362
KASIM-ARALIK 2011
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • Yerin Deneyimlenmesi: KAYAKÖY
    Dilay Güney, Yrd. Doç. Dr., Beykent Üniversitesi, Mimarlık Bölümü
    Levent Arıdağ, Yrd. Doç. Dr., Beykent Üniversitesi, Mimarlık Bölümü

YAYINLAR



KÜNYE
KENTLEŞME

Türkiye’de Bir Sermaye Birikim Aracı Olarak Toprak Rantı ve Kent Mekânının Dönüşümü

Hakkı Yırtıcı, Yrd. Doç. Dr., İstanbul Kültür Üniversitesi, Mimarlık Bölümü

Türkiye 1980’lerden itibaren dünyadaki gelişmelere paralel olarak, yeni bir kentleşme dönemine girmiştir. Bu dönemin en önemli özelliği kentsel topraktan elde edilen rantın küresel sermayenin ilgi alanına girmesidir. Ancak Batıdaki örneklerinden farklı olarak, bu rant birikimi devlet mülkiyetindeki toprağın özel mülkiyete geçmesi şeklindedir. Bu sürece ait hukuki bir zeminin olmaması, kent toprağını politik baskıların nesnesi haline getirir. Bu durum ise sağlıklı bir kentsel planlamaya engel olmakta; kentlerin istihdam yapısını, gelir dağılımını ve mekânsal organizasyonunu değiştirmekte; sosyal kutuplaşma ve mekânsal ayrışmaya neden olmaktadır. Yazar, Osmanlı İmparatorluğu’ndan günümüze Türkiye’de toprak mülkiyeti olgusuna değiniyor ve rant teorisi ve toprak mülkiyetine referansla kentsel gelişimimiz üzerine önemli vurgular yapıyor.

Bugün, 1980’lerin dünya çapında toplumsal, kültürel, ideolojik ve ekonomik anlamda yeni bir eşik olduğu artık geniş bir çevre tarafından kabul edilen bir olgu. Küreselleşme adı verilen bu olgu kısaca, kapitalizmin gelişen iletişim ve bilişim teknolojilerine bağlı olarak uluslararası ölçekte yeniden örgütlenmesi ve sermayenin akışkanlığının dünya geneline yayılması olarak tarif edilebilir. Ulusal ve kentsel ölçekte uluslararası büyük sermaye yatırımlarına kolaylık sağlayan ideolojik bir anlayışın gelişimi ile sermaye birikiminin niteliği değişmiş ve etki alanı genişlemiştir. Bu süreçte kentlerin ön plana çıktığı görülmektedir.

Küresel ölçekte bir şebekenin parçası haline gelen bu kentlere dayanarak “dünya kenti” kavramı icat edildi. Sassen’e (1) göre dünya kentleri kontrol ve yönetim merkezleri olmalarının ötesinde ticaret ve hizmet sektörü ile finansal yeniliklerin üretiminin de gerçekleştiği kentlerdir. Uluslararası firmaların buraya yerleşmesi, küresel ulaşım ve iletişim ağlarına sahip olma, yüksek düzey uzmanlaşma, medya ve kültür aracılığıyla ideolojinin meşrulaştırılması, küresel kentlerin temel özellikleridir. Artık ulus devletlerin küresel ekonomiye eklemlenebilmeleri ancak küresel kentlere sahip olmaları ile mümkün olabilmektedir. Türkiye’de de dünyadaki gelişmelerle eşzamanlı olarak benzer bir dönüşüm gerçekleşmektedir. Başta İstanbul olmak üzere diğer büyük kentler ve turizm bölgelerinde sermayenin yoğunlaşmasına ve kent mekânındaki dönüşümlere tanık olunmaktadır.

