406
MART-NİSAN 2019
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
GÜNCEL

Büyük Binalar, Büyük Yanılgılar ve Etik

Alper Ünlü, Prof. Dr., Özyeğin Üniversitesi Mimarlık Bölümü

Kentlerin dört bir yanını çevreleyen mega projeleri odağına alan yazı, konuyu etik kavramına bağlıyor ve soruyor “Etik, sadece üniversitelerde bahsedilmesi gereken sıradan bir kavram mı?”

 

E-5’e cephe veren her biri en az 60-70 metre yüksekliğinde bloklarla döşenmiş Fikirtepe’ye uzaktan bakıyorum. 1984’lü yılların piyasa dinamizmi ile Özal Türkiyesinde resmî açıdan imarlaşmış bu kent parçası bugünlerde müşterilerini bekliyor. Geniş cepheleri, şişirilmiş geometrileriyle, bu katları satın alacak, yeni insanlarını bekliyor. Yüksek binaların arkası ise bir futbol deyimiyle tam anlamıyla “karambol”. Arka planda ne alt yapı, ne de doğa var. Akşama doğru kent, acımasızlığını ve vahşiliğini daha çok göstermekte. Hepsi karanlık, devasa kütleler, insanın doğasına hükmeden, ufkunu bloklayan kütleler...

Gitgide kendi kendimize sorguluyoruz. Biz nerede yaşıyoruz? Yoksa kent bizden bir şeyler mi çalıyor? Devasa, şişmiş bu kentte “hayalet bina”lardan söz ediliyor. Doğal olarak, aklıma E-5 üstünde, Fikirtepe ve Kozyatağı’nda gelişen yeni gökdelencikler geliyor. Eğer Fikirtepe’deki bloklar satılamaz ise, Kozyatağı’ndaki kütle “bozuntu”ları ile birlikte, gayrimenkulcüler “hayalet binaların” envanterini çıkartıyorlar ve yayınlıyorlar. Koca binalar, fabrikalar, alışveriş merkezleri hatta hastaneler “komple” satılık.

Bu büyük, hesapsız ve plansız binaları biz neden yaptık? Gayrimenkulculerin sitesine giriyorum. Aman Allahım! Yok yok. Bilumum yüksek “hayalet bina”ların hemen hepsi orada. Kiler Binası, Tatlıcılar (herhalde 20 yıldır boş), Tahincilerin büyük ve hayalet binaları, hepsi medyada, yazılı ve çizili, hepsi boş, müşteri arıyor. Akşamüstü yanından geçtiğinizde sözüm ona birkaç ışık var içeride, sanki kullanılıyorlarmış gibi… Sorum şu: Biz neden yaptık bu kütleleri? Boş kalsın diye mi? Nedir bu hırs ve gösteriş?

Lise yıllarında top oynadığımız, daha sonra Meteoroloji İstasyonu olan Göztepe’nin bağrında yükselen bugün her biri en az 50 katlı olan dört kütleye ne demeli. Bu arsada İstanbul Amatör Küme takımlarından Langa ile 1-1 berabere kaldığımız maç gününü hatırlıyorum. Keşke maça devam etseydik diyorum, o maç hiç bitmeseydi ve biz Langa ile beraber, devletin Meteoroloji İstasyonu’na “hayır” deseydik.(1) Direnseydik, hoş Langa semti de Yenikapı Transfer Merkezi ile kentsel dönüşümden aldı alacağını, ama beraber Meteoroloji İstasyonu’na hayır deseydik ve “Four Winds” blokları yükselmeseydi, Göztepe’nin bağrında… İsme bak, “Four Winds”. Tüm sokakların aoerodinamik yapısını bozan rüzgarların blokları. (Resim 1) Rüzgarın kimin için estiği belli. Lise yıllarında bunu bilemezdik ki, aklımız topun peşindeydi.

