNün yetkinliği, TAMlığı sağlanmış olsun. Tıpkı bir ağacın veya bir canlının bünyesindeki UYUM ve YETKİNLİK gibi." şeklinde açıklar.(14) Yapıda doğal taş, ahşap, tuğla (pres), sıva, kiremit vd. gibi geleneksel malzemeler kullanılmış ve kendi karakterleri korunarak “brütalist”, bir estetik aranmıştır. Ölçek ve çevreyle uyum ön planda tutulmuştur. (Mimarı Enis Kortan)

Son iki eser, Sakarya Valilik Binası (1956) ve Tuzla'daki Yelkenci ViIIası (1962), gerek göz önünde olmamaları ve uzak bir geçmişte yapılmaları, gerekse haklarında yeteri kadar yayın yapılmaması nedeniyle fazla bilinmemektedir. (Seçmiş olduğum eserlerin adlarının tümü ve kısmen de fotoğrafları Mimarlık, no: 312; 15’te yayınlandı.)

Mimarlar Odası Yayın Komitesi, bilgi ve görgüsünü, zaman ve enerjisini özveriyle ortaya koymuş, mimarlar ve öğrenciler için önemli ve değerli bir çalışma üretmiştir. Kanımca çalışmada önemli olan, 477 mimarımızdan sadece 57 yanıtın verilmesiyle oluşan 20 eserin ortaya çıkışı değildir; bunun yanında yöntem, döküm, seçim kriterleri, nitelikler, akımlar, akademisyenler, dönemler vb. konuların gündeme getirilmesi ve tartışma konusu yapılması da çok yerindedir; umarım bu tartışma devam eder ve 20 eserin yanısıra diğerlerinin de bilimsel, sanatsal eleştirisi ve değerlendirmesi yapılarak dergimizde yayınlanır.(15)

Bir sanat eseri beğenilebilir, hayranlık uyandırabilir; fakat unutulmamalıdır ki, her sanat eseri aynı zamanda “sorgulanmak” için de vardır; bundan dolayı öncelikle eserlerin “çağdaş” olup olmadığının sorgulanması gereklidir. Ancak bu eleştirel yöntemle, mimarlığımızda daha olumlu ve sağlıklı yönler bulunabileceğine inanıyorum.

Notlar:

1. Türkçe Sözlük, 1966, no: 247, TDK Yayınları, Ankara; 847.

2. Le Corbusier, 1927/1972, Towards a New Architecture, The Architectural Press, London; 82. (çev. E.K.)

3. Bu eser birçok dillere çevrilmiş olup, Türkçe çevirisi de 76 yıl sonra yapılabilmiştir. Le Corbusier, 1999, Bir Mimarlığa Doğru, çev. Serpil Merzi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. Le Corbusier “üsluplar”la, Antik Mısır ve Grek, Roman, Gotik, Rönesans, Barok, Rokoko ve bunların “neo”larını kastediyor.

4. Gropius, Walter, (tarih yok), The New Architecture and the Bauhaus, Faber and Faber Ltd., London; 20. (çev. E.K.)

5. El Lissitzky, 1974, Concepts of Modern Art, ed. T. Richardson and N. Stangos, Harper and Row, New York; 165. (çev. E.K.)

6. Johnson, Philip C., 1947, Mies van der Rohe, The Museum of Modern Art, New York; 195-196. (çev. E.K.)

7. İbid.; 186.

8. Ozenfant, Amédée, 1965, Aujourd'hui, no: 51; 14. (çev. E.K.)

9. Architectural Design, 1988, vol. 58, no: 3-4; 7. (çev. E.K. )

10. Broadbent, Geoffrey, 1994, Japan Architect, no: 16, 1994 – 4; 68. (çev. E.K)

11. Arkitekt, 1996, no: 436; 75.

12. Carlo Scarpa, 2001, Çağdaş Dünya Mimarları Serisi, no: 16, Boyut Yayın Grubu, İstanbul; 82-83. Sturm und Drang (Coşkunluk Akımı): Fırtına ve Şiddet 18. yüzyıl sonlarında Almanya’ da ortaya çıkan ve doğayı, coşkulu duyguları ön plana alıp “mantık”a karşı çıkan edebiyat akımı. Scarpa, Le Corbusier'nin söz konusu eserinin kendisinde heyecanlı, coşkusal, radikal değişiklikler yarattığını güçlendirmek için bu deyimi kullanmış. (E.K.)

13. Sonradan bu yapı Paul Bonatz tarafından büyük ölçüde değiştirilerek farklı bir yapı - Opera Binası- haline dönüştürüldü. O sırada Şevki Balmumcu hayattaydı ve ondan gerek sözlü gerekse yazılı izin alınmaya gerek görülmedi. Şevki Balmumcu’yu ölünceye kadar depresyona sokan bu olay mimarlığımızda kara bir lekedir. (E.K.)

14. Wright, Frank Lloyd, 1963, The Future of Architecture, Mentor Book, New York; 15. (çev. E.K.)

Bu icerik 7019 defa görüntülenmiştir.