Tüm bu gelişmeler ortak, eşit ve demokratik bir yaşam alanı olması gereken kentleri bu niteliklerinden uzaklaştırmaktadır. Böylelikle kent merkezli bireysel hak, özgürlük ve yaşam bölgelerinin korunması alanındaki tartışmaların odağına, sermayenin kentlerde yarattığı olumsuz gelişmeler ve bu gelişmeleri anlamanın temel aracı olarak “kentsel rant” kavramının yerleştiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu makale çerçevesinde önce “rant” kavramı ele alınmakta ve kavramın ilk akla geldiği şekli ile kıt kaynaklara bağlı olarak elde edilen haksız kazanç olma özelliğinden öte, bu durumun kapitalist ekonomi içinde bir sermaye birikim aracı olarak nasıl araçsallaştırıldığına vurgu yapılmaktadır. Ardından Osmanlı Devleti’ndeki toprak mülkiyeti sisteminin bugün Türkiye’deki rant mekanizmasının temellerini oluşturması olgusuna değinilmekte ve ilk kapitalist ilişkilerin ortaya çıktığı Avrupa’da toprağın bir meta olarak üretimi, kapitalistler arasında el değiştirmesi ve bu süreçte sermayenin toprağa aktarılması ile Türkiye’de devlet mülkiyetindeki toprağın özel mülkiyete geçişindeki sürecin yarattığı farklılıklar üzerine yoğunlaşılmaktadır. Makalenin son bölümünde ise Türkiye’nin kentleşme hikayesi, ulus devletleşme sürecinden itibaren günümüze kadar uzanan tarihsel bir bakış açısı içinden ele alınmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme ve kapitalist ekonomiye katılma süreci ile kentleşme sürecinin çakıştığı bu dönem üç ana bölüme ayrılmaktadır. Her dönem kentleşme sürecinde öne çıkan aktörler çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu aktörler sırasıyla 1950’lere kadar devlet ve yeni oluşan burjuva sınıfı, 1980’lere kadar Anadolu merkezli küçük ve orta büyüklükte sermaye grupları ve sonrasında da küreselleşen büyük sermaye gruplarıdır.

BİR SERMAYE BİRİKİM ARACI OLARAK RANT

“Kapitalizm” kelimesi “sermaye” kelimesinden türemiştir. Bu nedenle sermayenin kapitalizm için kilit bir kavram olduğu rahatça söylenebilir. Sermaye kelimesi zenginliğin asıl kaynağı olan geçmişte harcanmış emeğin tükenmemiş olanlarına göndermede bulunur. Aslında bu tanım daha önceki toplumsal üretim sistemlerinin ürettiği tüm maddi mallar için de kullanılabilir. Aradaki fark, kapitalizmde sermayenin sürekli kendini büyütme yönündeki güdülenimi ve kendisini artırmak için oluşturduğu toplumsal ilişkiler bütünüdür. (2) Kapitalizm, makine, toprak, hammadde gibi üretim araçlarına sahip özel sermaye mülkiyeti ile mülksüz ücretli emek arasındaki eşitsiz ilişki merkezinde yoğunlaşmış bir meta üretim sistemi olarak tanımlanabilir. Burada ele alınan konu açısından özel mülkiyet ile toprak arasındaki ilişkiye değinilecektir.

İktisat kuramında rant sadece toprağın değil, her türlü üretim aracı ve mamulün kıtlığından doğan ve emek harcamadan elde edilen gelir olarak tanımlanmaktadır. (3) Kıtlık rantının pek çok nedeni olabilmektedir. Özellikle devletin piyasa ekonomisine müdahale ettiği, ayrıcalıklı haklara sahip olan girişimcilerin, haksız rekabet koşullarında elde ettikleri gelir, rantı oluşturmaktadır. Diğer bir neden de devletin ekonomiyi teşvik etmek amacıyla, üretilen ara girdileri piyasa fiyatının altında özel sektöre satmasıdır. Rant yalnızca toprağın kıtlığı gibi doğal mekanizmalara bağlanmamakta, politik içerikli rant kavramı da meselenin içine dahil edilmektedir.

Yine de rantı bir sermaye birikim aracına dönüştüren en temel etken, toprak üzerindeki tam mülkiyet hakkıdır. Kuşkusuz “mülkiyet” kavramı kapitalist bir icat değildir. Tarih boyunca tüm uygarlıklarda tam mülkiyet görülür. İlk göçebe ve tarım toplumlarında tam mülkiyet kişisel eşyalar ile sınırlıdır. Göçebe topluluklarda hayvan sürüleri, otlaklar, avlanma alanları ortak mülkiyet konusuydu. Bu mülkiyetin devredilmesi söz konusu olamazdı. Yerleşik tarıma geçildiğinde ise topluluğa ait toprak, tüm üyelerin tarım yapmalarına olanak verecek biçimde, ortak mülkiyet altında parçalara ayrılmıştı. (4)