Kentte zaman çabuk geçiyor. Modern bir kentte zaman bu denli hızlı geçmeli mi ve değerler kısa zamanda altüst olmalı mı? Bu değersizleştirme metodolojisinin -aslında metodoloji sözü bile değer veriyor bu sürece- ya da stratejisinin, vahşi kapitalizmin bir oyunu olduğu açık. Öncelikle “değersizleştirme” ortaya çıkıyor, Sulukule’de, Tarlabaşı’nda, Balat’ta, Zeyrek’te, sonra “yerleş” ve rant’a aç oraları… Çok net ve basit bir “sokak” taktiği. Burada politikayı ve insanları suçlayarak, mimarlığı bu suçlama bataklığından çekip, onu soyutlarak sanki bir “temel bilim”miş gibi onu kadifelere sarıp kutsayanlar da var. Bazı mimarlar ve bazı akademisyenler hep “dikensiz gül bahçesi” ve “ideal mimarlık” peşinde… Durumu görmek istemeyen çevreler de var. Buna biraz da acı bir şekilde gülüyorum. Taşkışla’nın deniz tarafında bir “kama” gibi yükselen eski adıyla Gökkafes yeni adıyla Ritz-Carlton’un ortaya peydahlandığı dönemde, öğrencilerime bu “dehşet” binanın değerli bir mimar tarafından, neden tasarımlandığını anlatamamıştım. (Resim 2) İçimde hep bir yumruk gibi kaldı. Ya neydi mimarlık? Ya da etik? Yoksa bizim gibi ülkelerde bunlar, üniversitelerde bahsedilmesi gereken sıradan dersler ve sözler mi?

Bir işim vardı o gün, Perpa’ya gittim. Binanın 11. katındaki işimi bitirdikten sonra çıkış kapısını aradım, nafile… Binanın içinde dönüyorum, doğal olarak bina da benimle beraber dönüyor. 300 bin metrekarelik binada 5. katta çıkışı bulabildim. En az üç kişiye adres sordum, yönümü bulamamaktan dolayı şikayetimi orayı kullanan insanlara söylediğimde, onlar “bizim için de sorun” dediler. Tanrım, ne büyük bina… Dükkanların ve zemin altı katların büyük bir kısmı boş. Hangi akla hizmet ederek bu “hayalet binayı” inşa etmişler. Bunun tasarımını kim yaptı? Bu sorunun yanıtını öğrendiğimde “yok ya!” dedim. Buna şaşırmadan önce, kendi kendime şunu sordum. Dalan döneminde Perşembe Pazarı’nın problemi, Karaköy’ün çilesi ortadaydı. Bu proje bir kooperatif ve çözüm projesiydi. Değerli Perpa mimarımız, burada bu sorunu çözmede yaratıcılık çabası gösteremez miydi? Perpa ya da Gökkafes’te her iki mimar da işten çekilemezler miydi? Ya da bu mimarlar odalarıyla birlikte

işi yapmayacağız diyemezler miydi? Ama demediler. İki büyük kütle ve daha niceleri, liste epey kabarık ve uzun. Hem de “hayalet” binalar olarak kentlerimizde “arzı endam” ediyorlar.

Bu durum sadece İstanbul’un sorunu mu. Değil. Buna Mersin’de 52 katlı “Mersin Metropol”ü, Konya’nın plaka numarasıyla uyumlu nedense 42 katlı “Selçuklu” Kulesi’ni de ekleyebiliriz. Mimarlık ve matematik arasındaki en ince ve en niceliksel noktada sorum şu: Bu analojiye göre bu bina Trabzon’da yapılsaydı, 61 katlı mı olacaktı? Gerçekler ortada, Mersin’deki kule tam bir “hayalet” bina, kendisi yıkımını bekliyor, ama korkarım yıkan yok. Konya’daki de “hayaletimsi” olma durumunda…

Özetle neden bahsedeceğiz? “Ne kadar alan tasarlarsan, o kadar para kazanırsın” mottosu ile mi mimarlığı sürdüreceğiz? Yoksa mesleki yaşantıda ihmal edilen, sadece kuramsal anlamda bizlerin üniversitelerde anlattığı “etik” ve “özgünlük” meselesini yeniden mi ele almalıyız? Bu kavramların ne yazık ki birçok platformda göz ardı edildiğini hemen söyleyebilirim.

