MİMARLIK GÜNDEM
Türkiye’de Göç Dinamikleri ve Sosyo-Mekânsal Dönüşüm
Asuman Türkün, Prof. Dr., YTÜ, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü
“Bilindiği gibi, kent politikasının en önemli unsuru olan konut politikaları toplumsal yaşamın inşası ve emeğin yeniden üretimi açısından çok önemlidir ve konut arzına dair düzenlemeler, özellikle dar gelirli kesimler açısından hayati önem taşır.”
“Resmî rakamlara göre bugün kamplarda kalan Arap sığınmacıların sayısı 240.000 civarındadır; ancak Türkiye genelinde 1,5 milyonu aşkın Arap nüfusun ve son dönemlerde DAİŞ saldırılarından kaçan 100.000’i aşkın Kürt nüfusun farklı kentlere yerleştiğini ve ciddi sorunlarla boğuştuğunu biliyoruz. Yasalar nedeniyle “mülteci” statüsünde kabul edilmeyen bu nüfusun Almanya’nın bugüne kadar kabul ettiği göçmen nüfusa neredeyse eşitlendiğini düşünürsek Türkiye’nin yine son derece hazırlıksız bir biçimde ve çok kısa sürede çözüm oluşturması gereken bir sorun yumağıyla karşı karşıya olduğunu söylememiz gerekir.”
“Kentlerin artık tüm dezavantajlı toplumsal sınıflar açısından çok daha az imkân sunduğu ve bu kesimlerin yaşam alanlarının kentsel dönüşüm politikaları aracılığıyla giderek daraldığı düşünülürse, yersiz yurtsuzlukla tanımlayacağımız bu yaşam biçiminin çok daha büyük kesimleri içine alacağına kuşku yok.”
Anadolu coğrafyasının en eski yerleşim alanlarından biri olmasının yanı sıra çok önemli göç dalgalarının da odağında yer aldığını hepimiz biliyoruz. Farklı dönemlerde çeşitli küresel ve yerel dinamiklerin biraraya gelmesiyle ortaya çıkan bu büyük göç dalgaları, bu coğrafyanın çok renkli toplumsal mozayiğini ve melez kültürlerini yaratmış, aynı zamanda acılarla ve hüzünlerle yoğrulmuş bir tortuyla günümüze kadar gelmiştir... Herkesin hikayesinde farklı biçimde yansımasını bulan ve Anadolu coğrafyasına izini bırakan bu çok katmanlı sosyo-mekânsal yapı, ortaya çıkan yeni dinamiklerle ve göç hareketleriyle şekillenmeye devam ediyor.
Türkiye’de özellikle Cumhuriyet sonrasında iç ve dış göçlerin niteliğini ve seyrini, farklı ölçeklerden gelen dinamiklerin biçimlendirdiği ekonomik ve politik bağlam çerçevesinde ele aldığımızda, kırsal ve kentsel alanlarda ortaya çıkan sosyo-mekânsal dönüşümleri dönemler itibarıyla incelemek de kolaylaşıyor. Bu dönemlerde ortaya çıkan göç eğilimlerinin niceliksel ve niteliksel olarak nasıl farklılaştığına bakmak, bunların arkasındaki dinamikleri ve bugün karşı karşıya olduğumuz büyük göç dalgalarının yarattığı sorunları daha iyi kavramamıza imkân verecektir. Böyle kısa bir yazıda çok kaba bir değerlendirme olmasını göze alarak bir dönemlendirme ve değerlendirme yapmak istiyorum. Cumhuriyetin kurulmasından sonra yaşanan ilk büyük göç 1923’te Lozan Anlaşması’na eklenen bir sözleşmeyle, Türkiye ve Yunanistan’ın kendi vatandaşlarını din esasına dayanarak zorunlu göçe tabi tutmasıdır. Bu tür bir göç savaş sonrası dönemde homojenleştirici ulus-devlet politikalarının izlerini taşır; bu dönemde 1.200.000 Hristiyan Rum Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden Yunanistan'a, 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır. Savaş sonrasında kaynakları kıt bir toplumda gidenlerin yarattığı ekonomik çalkantı, hem yeni iktisat politikaları hem de mübâdillerin ülkeye getirdiği yeni bir solukla atlatılmaya çalışılmış ama gerisinde herkesin zihninde ve yüreğinde büyük bir boşluk bırakmıştır.