Kapitalizmin ortaya çıktığı Avrupa’ya bakıldığında da durum farklı değildir. Avrupa feodalitesinde toprak lordu ve serf arasındaki ilişkiyi sadece mülkiyet olgusu ile anlamak mümkün değildir. Toprak lordunun sahip olduğu topraklar üzerinde tam tasarrufu var gibi görünse de, aslında toprak lordu ile serf arasında karşılıklı sorumluluklar söz konusu idi. Serf, lorda karşı sorumluluklarını yerine getirmek koşuluyla toprağı ekip biçme hakkına sahipti. Bu haliyle toprak üstünde bir kişinin mülkiyetinden çok, birden fazla kişinin farklı işlevler açısından denetimi söz konusu idi. (5)

Kapitalist ilişkiler içinde ise Ricardo’ya göre toprak miktar itibariyle sabit olduğundan kıtlık rantı söz konusudur. Ekonomik gelişme ile toprağın önce en verimli kısmı kullanılır. Diğer faktörler arttıkça daha az verimli topraklar da kullanılmaya başlanır. Ürünlerin piyasadaki değeri de, o piyasa ile ilişkili olan düşük verimli toprağın ürünlerinin fiyatına eşittir. Bu durumda daha verimli topraklar önemli bir avantaj sağlamakta ve hiçbir emek harcamadan, sadece verimlilik ve konumuna bağlı olarak bir artı-değer kazanılmaktadır. Böylelikle rant, salt mülkiyet hakkından doğan, çalışma sonucu elde edilmeyen bir gelir olur. (6)

Marx ise toprak rantını üçe ayırır. Birincisi, toprağın verimlilik ve konumuna bağlı “diferansiyel rant I”dir. İkincisi, Marx’ın “diferansiyel rant II” dediği, arazi üzerinde insan emeği ile yapılan ıslah ve yatırımlardan doğan farklılaşmanın meydana getirdiği ranttır. Üçüncüsü ise “mutlak rant”tır ve toprak üzerindeki özel mülkiyete dayanır. Bu mülkiyet tekel niteliğindedir. Çünkü toprak miktarı sabittir ve insan gayreti ile artırılamaz. Arz sabit olduğundan talep arttıkça toprağın değeri artmakta ve buradan mutlak rant doğmaktadır. (7)

Harvey toprak ve üzerindeki yapıların kapitalist ekonomide sıradan mallar olmadıklarını ve bu yüzden kullanım ve dönüşüm değerlerinin özgül anlamları olduğunu söyler. (8) Harvey’e göre toprak ve yapıların yeri istenildiğinde değiştirilemez. Bu onları tahıl, otomobil gibi mallardan farklı kılar. Mutlak konum, kullanımı belirleme hakkına sahip olan kişiye tekelci ayrıcalıklar verir. Toprak ve yapılar kimsenin onlarsız yapamayacağı mallardır. Bir mekân işgal etmeden var olunamaz, bir konum işgal etmeden ve orada konumlanmış malzemeleri kullanmadan çalışılamaz ve herhangi bir barınak olmadan yaşanamaz.

Bu noktada Harvey ile Ricardo ve Marx gibi klasik rant teorisyenlerinin tanımlamaları arasındaki farka dikkat etmek gerekmektedir. Klasik rant teoricileri arazi kullanma biçimine ve mekân organizasyonu sorunlarına çok önem vermemişlerdir. Harvey ise toprağı diğer metalardan farklı bir yere koyarken kastettiği kentsel bir bağlam içinde olan toprak parçasıdır. Herhangi bir toprak parçası ile kentsel toprak arasındaki ayrım önemlidir. Kentsel toprak yakın gelecekte kentsel arsaya dönüşeceği ümidi ile alınıp satılmaya başlanmış yani piyasa değeri tarımsal üretim potansiyeline göre değil, kentsel arsa olma olasılıklarına göre oluşmaya başlayan topraklardır. Üç temel özelliğe sahiptir. Kent içinde bir yere sahiptir; altyapı ile donatılmıştır; imar planı ile üstünde ne tür kullanımların olacağı belirlenmiştir.