Biz mimarlık yayınlarında “mimarlık eleştirisi” yapamadık, korktuk ve hep arkadaşlarımızı üzeriz dedik, suya sabuna dokunmayan eleştiriler yaptık. Mimarlık yayınlarımız bu açıdan genellikle suya sabuna dokunmayan “kötü bina eleştiri” örnekleriyle dolu. Genelde eleştirilerin de pek gerçekçi olmadığı açık. Bu konuda ciddi bir araştırma yapalım ve şu soruyu soralım, kim en son Türkiye’de bir mimari ürününü adam akıllı eleştirmiş? Yanıt, bulamazsınız. Körler, sağırlar, birbirini ağırlar.

Mimarlık ortamında gördüğüm, “başarısız” ürünlerin sınıflandırıldığı her kategori ya da sınıflandırmada, mimarlığımız adına bir “özgüven” sorunu yaşıyorum, sonrasında, doğal olarak, şu sözler de aklıma geliyor. Belli ki içime işlemiş. İBB’nin eski başkanı Kadir Topbaş, yabancı mimarların çağrılı olduğu kamu projeleri yarışmalarında, neden Türk mimarların çağrılmadığı sorulduğunda şu yanıtı verdi: “İpek kumaşı herkes dikemez.” Bu söze karşı verilecek bir sürü örnek bina var. Değerli Türk mimarlarının binaları, gözümün önünden tek tek geçiyor. Eldem, Onat, Çinici ve diğerleri… Karşı hamle ile kendini kurtarmaya çalışan bir “meslektaş”ın sarfettiği talihsiz bir “laf”…

Fen-Edebiyat Fakültesi’nin koridorlarında yürüyorum. Koridorlar bir iç avlunun çevresinde hepsi bir hedefe kitleniyor. O hedefte mimarlar bize ya bir doğa parçası ya da bir kent karesi sunuyorlar. Her şey önceden düşünülmüş. Ya apliklerdeki zerafet… İnanılmaz bir dürtüyle projeyi sanki çiziyormuşum gibi. Bence olağanüstü bir iç-dış mekân dengesi, klasik bir müzik parçası gibi...

Eleştiri ortamını yaratamadığımızda, mesleğimizin sınırlarını da tartışma olanağımız ortadan kalkmakta. Bugün, modernizmin “hayalleri” çerçevesinde karşımıza çıkan büyük kent projelerini ve büyük hedefleri eleştirmekteyiz. Gökkafes, Perpa, Mersin’deki kulenin ya da bir sürü “hayalet bina”nın arkasında “sığ modernizm” politikasının arkasında mimar tarafından güçlendirilen “ben merkezci” etki son derece açık ve seçik şekilde kendini ortaya koymakta. Doğal olarak bu sorun diğer ünlü mimarlar için de geçerli. Dünyanın en çirkin binaları sınıflamasında, Frank Gehry’nin Seattle Washington’daki Pop Kültürü Merkezi ya da OMA-Rem Koolhaas’ın, Çin, Beijing’de, Çin Televizyon Binası da yer almakta… Bu tasarımlarda da “ben yaptım-oldu” mantığı hep var. Bu iki ünlü tasarımcının binaları “Dünyanın En Çirkin 25 Binası”nın arasında…

UIA’nın AIA bölümünde deneyimli üç mimar duayen Cobb, Scogin ve Sapers “mimarlık ve etik” üzerine tartışıyorlar. Cobb’un konuşması beni derinden etkiliyor: “Mimarlar sadece uygulamaları ve yaptıkları işlerle binalara değer katmazlar, binaların içindeki ‘düşünceleri’ ile de binaya değer katarlar.” Bu tartışmanın bir yerinde Sapers güzel bir saptama yapıyor. Mimarların etiğinde mesleki hesaplaşmalar var diyor, bizler “kendimizle, çalışma arkadaşlarımızla, işverenle, toplumla ve sanatla hesaplaşmak ve onlara hesap vermek zorundayız”. Mimarlık ve etik olgusunda Sapers’a katkı olarak “doğa”yı da buna eklemek zorundayız. Bunlar, bizim mesleki etiğimizi belirlemekte.