Türkiye’de 1950’lerden sonra, bir iç göç olarak kırdan kente doğru yönelen ikinci büyük göç dalgasını, tarımda ciddi bir çözülmeye yol açan kapitalist tarım politikalarına, makinalaşmaya ama aynı zamanda ithal ikameci sanayi politikalarına ve kentleşme dinamiklerine bağlamak gerekir. Cumhuriyetin ilanından sonra ulus-devletin inşası kapitalist sanayileşme ve kentleşme politikalarıyla birlikte sürdürülmüş, modern ve planlı kentler yaratma hedefi hep gündemde olmuştur. Ancak az çok bütün azgelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de sınırlı kaynakların sanayiye dayalı kalkınmaya yönlendirilmesi, kamunun kent politikalarının zayıf kalmasına ve kentsel gelişimin büyük ölçüde piyasaya bırakılmasına yol açmıştır. Bilindiği gibi, kent politikasının en önemli unsuru olan konut politikaları toplumsal yaşamın inşası ve emeğin yeniden üretimi açısından çok önemlidir ve konut arzına dair düzenlemeler, özellikle dar gelirli kesimler açısından hayati önem taşır. Piyasa ilişkileri içinde karşılanamayan ihtiyaçlar ise kentlerde enformel alanın sınırlarını sürekli genişletmiş ve modernleşme iddiasında olan bir ülkede bu beklentilerin yeniden sorgulanmasını beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda enformel konut alanları, dar gelirli çalışan kesimlerin barınma sorununu çözebilmek ve emek piyasasına katılımlarını sağlamak üzere razı olunan bir çözüm olmuştur.
Bu dönemin bir başka önemli göç dalgasını, Avrupa’da büyüyen sanayi kapitalizminin ve kentleşmenin ihtiyaç duyduğu emek gücünü sağlamak üzere 1960’lı yıllarda Türkiye’den özellikle Almanya’ya yönelen gönüllü dış göç oluşturmaktadır. Bu tür bir göç Türkiye kentlerine yönelen göçleri kısmen yavaşlatırken bir yandan da Türkiye ekonomisi açısından, ülkeye aktarılacak işçi dövizleri bir umut kapısı oluşturmuştur. Bu konuya çok geniş yer vermek gerekir, ancak bu noktada bu göç türünün, çok farklı olmakla birlikte, bugün Türkiye’de özellikle Suriye’den göç etmek zorunda kalan büyük kitlelere ilişkin sorunları tartışmak ve karşılaştırmak için bir baz oluşturduğunu söylemekle yetineceğim.
Türkiye’nin doğuda ve batıda çok farklı kentlerine ciddi olarak damgasını vuran bir başka zorunlu iç göç ise 1990’larda yaşanmıştır. Siyasi ve ideolojik nedenlerle ortaya çıkan çatışma ortamında köy boşaltmaları ve güvenlik sorunları çok sayıda Kürt vatandaşın doğudaki ve batıdaki büyük kentlere doğru göç etmesine yol açmıştır. 1950’lerden sonra kentlere göç edenler zaman içinde kentte kalıcılaşmanın ve durumlarını iyileştirebilmenin imkânlarını kısmen yaratabilmişken, özellikle 1990’lardan sonra kente yerleşenler, hem göç ettikleri dönem hem de hazırlıksız göç süreçleri nedeniyle çok daha zor koşullarda tutunmaya çalışmaktadırlar.