Buna göre kent çeperindeki bir tarımsal toprağın, kentin büyümesi ile değeri artar. Bu alanın imar sınırlarına alınması tekrar değerinin artmasına neden olur. Bunun kentsel kullanıma açılması için yol, su, elektrik gibi altyapısının hazırlanması gerekir. Bu da tekrar bir değer artışına imkân verir. Bundan sonra diğer parsellerde yapılmaya başlayan inşaatla birlikte hızla değer artışı olur. Bu durumda kişilerin ucuz değerle aldıkları arsayı bekletmenin hiçbir riski olmamakta ve arsa spekülasyonunu doğurmaktadır. Böylelikle arsa değerinin artışında arsa sahibinin hiç emeği olmamakta ve değer artışının maliyeti altyapı gibi kamusal harcamalara aktarılmaktadır. (9)

Tekeli bu durumun kentin gelişiminde yarattığı olumsuzlukları şu şekilde sıralamaktadır:

  • Kentsel arazide özel mülkiyetin varlığı kentlerin planlanan şekilde gelişmesini önlemekte ve arsa spekülasyonu kent planlamayı politik baskıların bir parçası haline getirmektedir.
  • Kent içindeki boş arsaların spekülasyon amaçlı tutulması nedeniyle kentin çeperlerindeki ucuz arsalara yönelinmekte ve altyapı eksikliklerinden dolayı kentsel hizmetlerin daha pahalı olduğu yeni çevreler oluşmaktadır.
  • Kent içinde politik baskıların etkisiyle yoğunluk artışına izin verilmekte, bu da mevcut binaların yararlı ömürlerinin dolmadan yıkılmasına neden olmaktadır.
  • Kentsel arazide özel mülkiyetin varlığı parselasyonu doğurmakta, binalar arasında kalan alanlar bütünleşemediği için yararsız küçük alanlar ortaya çıkmaktadır.

Yazının bundan sonraki kısmı Türkiye’de kentsel rantın 1923’ten günümüze nasıl geliştiği sorusuna yoğunlaşacaktır. Kentsel rantın hangi aktörler tarafından üretildiği ve paylaşıldığı sorusu cevaplanırken, genel rant teorisinin ülkenin kendi özgüllükleri içinde yeniden nasıl üretildiğine dikkat çekilecektir.

TÜRKİYE’DE TOPRAK MÜLKİYETİ

Türkiye ile Avrupa ülkeleri arasında temel bir fark bulunmaktadır. Avrupa’da, 18. yüzyıldan itibaren toprağın bir meta olarak üretimi ve oluşan rantın paylaşımı kapitalistler arasındaki özel mülkiyet ilişkileri ve toprağa aktarılan sermaye miktarı bağlamında gerçekleşmiştir. Yani burada farklılık rantı esastır. Türkiye’de ise bu ilişki devletin mülkiyetindeki toprağın özel mülkiyete geçişi şeklinde gerçekleşmekte ve bu şekli ile mutlak rantın konusu olmaktadır.

Bu fark Osmanlı İmparatorluğu’ndaki mülkiyet ilişkilerine dayanmaktadır. Avrupa’da feodal toplumsal yapı burjuva sınıfının yükselmesi ve toprağın metalaşması ile bozulmuş ve yerini sermaye arasındaki mülkiyet ilişkilerine, görece kolay bir şekilde bırakmış, toprak üzerinden sermaye birikimi bu şekilde gerçekleşmiştir.

Divitçioğlu’na göre Osmanlı İmparatorluğu’nda asli üretim aracı olan toprağın mülkiyeti devlete aittir. Toprak devletin ileri gelenlerine, askerlere ve yerel yöneticilere tımar olarak ve kullanım hakkı için verilirdi. Tımar sahibi bu topraklar üzerinde tarım yapmak, asker yetiştirmek, vergi vermek ve zamanı geldiğinde yetiştirdiği askerleri savaşa yollamakla yükümlüdür. Ekime açılmış topraklar üzerinde, vergisi ödenmek koşuluyla, çiftçinin tasarruf hakkı mevcuttu. Hatta bu hakkını varislerine de geçirebilmekteydi. Ama bu, özel mülkiyet olarak görülmezdi. (10)