Bu yazıda modernizmi kötüleme gayesi içinde değilim. Ama iki büyük projeyi eleştiriyorum. Bunlar Oscar Niemeyer’in Brasilia kenti (Resim 3) ile Le Corbusier’in “Chandigarh” kenti. (Resim 4) Brezilya’ya gittiğim 1999 yılında, hayalet ve yaşamayan bir kentle karşılaşmıştım. Bu kentlerin planlanmasına ve yapılmasına bir anlam veremiyorum. Nasıl bir dürtü ve çaba, kent yaratmak gibi... Benzer fiyaskoyu hep beraber Hadid’in “Yeni Kartal İmar Planı”nda gördüm. Mavi yakalı-işçi kenti olan Kartal’a uygulanmak istenen imar planının yarattığı tarihî fiyaskonun arkasında, Topbaş’ın yolunu açtığı “ipek kumaşı herkes dikemez” ya da “bizimkiler ne anlar mimarlıktan” mantığı vardı. Bunun yanında “benmerkezci-modernizm”den başka bir tasarım metodolojisini bilmeyen, İstanbul kentine hükmeden şehir plancılarının da bu “Hadid” havasına neden girdiklerini pek anlayamadım. İMP (İstanbul Metropolitan Planlama) toplantısında, Hadid’e, Kartal’la ilgili değerli akademisyen meslektaşlarım “mülkiyet, toplumbilim, ekonomi ve ulaşım sistemleri” ile ilgili sorular sorduğunda, Hadid, elinin tersiyle herkesin sorusuna “es” geçip, yanıt vermeyince, Topbaş bir kez daha haklı çıktı. Biz ne anlarız kentten ve mimariden…

Yıllar sonra Hadid’den devşirilerek önüme gelen “Yeni Kartal İmar Planı”nı görünce, kent adaları içinde “arapsaçı” kıvamında, kilitlenmiş kent parçacıklarını ve her biri diğerine düğümlenmiş “mülkiyet” problemlerini görünce, içimden bu iş “karakolda biter” dedim. Ve az kalsın mülkiyet ve ulaşım problemlerinden dolayı konu karakolda bitiyordu. Planlar askıya alındı ve uygulanmadı. Ve Hadid’e bağlı bekleyen bir kısım kent rantçısının hayalleri de “kısmen” suya düştü.

Burada tümüyle bir dönemi suçlamıyorum ama modernizmin eğitim sistemimizde, “yaratıcılık” konusunda açtığı bir yaradan bahsediyorum. Bu mimari stil ve anlayış, yerellik ve ekolojik bağlamda iyi kullanıldığında olağanüstü geçerli bir metodolojik kavram zenginliği oluşturmakta. Ama bunun bir noktaya kadar gittiğini düşünüyorum. Diğer sıkıntılı tarafı ise, benmerkezci ve bunun hemen dibinde duran sınırsız “hayalperestlik”.

Modernizmin önemli mimarlarından birisi olan Hassan Fathy’nin Gurna projesindeki (Resim 5) alçakgönüllü yaklaşımı benzer sorunlar çerçevesinde ele alınmalıdır. Sonunda “reel sektör” ya da “üretim” atlandığında mimarlığın ve çevrenin sürdürülebilirliği olanaksızdır. Fathy’nin kent tasarımı “büyük” olmamasına karşın, “hayal”in altında yatan gerçeklik katmanını mimar kaldıramadığı için “benmerkezilik” sarmalına takılmıştır. Gurna projesi, bugün terkedilmiş, insanların yaşamadığı aynı Chandigarh ve Brasilia gibi, yerleşilemeyen ya da gidenin arkasına bakmadığı bir küçük yerleşmedir.(2) Burada suçlu modernizm değildir. Bu düşüncenin arkasındaki “yukarıdan bakma” duygusunu ele almak gerekebilir. Mimarlar, bu düşünceden sıyrılırlarsa işte o zaman -aynı modernizmin usta çizgilerinden birisi olan- mimar Balkrishna Doshi’nin binalarında olduğu gibi, olağanüstü, yerelle ve çevreyle uyumlu “yalın” ve “aşkın” eserler ortaya koyabilirler. Örneğin CEPT Üniversitesi, Ahmedabad. (Resim 6)

