314
KASIM-ARALIK 2003
 
MİMARLIK'TAN

ODADAN

MİMARLIK DÜNYASINDAN

SORUŞTURMA 2003:
MİMARLIK GEÇMİŞİNİ DEĞERLENDİRİYOR

DOSYA: MİMARLIK EĞİTİMİ 2003

KENT TARİHİ



KÜNYE
KENT TARİHİ

Christoph Sattler ile Berlin’de İzlenen Güncel Kentsel Politikalar Üzerine

Söyleşi: Selcen Tuncer

Y. Mimar

Berlin ve Ankara’nın Kentsel Gelişimi Semineri, 24-25 Nisan 2003 tarihlerinde Mimarlar Odası Genel Merkezi ve Alman Kültür Merkezi’nin ortak çabalarıyla gerçekleşti. Seminerde, 1990 sonrası Berlin’de ve Ankara’da planlanan ve uygulanan kentsel gelişim projeleri ve politikaları tartışıldı. Berlin’de Potsdam ve Liepzig meydanları için 1991 yılında açılan kentsel tasarım yarışmasını, ortağı Heinz Hillmer ile birlikte kazanan ve seminerde bu konuda bir sunuş yapan Christoph Sattler ile Selcen Tuncer söyleşti. MİMARLIK’ın iki sayı boyunca Berlin’i yüzyıl başı kentsel gelişim süreci ile birlikte aktarma çabaları, kentin son dönem kentsel politikalarına değinen bu yazı ile noktalanıyor.

Berlin ve Ankara’nın Kentsel Gelişimi Semineri kapsamında Berlin ile ilgili olarak, Berlin İmar Müdürlüğü yetkilileri tarafından 1990 yılı sonrası Berlin’deki kentsel gelişim projeleri ve politikaları üzerine, ayrıca Christoph Sattler tarafından kentsel tasarımını kendisinin yaptığı Potsdam ve Liepzig Meydanları Bölgesi’nin gelişimi üzerine sunuşlar yapıldı. Ankara ile ilgili olarak ise, Ankara’nın tarihi kentsel gelişimi, Ankara Nazım İmar Planı ve kent içinde belli bölgeler için geliştirilmiş projelerden olan Dikmen Vadisi, Merkezi İş Alanları MİA, Uluslararası Ticaret Merkezi UTM ve Doğukent projeleri üzerine sunuşlar yapıldı.

Seminer boyunca yapılan sunuşlardan anlaşıldığı üzere, tarihi ve fiziksel bağlamı birbirinden çok farklı olan bu iki kent için üretilen projeler, Berlin’de izlenen kentsel-ekonomik politikalar sonucu büyük ölçüde hayata geçirilirken, Ankara’da yukarıda adı geçen projelerden sadece birinin hayata geçtiği -Dikmen Vadisi- görüldü. Aslında bu, Berlin’de kentin yeniden yapılanması için devletin izlediği, kent içindeki arazilerin özel yatırımcılara devredilerek kamusal ve özel organların işbirliği içerisinde çalışması politikasının bir sonucu. Tabii özelleştirilen kent içi kamusal alanlarda yatırımcıların elinde gelişen projelerin sonucunda yaratılan kentsel kimlik, kamusal alanların niteliği, özel-kamusal alan ilişkisi de tartışmaya açık.

Bu tip alanlardan biri olan Potsdam ve Liepzig meydanları için 1991 yılında düzenlenen kentsel tasarım yarışmasını, ortağı Heinz Hillmer ile birlikte kazanan ve projeleri uygulanan Alman Mimar Christoph Sattler de, önerdikleri proje ve kentin bu bölgesinin gelişimi üzerine seminer kapsamında bir sunuş yaptı. (Resim 1) Bu sunuşta Sattler, kendi projesinin de temelini oluşturan, 1920’lerin Berlin’ine özgü blok gelişim tipolojisinin, diğer Avrupa kentlerinde de olduğu gibi, Berlin için de kaçınılmaz ve vazgeçilemez karakteristik bir yapı gelişim tipolojisi olduğunu anlattı. (Resim 2) Ancak, her ne kadar bu tip bir yapısal üretim Avrupa’ya özgü bir kentsel kimliğe gönderme yapsa da, bu çaba Berlin’de birleşme sonrası izlenen, kamusal alanların özelleştirilmesini temel alan kentsel gelişim politikaları sonucu olarak hızla kendisini gösteren “Amerikanlaşma“(1) sürecinin önüne geçemedi. (Resim 3) Kısacası Berlin’in kentsel gelişimi için öngörülen kent kimliği ile izlenen politikalarının kaçınılmaz bir sonucu olarak oluşan şimdiki kent kimliği arasındaki uçurum, son 10 yılda Berlin’deki kentsel gelişim konusunda irdelenmesi gereken en önemli konulardan biri. Ayrıca kent için üretilen projelerin hayata geçirilmesi için izlenen yöntem açısından da Berlin’de son 10 yılda izlenen kentsel politikalar ve sonuçları pozitif ve negatif yönleriyle incelenmesi gereken bir süreç. Seminer süresince Christoph Sattler ile yapılan görüşmelerden derlenen söyleşide de, özellikle bu süreç ve sonuçları irdelenmiştir.

