|
417
OCAK-ŞUBAT 2021
|
|
-
Deniz İncedayı, Prof. Dr., MSGSÜ Mimarlık Bölümü, Mimarlar Odası Genel Başkanı
-
Bilge Işık, Prof. Dr., İTÜ Mimarlık Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi
-
Tezcan Karakuş Candan, Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı
-
Serhat Başdoğan, Doç. Dr., YTÜ Mimarlık Bölümü
-
Pınar Kılıç Özkan, Öğr. Gör. Dr., Yaşar Üniversitesi Mimarlık Bölümü
-
A. Muzaffer Tunçağ, Eski İnşaat Mühendisleri Odası Genel Başkanı, Eski Konak Belediye Başkanı
Özgür Bozdağ, Öğr. Gör. Dr., DEÜ İnşaat Mühendisliği Bölümü
İlker Kahraman, Dr., Mimarlar Odası İzmir Şube Başkanı
-
Ali Tolga Özden, Doç. Dr., ÇOMÜ Mimarlık Bölümü
-
Zeynep Deniz Yaman Galantini, Dr., Şehir ve Bölge Plancısı
-
Ebru Tekin Bilbil, Dr. Öğr. Üyesi, Özyeğin Üniversitesi UBYO
-
Deniz Gerçek, Doç. Dr., İYTE Şehir ve Bölge Planlama Bölümü
-
Mine Esmer, Doç. Dr., FSMVÜ Mimarlık Bölümü
-
A. İrem Mollaahmetoğlu Falay, Dr., İTÜ Mimarlık Bölümü
Ferhan Yürekli, Prof. Dr., İstinye Üniversitesi Mimarlık Bölümü
-
Didem Şahin , Yüksek Mimar, Diyarbakır Sur Belediyesi
Fatma Meral Halifeoğlu, Doç. Dr., Dicle Üniversitesi Mimarlık Bölümü
-
Beril Önalan, Arş. Gör., ODTÜ Mimarlık Bölümü
KÜNYE
|
|
|
DOSYA: Öngörülemezliğin Eşiğinde Kentsel Dirençlilik
Kentsel Dirençlilik ve Yaşanabilirliğin İnşası: Salgında Yerel Yönetimler ve Kapsayıcı Politikaların Önemi
Ebru Tekin Bilbil, Dr. Öğr. Üyesi, Özyeğin Üniversitesi UBYO
Birleşmiş Milletler, 5 Şubat 2014 tarihinde aldığı genel kurulu kararı ile “sürdürülebilir şehirler ve kentsel yerleşimler” yaratmak hedefiyle 31 Ekim’i Dünya Kentler Günü olarak adlandırmaya karar verir. “Hızlı kentsel büyüme yaşayan şehirlerin sürdürülebilir gelişimi [için] gecekondu bölgelerinin yayılmasını önlemek, kentsel temel hizmetlere erişimi artırmak, kapsayıcı konutları desteklemek, iş fırsatlarını geliştirmek ve güvenli ve sağlıklı bir yaşam ortamı yaratmak için” tarafların gönüllü çabasını teşvik etmeyi amaçlayan karar, “sürdürülebilir kentleşmenin” temeli olarak “kentsel temel hizmetlere adil ve yeterli erişimi[n]” önemini vurgular.[1] (Resim 1) Peki, bu “sürdürülebilir kalkınma için yaşanabilir kentler” teması bizlerin yaşanamayan kentlerde yaşadığımızı mı söylüyor? Bu durumda biz kentlerde yaş(ayam)ıyor muyuz?
“Yaşanabilir kentler” söylemi yaşam, sağlıklı yaşam ve ölümü de akla getiriyor. Giorgio Agamben kent ile evin ayırt edilemez hale geldiği kamp tahayyülü[2] yaşanabilir olma, yaşanabilirliğin tanımı, bunun farklı biçimleri ve yönetimi hakkında bize neler söyler? Yaşanabilirliğin dirençlilik ve dirençli olma hali ile ilişkisi sınırları belli olmayan yine Agamben’in eşik tanımındaki biçime bürünür. “Hayat eve sığar” “evde kal” gibi sloganlar ile birlikte COVID-19 salgını kent ve ev sınırlarını ortadan kaldırırken önce yaşanabilirliği ve akabinde dirençliliği sorgulatır.