Osmanlı, bu merkeziyetçi toprak mülkiyeti yapısı içinde toprağı bir meta olarak yeniden üretmekte hantal kalmıştır. 19. yüzyıl Osmanlı modernizasyonu bir yandan toprağı meta olarak kabul ediyor, öte yandan toprak mülkiyetinin özel ellerde toplanmasına ve ticaretine sayısız kısıtlama getiriyordu. (11) 1923’te Cumhuriyetin ilanı ve modernleşme projesi dahilinde de bu hantallık devam etmiştir. Yeni Cumhuriyetin modernleşme projesi ulusal bir pazar kurmayı ve dünya pazarları ile bütünleşmeyi içermekteydi. Ancak sermaye birikiminin anahtarı olan toprak dağıtılarak ekonomik hareketlilik sağlanacakken, Kurtuluş Savaşı esnasında ve Cumhuriyetin ilk yıllarında azınlıkların ülkeyi terk etmek zorunda kalması ile devletin elindeki toprak miktarı artmıştır. Daha sonraki yıllarda köylüye toprak dağıtma çabaları ise asla yeterli ve adil olamamış, çoğunlukla sınırlı ve sadece belli kesimlerin rant kazanması ile sonuçlanmıştır. Bugün dahi Türkiye’nin coğrafi alanının üçte ikisi devlet mülkiyetindedir.

TÜRKİYE’DE KENTLEŞME VE RANT OLGUSU

Türkiye’nin modern toplumsal tarihini ele alan her çalışmanın üzerinde uzlaştığı üç parçalı bir dönemselleştirme mevcuttur. İlk dönem, Cumhuriyetin ilanından 1950’lere, ikinci dönem 1950’lerden 1980’lere ve üçüncü dönem de 1980’den günümüze kadar olan süreyi kapsar. Kuşkusuz her dönemi homojen bir sürekliliğe sahip olarak düşünmek yanlış olacaktır. Her dönem kolaylıkla daha alt parçalara bölünebilmektedir. (12) Farklı yazarlar ele aldıkları konulara bağlı olarak bu dönemlere farklı isimler vermektedirler. Örneğin, Tekeli (13) bu dönemleri sırasıyla “radikal modernlik”, “popülist modernlik” ve “modernliğin aşınması”; Şengül (14) “ulus devletin kentleşmesi”, “emek gücünün kentleşmesi” ve “sermayenin kentleşmesi” olarak adlandırmaktadır. Bu üç ayrı dönem aynı zamanda toprağın ekonomiye katılımı ve bu süreçteki aktörlerin belirginleşmesini içermektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ideolojisinin temelinde kurum ve kuralları ile modernleşme fikri bulunmakta idi. Cumhuriyet elitleri tarafından yukardan aşağı örgütlenen modernleşme projesi aydınlanma geleneğine, serbest piyasa ekonomisinin kurulmasına, ulus-devletin kurumlaşmasına ve tüm bunların hukuksal bir çerçeveye oturtulmasına dayanmaktaydı. Bu modernite projesinin gerçekleşebilmesi içinde toprağa bağlı köylü kitlelerinin çözülerek hareketlilik kazanması, ekonominin gerek duyduğu emeği, gerek duyulan yerde ve anonim ilişkiler içinde sunabilmesi gerekmekteydi. Bunun olabilmesinin anahtarı ise kentsel gelişmeydi. (15)

Yeni Cumhuriyetin kentleşme açısından en önemli kararı İstanbul’a karşı Ankara’yı başkent ilan etmesi idi. Bütün büyük Batı metropolleri gelişir, nüfus yoğunluğu baskısı taşırken, İstanbul’un nüfusu savaşlar ve azınlıkların terk etmesi sonucu azalmıştı. Kısıtlı imkânlara sahip Cumhuriyetin yatırımları ağırlıklı olarak Ankara ve diğer Anadolu kentlerine yapılmaktaydı. Ancak aynı anda hem sanayileşme hem de kentleşmeyi sağlayacak sermaye birikiminin olmaması yapılan çoğu planı kağıt üzerinde bırakmış ve sadece Ankara’da gözle görülür kentsel dönüşümler olabilmiştir. Batıdaki örneklerinin aksine, Ankara’nın gelişimi tabandan gelen sivil zorlamalardan çok, siyasilerin modernite projesinin bir parçası olarak yukardan gelmekteydi. Henüz gerçek anlamda kentsel arazide spekülasyon olmayan bu dönemde kentsel rant, bürokratlar ve orta sınıf arasında paylaşılmaktaydı. Kentsel gelişimde küçük girişimcinin oynadığı rolün yapısal temelleri bu dönemde atılacak, 1980’lere kadar bu hakim rol varlığını sürdürecekti.