.

Sayın Sattler, Potsdam ve Liepzig meydanları için önerdiğiniz projenize karşı yarışmadan sonra başlayan ve hâlâ devam eden, projenin Berlin’in kentsel gelişimi için gerçekçi ve uygun bir çözüm olmadığına dair pek çok eleştiri bulunuyor. Şu anda projenin çoğu tamamlanmış durumda. Önerdiğiniz projenin sonuçlarıyla başta öngördüğünüz 1920’lerin Berlin’ine gönderme yapma amacı arasında fark görüyor musunuz? Mevcut durum sizi tatmin ediyor mu?

Aslında bizim önerimiz doğrultusunda gerçekleşen ve gerçekleşmeyen pek çok husus var. Örneğin Renzo Piano’nun Daimler Benz bölgesi için önerisi, getirdiği kat yüksekliği, cephe malzemesi gibi kurallar bizim önerimizi destekler nitelikteydi. Ancak parsele oturan bloklar arasını kapatarak önerilen alışveriş merkezi, bizim önerdiğimiz 50 metrelik bloklar arasındaki canlı kent sokakları fikrine uymuyordu. (Resim 4) Bu yüzden sokak yerine kapalı bir alışveriş merkezi yapılması fikrine ilk başta karşıydım. Ama şimdi, bu alışveriş merkezinin sergi gibi aktiviteleri de barındıran, bölgedeki en canlı alanlardan biri olduğunu görüyorum. Yani artık bu alışveriş merkezinin yapılmasına karşı değilim. Sony Center’ı düşündüğümüzde ise, buranın bizim önerimize uymadığı çok açık. Ne yazık ki burası uluslararası bir firmanın prestij merkezi haline geldi ve sanırım bu kompleks fazlasıyla Amerikan tarzı bir yapı üretim anlayışını sergiliyor. (Resim 5)

Bunların yanında, Potsdam ve Liepzig meydanlarındaki gelişimin en önemli sorunu, şehrin bu bölgesinin hâlâ kent içinde bir ada gibi olduğu, kentin geri kalanıyla hala bütünleşemediğidir. Projede, her bloğun giriş ve ilk katlarında önerdiğimiz, bölgeyi canlandıracak ticari birimler ne yazık ki gerçekleşmedi. Bunların yerine, blokların zemin ve ilk katları arazinin sahibi olan şirketlerin servis mekânları haline dönüştü. Kaçınılmaz olarak, sokaklarda önerdiğimiz canlı kent hayatı gerçekleşemedi. İkinci olarak, bu bölge birleşme sonrası kent içindeki ilk gelişim alanlarından biriydi. Bu yüzden de hem yabancılar için, hem de Berlin halkı için çok çekici ve heyecan verici bir yer haline geldi. Ancak, daha sonra kentin pek çok noktasında benzer nitelikte yeni yapılar inşa edilmeye başlandı. Benzer nitelikte kentsel gelişim modellerinden ve yapı tipolojilerinden çok fazla olduğunda birbirlerinin gücünü öldürdükleri ve monoton bir mekânsal tecrübenin oluştuğu kanısındayım. Bu bölge için de böyle bir durum geçerli. Öte yandan bölgenin inşası henüz bitmiş durumda değil, yani tüm bölge tamamlandığında bu konuyu tekrar tartışmamız gerekiyor diye düşünüyorum.

Kentin bu bölgesindeki kent imajının ve mekânsal organizasyonların fazlasıyla Amerikan yapı üretimin tarzını çağrıştırdığı konusundaki eleştiriler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Az önce de söylediğim gibi, Helmut Jahn’ın projesi olan Sony Center’ın bizim istediğimize uymayan bir yapılaşma tarzı sergilediğine katılıyorum. Ayrıca Potsdam Meydanı çevresindeki yüksek yapılar da benzer bir kent imajı yarattılar. Ama aslında bu yüksek yapıları önermemizin nedeni böyle bir kent imajı yaratmak değil, 35 metre yapı yüksekliği ve sekizgen Baroque planıyla Liepzig Meydanı’yla yatay-düşey zıtlığı oluşturmaktı. (Resim 6) Tüm bunların ötesinde, aslında bölgede böyle bir kentsel imajın yaratılması kaçınılmazdı. Çünkü arsa sahipleri uluslararası yatırımcılardı ve Berlin’in bu bölgesinde güçlerinin ve prestijlerinin göstergesi olacak yönetim merkezlerini inşa ediyorlardı.

Sanırım bu konu, yani kentin merkezindeki kamusal alanların özelleştirilmesi ve devlet organları tarafından uluslararası yatırımcılara satılması kent halkının kent içindeki alanları aktif olarak kullanamamasının önemli nedenlerinden biri. Örneğin, Potsdam Meydanı’nda az önce belirttiğiniz alışveriş merkezi dışında neredeyse hiçbir yapıya girilemiyor. Bunun yanında, her ne kadar bu tip projelerde belli bir oranda yapı alanının konutlara ayrılması söz konusu olsa da (% 20) kamusal alanın özelleştirilmesi nedeniyle kent içindeki arazi fiyatlarının çok artması ve kent içinde yaşayan nüfusun azalması söz konusu. Berlin halkının Potsdam ve Liepzig örneklerindeki gibi büyük yatırımlar ve kentsel ölçekli projeler nedeniyle kent merkezi yerine şehir dışında yaşamayı tercih ettikleri doğru mu?