Yaşanabilir kentler hedefini yaşam, yaşanabilirlik, yaşayabilme, ölüm riski üzerinden düşündüğümüzde, nüfus artışı, temiz su kaynaklarına erişim, tehlikeli bölgeler akla gelir. Doğu Türkistan’da Çin hükümeti tarafından “okul” olarak nitelendirilen toplama kampları…[3] Suriyeli çocuk Mazen’in “ben kendimin kampıyım” (Resim 2) deyişinde kendisini bir tür yaşanabilirlik eşiğinde olarak ifade etmesini... Korumasız ve dışlanan mülteciler ve refakatsiz mülteci çocukların “görünmezlik”, “korku” ve “yadsıma” sonucu Suriyeli 'Hayalet'[4] çocuklar olarak algılanmasını... Bu çocukların kentte nasıl dirençli (resilient) yaşayabileceklerinin ötesinde kentte nasıl yaşayabilecekleri sorusu en nihayetinde kentsel dirençliliği (urban resilience) sosyal politikalar, kapsayıcı düzenlemeler ve yerel yönetimler ile ilişkilendirir.[5]
Yaşanamayan kentlerde yaşam ve ölüm çizgisinde yaşanır. Kentsel hizmetlerden mahrum. Güvensiz. Güvencesiz. Sağlıksız. Pis. Kirli. Sıkışık. Yersiz. COVID-19 salgını ile belki de hepimiz yaşanamayan şehirlerde yaşıyoruz. Dirençli kentler bizleri değişime nasıl adil bir şekilde adapte edecek? “Kentlerin gücü” ön plana çıkarılıp kentlerin “insanlığın muhteşem ve karmaşık icatları” olarak nitelendirilmesi[6] dirençlilik adına neler söylüyor?
Kentsel dirençliliği bütüncül bir perspektiften tanımlayan Sara Meerow, Joshua P. Newell, Melissa Stult 2016 yılında yayınladıkları derleme makalelerinde[7] kavramın hüner, kabiliyet, kudret ve kapasite noktalarına atıfta bulunur. Kentin oluşturucu sosyo-ekolojik ve sosyo-teknik ağlarının bir karmaşa, değişime uyum sağlama ve “mevcut veya gelecekteki uyarlanabilir kapasiteyi sınırlayan sistemleri hızlı bir şekilde dönüştürmek için” gerekli işlevlerin sürdürülmesi veya çabucak statükoyu sağlama dirayeti olarak tanımladıkları kentsel dirençlilik sistemik bir tanım içerir. Oysa bu yapısalcı tanımlamada kentsel ‘sistem’ olarak tahayyül edilen birbirine birleşik ve bağlanmış yönetişim ağları, ağa bağlı akışları, kentsel altyapı ve sosyoekonomik dinamiklerdir. Bu dinamikler arasındaki tansiyon, çıkar çatışmaları ile neticelenen siyaset mağduriyetler yaratırken özellikle COVID-19 salgını sürecinde yerel yönetimler, yerel-merkezî yönetim çekişmeleri ile sosyal yardımlar çerçevesinde ortaya çıkan dirençliliğin inşasını görebiliriz.
İstanbul gibi mega kentlerin ve metropollerin kalabalık, yoğun, içiçe ve sıkışık karakteristik özellikleri yeni değildir. (Resim 3) Özellikle salgınlarda kentte yaşayan dezavantajlı grupların karşılaştığı eşitsizliklerin artması da yeni değildir. Yeni olan sermayenin ulusötesi hareketleri, yerelde kristalleşen küresel ilişki ağları ve yeni-devlet kapitalizmi dahilinde mekânın, emeğin, konutun ve sosyal yardımların finansallaşmasıdır. Yerel ve ulusal politikaların güvenlik-özgürlük ikilemi içerisinde özgürlüklerden feragat edilerek ekonomik ve siyasi sermayenin güvenliği yararına yöneldiği söylenebilir. Kentsel dirençlilik bağlamında ortaya çıkan gerçek ise sistemik unsurların ötesinde tabanda, sahada, yerelde, sokakta, evde, hanede kapsayıcı olmadan dirençli olunamayacağıdır. Kentsel dirençliliğin tesisi sırasında, dezavantajlı grupların mevcut sistemin çarpık ve sorunlu unsurları ile birlikte olacak şekilde sisteme dahil edilmesi (social inclusion) mevcut eşitsizlikleri derinleştireceği gibi yeni eşitsizlikler de üretecektir. Yaşanabilir olmayan bir düzen, dirençli kılmaya yönelik politikaların ancak ve ancak eşitsiz bir düzenin yaşanamayacak yanlarını perçinlediği gibi dirençli toplumsal kesimlerin hareket kapasitesini de törpüleyecektir. Örneğin atık toplayıcıların piyasa çözümleri içerisinde temsiliyetinin garanti edilmesi bu dezavantajlı grupların uzun vadeli, güvenceli dirençliliğini garanti etmez. (Resim 4) Atık yönetim sisteminin atık toplayıcı gençlerin, göçmenlerin ve yoksulların sokakta atık / çöp toplarken ortaya koydukları emeğin finansallaşması yerine yerel yönetimlerce hane bazında atık toplamanın kurumsallaştırılması ile kentsel dirençli hale getirilebilir. Hali hazırda sokakta çöp / atık toplayan toplayıcıların atık yönetimi dahilinde farklı alanlarda istihdam edilmeleri mümkün olabilir. Sonuç olarak sistemik eşitsizlikler ortadan kaldırılmadan kentsel dirençliliği sağlamak mümkün değildir. Bizler kentlerde ancak eşitlikçi unsurların tesis edilmesi sayesinde yaşayabiliriz. Aksi takdirde yaşanabilir kentler hayali etrafında kentsel dirençlilik tartışmalarının suda yürümenin ötesine geçmeyeceğini anlayabiliriz.