Türkiye, 1950’lerde kentsel sorunların baskısını hissetmeye başladı. 1950’lerden itibaren başlayan kırsaldan kente göçün ölçeği çarpıcı boyutlardaydı. 1950’de 100 binin üzerindeki kent sayısı 4 ve genel nüfusa oranı % 40 iken, bu rakamlar 1980’de kent sayısı 29 ve genel nüfusa oranı % 63 olarak değişmiştir. (16) Tarımın modernizasyonu ile ilk defa devlet elitinin bir projesi olarak modernleşme, yerini tabandan gelen ve kapitalist koşulların zorladığı bir modernleşme sürecine bırakmıştır. Kırsal alanda ortaya çıkan istihdam fazlasının başta İstanbul olmak üzere diğer bütün büyük kentlere göç etmeye başlamasıyla kent planlamasının gerekliliği, artan konut ihtiyacı, altyapı benzeri sorunlar gündeme gelmiştir.

Bu dönemde planlı kentleşmenin önünde iki büyük engel bulunmaktaydı. Birincisi devletin elindeki toprağın adil bir şekilde dağıtılamamış ve ekonomiye dahil edilememiş olması idi. Ortada devlet mülkiyetindeki toprağı kentsel araziye dönüştürecek ve özel mülkiyete aktaracak hukuki ve finansal bir düzenleme bulunmamaktaydı. İkincisi ise, ithal ikameci sanayileşmenin devletin ekonomi politikası olarak benimsenmesi; lisans ve kotalarla kısıtlanan ithal mallardan ortaya çıkan kıtlık rantı büyük sermayenin asıl ilgi alanı olurken, kentsel dönüşüm ve kent toprağından elde edilen rant gelirinin bölüşümünün orta ve küçük ölçekli girişimciye bırakılmasıydı. Bu etkenler legal ve illegal olmak üzere iki ayrı konut üretim modeli ve kent toprağını dönüştürme şekli üretmiştir. Türkiye’ye özgü bir model olan yapsatçılık bunun legal, gecekondu ise illegal kısmını oluşturmaktaydı.

Devletin kendi mülkiyetindeki topraklar üzerinden düzenli bir toprak paylaşımını başaramadığı bu dönemde, gecekondu kırsaldan kentlere göç edenlerin bir kısmının konut ihtiyacının illegal çözümü oldu. Kent çeperlerinde ve kentin boş bırakılan alanlarında kent parçaları inşa edilmeye başlandı. Böylelikle toprak için herhangi bir yatırım yapılmadan konut üretimi sağlanırken, bir yandan da gelişmekte olan sanayi için ucuz ve vasıfsız işgücü sağlanmaktaydı. Hem sermayenin kârlılığını maksimize etmesini, hem de geniş halk kitlelerinin barınma sorununu en az yatırımla sağlayan ve ilk bakışta iki tarafında kazançlı olduğu bu model, aynı zamanda kentlerdeki yaşam kalitesi açısından her kesimin kaybettiği bir durumu üretmiştir. Daha sonra yapılan aflar ile bu bölgeler yasal nitelik kazanmışlar; bu bölgelerin altyapı yatırımlarının bedeli ise kamuya yüklenmiştir.

Aynı dönemde orta sınıfın legal konut ihtiyacı ise yapsatçılık ile karşılanıyordu. Bu model özel mülkiyet üzerine orta ve küçük girişimcinin sermaye yatırımı yaparak oluşan farklılık rantı üzerinden sermaye birikimini sağlamıştır. Yeterli sermaye birikimine sahip olmayan girişimci, toprak sahibine yapılacak konutlardan bir kısmını vermeyi taahhüt etmekte ve böylelikle arsa için sermaye yatırmak zorunda kalmamaktaydı. Daha temel inşaatından konutların satışı ise ön sermaye birikimine ihtiyaç duymadan inşaata yatırım yapılmasını sağlamakta, vasıfsız iş gücü de inşaat maliyetlerini düşürmekte idi. 1980’lere kadar kent toprağının dönüşümünde yapsatçılık önemli bir model olmuştur. Bugün halen parsel bazında, birbirine eklemlenerek oluşmuş bir kent dokusunun ve kalitesiz bir işçilikle oluşmuş konut stokunun sorunları en önemli kentsel sorunlardan biridir. (17)