Aslında bu söylediğinizin kısmen doğru olduğunu söyleyebiliriz. Bunun yanında, bu tür projelerde ayrılan konut alanlarındaki konutların çoğunun kalabalık aile yaşantısı için değil, tek kişilik bir yaşam için tasarlanması da kent içi nüfusun azalmasında önemli bir etken. Yani kent içinde kalabalık ailelerden çok, bekar insanlar yaşıyor, tabii bu da canlı bir kent hayatının oluşmasını engelliyor.

Berlin’de, özellikle Potsdam ve Liepzig meydanlarında, mimarların saçak yüksekliği, cephe malzemesi, malzeme rengi gibi önceden belirlenmiş kurallara bağlı kalarak tasarım yapmaları ve proje üretmelerinin, mimari üretim sürecinde yaratıcılığı kısıtlaması ve monoton kentsel mekânlar yaratması yönündeki eleştiriler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Potsdam ve Liepzig meydanlarındaki araziler ve bloklar mülkiyetlere göre parsellere bölünmüş durumda. Bu parsel alanları ve kentsel tasarım aşamasında belirlenen blok tipolojisi kuralları içerisinde mimarlar istedikleri şekilde tasarım yapma özgürlüğüne sahipler. Böyle bir sistem ilk bakışta yaratıcı bir mimari tasarım süreci için kısıtlayıcı bir etken olarak görülebilir, ama aslında kısıtlayıcı olmadığını düşünüyorum. Örneğin, inşası hâlâ devam eden Liepzig Meydanı’nda, meydanın 1920’lerdeki durumu temel alınarak önceden belirlenen sekizgen blok içinde saçak ve bina yüksekliği (22 ve 35 metre), zemin kotunda arkadlı yaya yolu bulunması, açık kahverengi taş cephe kaplaması kullanılması gibi kurallar belirledik. Tüm bu önceden belirlenmiş kurallara rağmen, ne kadar farklı sayıda plan ve cephenin üretildiğine inanamazsınız. Yani böyle bir planlama ve tasarım sürecinin kentsel mekânda mimari yaratıcılığı ve tipolojik çeşitliliği kısıtlamadığını düşünüyorum.

Her ne kadar Berlin, Almanya’nın ekonomik gelişiminin merkezi niteliğinde olmasa da, birleşmeden itibaren kentte mimari üretim anlamında çok sayıda yatırım gerçekleşti. Bu yatırımların geri beslemesinin gerçekleşmediği, yatırımlar üzerinden henüz kâr elde edilemediği ve kentin borç içerisinde olduğu konularındaki eleştiriler hakkında ne düşünüyorsunuz?(2)

Doğu ve Batı’nın birleşmesiyle birlikte yeni bir kentsel kimliğin yaratılması gündeme gelince, kentin yeniden başkent olması düşünceleriyle birlikte, tüm ulusal ve uluslararası ilgi Berlin’e yöneldi. Böylece kentin yeniden gelişimi için büyük yatırımlar yapıldı ve projeler üretildi. Bu projelerin kapsamının büyüklüğü, hayata geçirilmesinin ve tamamlanmasının zorluğu, hâlâ ciddi miktarda finansal birikimi gerektiriyor. Böyle bir birikimin şu anda devlet tarafından karşılanması çok zor. Yani şunu söyleyebilirim ki, bu konuda söylenenler kısmen doğrudur, ancak kentin borç içinde olmasını söylemek yerine, Berlin’de projelerin tamamlanması ve devamlılığının sağlanması için elde olandan daha fazlasına ihtiyaç duyulmakta olduğunu söylemek daha doğru olacaktır.

Notlar:

1. Ward, Janet, 2002, The Americanization of the New Berlin, Resource Architecture UIA Berlin 2002 XXI World Congress of Architecture, Main Congress Report and Outlook, D. Andreas, R. Anne ve S. Carl, eds., Birkhauser, Basel, Boston, Berlin; 187-188.

2. Bu soru hakkında, Mimar Dieter Hoffmann-Axthelm Berlin’de 1990-2000 yılları arasındaki kentsel gelişme ve strüktür planlamasını anlattığı konuşmasında, Berlin’de yapılan tüm yatırımların son yıllarda neredeyse durma aşamasına geldiğini belirtti. Bunun nedenini de devletin ve yerel yönetimlerin finansal problemler nedeniyle kentin gelişim ve yenileme süreci üzerindeki gücünün azalması olarak açıkladı. Böylece devlet ve özel yatırımcılar arasında yapılan, şu ana kadar Potsdam Meydanı gibi merkezlerin yaratılmasını sağlayan anlaşmaların her geçen yıl azaldığını iletti.

Bu icerik 2399 defa görüntülenmiştir.