Bir başka konu ise salgınların kentleşmenin genişlemesi ve gezegensel bir hal alması ile ilişkilendirilmesidir.[8] Her ne kadar neo-liberal söylemde kentleşme bir büyüme ve başarı göstergesi olurken kentlerde ölüm riskinin de bu oranda artması, kentlerin daha az yaşanabilir olmasına sebep olur. (Resim 5) Peki, ölüm ve yaşam arasındaki eşiğin mekânı haline gelen kentlerde kimin nasıl yaşayıp kimin yaşamayacağını kim belirleyecek? Bu soru aynı zamanda yerel yönetimlerin bu egemenlik alanındaki rolünün ne ölçüde kapsayıcı olduğunu da sorgulatır. Dünya Bankası, salgın sürecinde ‘yeni kent yoksulu’ olarak tanımlanan milyonlarca insanın etkileneceğini öngörürken bu salgının sosyo-ekonomik krize evirildiğine işaret eder.[9] Bu noktada salgının sosyal ve ekonomik sistemlerin üretim alanı olarak kapitalizmi sorgulatması kaçınılmazdır.[10] Salgının aile içi şiddet vakalarını artırması, depresyon ve intiharı tetiklemesi, kamu sağlığı problemleri yaratması, işsizliğin artması ve öğrencilerin adil eğitim imkanlarından mahrum kalması vb. gibi sosyo-ekonomik etkileri kentsel dirençlilik tartışmasında ağırlık kazanır.[11]
Küresel ilişki ağları ve sermaye ilişkiselliği kentsel dirençlilikte salt iktisadi ilişkileri değil bunları biçimlendiren üstelik kapsayıcı olmaktan uzak, doğrudan sebep-sonuç ilişkisi içermeyen fakat rastlantısal sosyo-fiziksel konfigürasyonları da dile getirir. Mesela, Goldman Sachs’ı salgının kaynağı olan Vuhan’da gıda yatırımlarıyla (yabani yiyecek toplama havzası satın alımı) ya da ABD’de salgının yayıldığı New York’ta düşük-gelirli konut yatırımlarının mihenk noktasında bir belediye yöneticisiyle ilişkili olarak görebiliriz. Goldman Sachs’ın Kent Yatırım Grubu'nu yöneten Alicia Glen 2018 yılına kadar kentin konut ve ekonomik kalkınmadan sorumlu belediye başkan yardımcısıdır. Bu coğrafya, sermaye, fon ve yatırım ilişkiselliği salgının Vuhan hayvan pazarından çıkıp New York'taki düşük gelirli bitişik konutlar içerisinde çabuk yayılmasına kadar uzanır. Bu kent ve evin sınırlarının ilişkisel coğrafyalar ile yereldeki egemenlik alanında yeniden oluşmasına bir örnektir.