24 Ocak 1980 kararları ile birlikte ithal ikameci sanayileşme stratejisinden vazgeçilen Türkiye’de küresel sermayeye eklemlenmek amacıyla serbest piyasa koşullarını oluşturacak bir dizi karar alındı ve küresel sermayenin dolaşımı kolaylaştırıldı. Toplu Konut Yasası’nın çıkmasıyla ilk defa yüksek rant getirisi vaat eden kent, büyük sermayenin ilgi alanına girdi. Parsel bazında yatırım yapan küçük ve orta girişimcinin yerini, kentin dışındaki büyük toprak parçalarında yeni uydu kentler yaratan sermaye almış oldu. Böylelikle Türkiye’de kentler bugünkü lüks konut siteleri, alışveriş merkezleri, eğitim kampüsleri, sanayi bölgelerinden oluşan çok parçalı, dışa kapalı, her biri ayrı bir merkez olan yamalı bohça görünümünü almaya başladı.

Kentsel rantın üretimi ve paylaşımına bugün bakıldığında, ortaya çıkan manzara şudur: Devletin mülkiyetinde olan alanlarda özel mülkiyet olgusu, 2000’li yılların başından bu yana büyük ölçekli projelerin taleplerinin karşılanması amacıyla, ayrıcalıklı imar hakları ve yeni finansman yöntemleriyle birlikte hızlanmıştır. Mali sermayenin bağımsız bir aktör haline geldiği bu süreçte, kentsel rantlar küresel kapitalizme eklemlenmenin önemli bir aracı haline gelmiştir. Mülkiyet devri gerçekleştirilmek istenen ve konum rantı yüksek olan alanın öncelikle planı değiştirilerek sermaye yatırımına olanak sağlayan farklılık rantı, ihale sürecinde sağlanan ayrıcalıklarla satışı gerçekleştirildikten sonra mutlak rant oluşturulmaktadır. Böylece farklılık rantı ve mutlak rant toprağın yeni sahibine aktarılmaktadır. Planlama ile sağlanan ayrıcalıklardan dolayı yoğun yapılaşma ve altyapı maliyetleri ise devlet tarafından karşılanarak kamunun zarar etmesine ve sosyal adalet ilkelerinin zedelenmesine yol açılmaktadır. (18)

Kuşkusuz bu, serbest piyasa ekonomisinin dayattığı kaçınılmaz bir durum değildir. Hem kentsel yapıları hem ülkenin gelişme dinamiğini çarpıtan bu mekanizma karşısında özellikle Batı Avrupa ülkelerinde kurumsal düzenlemeler bulunmaktadır. Örneğin kamu elindekini arsa stoklarını artırmak, arsaların mülkiyetini devretmek yerine uzun süreli kiralama yolları geliştirmek, kentsel toprak mülkiyetini iki boyutlu kabul etmek ve üçüncü boyutu olan yapı yapma hakkını kamunun saymak ve kamuya ödenen bedel karşılığı devretmek ya da çok ciddi bir vergilendirme politikası geliştirmek gibi. Bunun yanı sıra kentsel arsanın değer artışları yerel yönetimlere gelir haline getirilerek kentleşmenin finansmanı sağlanmakta ve kentsel hizmetlerin üretimi yeterli hale getirilmektedir.

SONUÇ

Bugün Türkiye’de topraktan elde edilen rant, en önemli sermaye birikim araçlarından biri olmuştur. Bu süreçteki en önemli sorun, Batıda toprak bir meta olarak piyasa ekonomisinin bir parçası iken, Osmanlı’dan beri gelen merkeziyetçi devlet anlayışı ve toprak rejimine bağlı olarak toprak mülkiyetinin devletten özel mülkiyete geçmesi ve bu durumla ilgili eşitsiz gelişmeyi engelleyici hukuki bir yapının bulunmamasıdır. Toprak üzerindeki hukuki kontrol mekanizmalarının gelişmemiş olması politik baskılar doğurmakta, kentsel toprağın özel mülkiyete dönüşmesi sürecinde oluşan farklılık rantı ve mutlak rant belli kesimlere aktarılırken buradan elde edilen gelir kamu ve kentleşme yatırımlarına dönüşememekte; bunun yerine artan kentsel yoğunluğu karşılamak amacıyla altyapı çalışmalarına aktarılmaktadır. Dolayısıyla toprak rantının bedeli devlet ve yerel yönetimlerin altyapı yatırımları aracılığıyla kamuya aktarılmaktadır. Bu durum Türkiye’de kentleşmenin önündeki en önemli problemlerden biridir.