1980’li yıllardan sonra giderek belirginleşen bir başka göç kategorisi ise göçebe göç veya düzensiz göç olarak tanımlayabileceğimiz gönüllü bir sürece işaret eder. Aslında ulusal ölçekte “mevsimlik tarım işçileri” olarak çok eskilere dayanan ve hâlâ devam eden bu süreç uluslararası ölçekte bir başka boyut kazanmıştır. Yurtdışından, özellikle Moldovya, Ukrayna, Romanya gibi ülkelerden Türkiye’ye kayıtdışı olarak çalışmaya gelen ve sürekli sınırlararası geliş gidiş yapan; yine Türkiye’yi başka ülkelere gitmek üzere bir geçiş bölgesi olarak kullanan Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinden gelenler kentlerin özellikle yıpranmış bölgelerine veya enformel konut alanlarına yerleşmektedir. Bugün kentsel dönüşüme zorlanan tarihî kentsel alanların ve enformel konut alanlarının pek çoğunun bu kesimleri barındırdığını ifade etmemiz gerekir. Uluslararası göç olarak tasnif edebileceğimiz bir başka kategori ise düzenli ve gönüllü göçlerdir; özellikle küreselleşen dünyada iş ilişkileri nedeniyle büyük kentlere yerleşen “yabancı uyruklu” profesyoneller veya daha iyi yaşam koşulları elde etme kaygısıyla özellikle sahil kentlerine yerleşen emekli orta sınıflar yeni kentsel gelişmelere neden olmaktadır.
Bugün karşı karşıya kaldığımız göç dalgası ise, 1970’lerde Asya ve Afrika’dan, 1990’larda Irak, Afganistan ve İran’dan göç eden “sığınmacı” grupları ve son dört yıl içinde de Suriye’deki şiddetli savaştan kaçan Arap ve Kürt kökenli grupları kapsamaktadır. Resmî rakamlara göre bugün kamplarda kalan Arap sığınmacıların sayısı 240.000 civarındadır; ancak Türkiye genelinde 1,5 milyonu aşkın Arap nüfusun ve son dönemlerde DAİŞ saldırılarından kaçan 100.000’i aşkın Kürt nüfusun farklı kentlere yerleştiğini ve ciddi sorunlarla boğuştuğunu biliyoruz. Yasalar nedeniyle “mülteci” statüsünde kabul edilmeyen bu nüfusun Almanya’nın bugüne kadar kabul ettiği göçmen nüfusa neredeyse eşitlendiğini düşünürsek Türkiye’nin yine son derece hazırlıksız bir biçimde ve çok kısa sürede çözüm oluşturması gereken bir sorun yumağıyla karşı karşıya olduğunu söylememiz gerekir. Bugün henüz etkilerini tam olarak idrak edemediğimiz ve büyük çoğunluğunun kalıcı olması beklenen bu yersiz yurtsuz göç dalgası bundan sonra hem politik ve ekonomik düzlemde hem de kentlerin sosyo-mekânsal yapısında yarattığı değişimler bakımından en çetrefilli ve acil gündem maddemizi oluşturacak. Kentlerin artık tüm dezavantajlı toplumsal sınıflar açısından çok daha az imkân sunduğu ve bu kesimlerin yaşam alanlarının kentsel dönüşüm politikaları aracılığıyla giderek daraldığı düşünülürse, yersiz yurtsuzlukla tanımlayacağımız bu yaşam biçiminin çok daha büyük kesimleri içine alacağına kuşku yok. Bu kişiler, geçimlerini nereden sağlayabiliyorlarsa oraya göç etmeye, yeniden geri gelmeye, zaman zaman beklemeye ve bu sürede yardımlarla geçinmeye mecbur kalacaklardır. Bu sosyo-mekânsal dönüşüm sürecinde, kent mekânı ne yazık ki artık pek çok kişi için aidiyet hissedilen, yaşamın kurulduğu ve kök salındığı bir yer olmaktan çıkarak “durulan” bir yer haline dönüşmektedir.
Alman edebiyatçı Max Frisch Almanya’ya göç eden Türk işçiler için şöyle demişti: “Biz işçi çağırmıştık ama insanlar geldi.” Bugün yine aynı söze gerek var; evet insanlar geldi…
Bu icerik 6349 defa görüntülenmiştir.