Mimarların her dönemde siyasi ve konjonktürel yatırımlarla ve onlara koşut stratejileriyle çevreyi şekillendirdikleri kesin bir belirti ve saptamadır. Ne yazık ki mimarlık tarihi bu tip örneklerle dolup, taşmaktadır. Bu güç gösterisinde, çevrenin niteliksel bağlamları yok edilmekte, “tutarsız” ya da “politik” fizibilite hatalarıyla çevreye ve ekolojiye karşı duyarsızlıklar sürmektedir. Projeler yukarıdan gelmekte, taban da projeleri seyretmektedir.

Paris’te Louvre’da şu tabloya rastlamıştım, iki melek Chartreuse de Paris’nin planlarını yukarıdan mimara getiriyor ve Kardinal planları, elden mimara veriyor. (Resim 7) 1645 yılında Le Seur tarafından yapılan bu resimde, o gün Louvre, bana korkunç bir gerçeği bir kez daha sunmuştu. Kendi kendime söylendim, ya bu hep böyle mi oldu? Eğer öyle ise,

zavallı mesleğim, zavallı güce tapan meslektaşlarım! Hep gücü övüyorlar ve hep sözüm ona “büyük tasarım”la (grand design) yapılan binaları eleştiriyorlar. Mimarlar, gücün peşinde bazen gücün kölesi, genelde de de gücü pohpohlamanın peşinde… Projeler, yukarıdan, “melekler” tarafından gelen projeler. Zavallı çevremiz, mahallemiz ve kentimiz. Çevrede tutunabileceğimiz, insanca yaşayabileceğimiz toprak alanları, boşlukları ve yeşil alanları kaybettik. (Resim 8) Doğaya karşı tüm “aşkın” değerleri toptan ve toplumsal olarak da kaybettikten sonra, şimdi yaşadığımız kentlerde mesleğimizin kuramsal alt yapısındaki doğa ve çevre değerlerini de kaybetmekteyiz. Doğa, eğer pratik anlamından çıkartılırsa ve kuramsal bir değer olursa, doğal olarak etik anlayışımız da kuramsal olur. O zaman üniversitelerde “doğa” ve “etik” adına nasıl söz söyleyebileceğiz? Dinleyenler, öğrencilerimiz, gençler ve çocuklar “etrafına bir baksana” diye bize sormazlar mı? Ne bu “kuramsal sözler” demezler mi?

Geçmişte sık sık yaptığım, şimdi ise hasretle anımsadığım, tüm Göztepe’nin ıhlamur kokan sokakları gibi, Çamlıca’da ya da Göztepe’de top oynarken yere düştüğümde aniden toprak ve çimenin kokusunu alırdım. O zaman aklıma Behçet Necatigil’in “Kır Şarkısı” gelirdi:

Tam otların sarardığı zamanlar,

Yere yüzükoyun uzanıyorum

Toprakta bir telâş, bir telâş

Karıncalar öteden beri dostum.

Nerede kalmıştık?

NOTLAR

1. Ünlü, Alper, 2015, “Mahalle Futbol ve Yaşanmışlıkların Üzerine”, XXI.

2. Ünlü, Alper, 2018, “Planlama ve Mimarlıkta Büyüklük Sorunu”, Kriz Koşullarında Yerel Yönetimler Kentleşme ve Demokrasi Sempozyumu, Kadıköy Belediyesi Kozyatağı Kültür Merkezi, 03.11.2018.

Bu icerik 3704 defa görüntülenmiştir.