 

NOTLAR

1. Sassen, 1991.

2. Wallerstein, 1991.

3. Soyak, 2007.

4. Nozick, 1974.

5. Bloch, 2007.

6. Emiroğlu, Danışoğlu ve Berberoğlu, 2006.

7. Tekeli, 2009.

8. Harvey, 2003.

9. Tekeli, 2009.

10. Divitçioğlu, 2010.

11. Tekeli, 2009.

12. Boratav, 2003; Sey, 1998; Tekeli, 1998.

13. Tekeli, 2010.

14. Şengül, 2009.

15. Karpat, 2003.

16. Keleş ve Payne, 1984.

17. Işık, 1995.

18. Turan, 2009.

KAYNAKLAR

Bloch, M. 2007, Feodal Toplum, Kırmızı Yayınları, İstanbul.

Boratav, K. 2003, Türkiye İktisat Tarihi 1908 – 2002, İmge Kitabevi, Ankara.

Divitçioğlu, S. 2010, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul.

Emiroğlu, K., B. Danışoğlu, B. Berberoğlu, 2006, Ekonomi Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.

Gurevich, A. 1997, Representation of Property During The High Middle Ages, Economy and Society, cilt:6, sayı:1.

Harvey, D. 2003, Sosyal Adalet ve Şehir, Metis Yayınları, İstanbul.

Işık, O. 1995, “Yapsatçılığın Yazılmamış Tarihi”, Mimarlık, sayı:261, ss.43-45.

Karpat, K. H. 2003, Türkiye’de Toplumsal Dönüşüm, İmge Kitabevi, Ankara.

Keleş, R. ve G. Payne, 1984, Planning and Urban Growth in Southern Europe, Turkey, (der.) M. Wynn, Mansell, Londra.

Keskin, N. E. 2009, Türkiye’de Devletin Toprak Üzerinden Örgütlenmesi, Tan Yayınları, Ankara.

Keyder, Ç. 1993, Dünya Ekonomisi İçinde Türkiye (1923 – 1929), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.

Keyder, Ç. 1996, Ulusal Kalkınmacılığın İflası, Metis Yayınları, İstanbul.

Keyder, Ç. 2000, “Enformel Konut Piyasasından Küresel Konut Piyasasına”, İstanbul: Küresel ile Yerel Arasında İçinden, Metis Yayınları, İstanbul.

Nozick, R. 1974, Anarchy, State, Utopia, Oxford.

Sassen, S. 1991, The Global City: New York, London, Tokyo, Princeton University Press.

Sey, Y. 1998, “Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Mimarlık ve Yapı Üretimi”, 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık, (der.) Yıldız Sey, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul.

Soyak, M. 2007, “Rant ve Rant Aramanın Ekonomi Politiği: Eleştirel Bir Yaklaşım”, Bilim ve Ütopya, sayı:160.

Şengül, H. T. 2009, Kentsel Çelişki ve Siyaset, İmge Kitabevi, Ankara.

Tekeli, İ. 1998, “Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Kentsel Gelişme ve Kent Planlaması”, 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık, (der.) Yıldız Sey, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul.

Tekeli, İ. 2009, Kentsel Arsa, Altyapı ve Kentsel Hizmetler, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.

Tekeli, İ. 2010, “The Story of Istanbul’s Modernisation”, Architectural Design, sayı:203 / Ocak-Şubat.

Turan, M. 2009, Türkiye’de Kentsel Rant, Tan Yayıncılık, Ankara.

Uysal, Y. 2007, “Devlet Merkezli Spekülatif Rant Ekonomisi: Oluşumu ve Sonuçları”, Finans Politik & Ekonomik Yorumlar, cilt:44, sayı:511, ss.38-54.

Wallerstein, I. 1991, Tarihsel Kapitalizm, Metis Yayınları, İstanbul.

Bu icerik 19419 defa görüntülenmiştir.