Kentsel dirençliliğin salt kurumsal değil tabandan tüm unsurları ile kapsayıcı olabilmesi gerekir ki bunun için de yine tabanın kabullenmesi ön koşul olmaktadır. İngiltere salgın önlemlerinde önce sürü psikolojisi sonrasında kademeli kısıtlamalar getirse de bu sürecin yönetiminde yavaş kalırken Çin 26 Ocak itibarıyla 50 milyondan fazla insanı karantinaya almıştır.[12] İngiltere’de her ne kadar salgına karşı direnci tetikleme için girişimlerde bulunulsa da, örneğin, haftada 3 gün lokantalarda hesabın yarısını devletin ödemesi gibi[13] salgına yönelik önlemlere karşı protestolar Eylül ayında da süregelmiştir. Protestoculara yönelik Londra Belediye Başkanı Sadiq Khan, COVID-19'un yayılmasını durdurmak için toplanma yasaklarını hatırlatırken şu ifadeleri kullanır: “Bazı protestocuların pervasız ve şiddet içeren davranışları, çalışkan polis memurlarını yaraladı ve bu virüse karşı mücadelede kritik bir an olan şehrimizin güvenliğini riske attı. Bu kesinlikle kabul edilemez.”[14] Almanya’da “ikinci dalga biziz” protestoları[15], İspanya’da merkezî hükümet ile Madrid Belediyesi’nin koronavirüs önlemleri konusunda, kısmi ya da tüm kenti kapsayan sokağa çıkma yasaklarının uygulanması[16] kentsel dirençliliğin nasıl, nerede, kim tarafından inşa edilmesi süreçlerinin eşitlikçi ve kapsayıcı olmayan sonuçlarını ortaya çıkarır. Yanı sıra, sokağa çıkma yasaklarının emek, eğitim ve sosyal sermaye açısından eşitsizlikler ürettiği de aşikardır.[17] Bölgesel eşitsizlikler sadece gelişmekte olan ülkelerin değil artık zengin, gelişmiş ülkelerin de sorunu olarak karşımıza çıkar.[18]
Her ne kadar Türkiye örneğinde kısmi sokağa çıkma yasakları bir örnek model olarak sunulsa da,[19] çalışan kesimlerin sokağa çıkma yasaklarından muaf olması bu kesime yönelik çalışma ortamları açısından kaygı, endişe ve belirsizlikler üzerinden mağduriyetler yaratmıştır.[20] Türkiye’de toplu taşımada yüzde 50 sınırının Haziran itibarıyla kaldırılmasıyla daha çok düşük gelirli vatandaşların virüse maruz kalma riskini artıran bir unsur olmuştur. Benzer şekilde, kapitalist sistemi yeniden üreten grupları olarak yaratılan servis sektörü ve kayıt dışı çalışan işçiler salgın sürecinde ABD gibi birçok ülkede daha kırılgan gruplar arasında yer almıştır.[21] Salgından en çok etkilenen kesimlerin yoksullar olduğu aşikardır. Dirençliliği salgın özelinde sosyal koruma ve yardım politika ile inşasında, ILO 102 sayılı Sözleşme, 202 sayılı Tavsiye Kararı ve diğer ilgili uluslararası çalışma standartlarını dikkate alarak “krizleri önlemek, iyileşmeyi sağlamak ve direnç oluşturmak için, sosyal koruma tabanı oluşturulmasını” tavsiye etmektedir. Örneğin, İBB nakdi yardımları göz önüne alındığında askıda fatura bırakan ihtiyaç sahipleri, hane içi kişi başı geliri 775 TL ve altı olması kıstası yer almaktadır. Bu yardımdan yararlanan ihtiyaç sahiplerinin salgın risk haritası ile örtüşür. Yine Madrid’de merkezî hükümetin koronavirüs önlemleri ilan ettiği yoksul bölgelerde protesto gösterilerinin yapılması, Arjantin’de yoksulların salgın sürecindeki koşullarına karşı yürüttükleri protestolar, enformel yerleşimlerde su ve hijyen koşullarından uzak yaşayan insanlar salgının su kaynaklarına erişim, kent içinde yoksulların yakın temas içerisinde yaşaması (örneğin, Pakistan’daki enformel yerleşimler) salgının kentsel dirençliliğin inşa sürecini yeniden sorgulatır.
Bu inşa sürecinde egemenliğin kullanım alanının çıkar çatışmaları ve parti siyasetinde nemalanması yine yoksulların yaşanabilirlik dirençliliğini kırar. Nisan 2020’de Ankara ve İstanbul büyükşehir belediyelerinin salgından ekonomik olarak etkilenenlere yönelik başlattığı bağış kampanyası 2860 sayılı Yardım Toplama Kanunu kapsamındaki değerlendirmede izin alınmadan girişilen yardım toplama faaliyeti sayılarak kampanyalar durdurulur ve banka hesapları bloke edilir. Cumhurbaşkanlığının açıklamasında belediyelerin yardım toplaması “gücün dağıtılması” olarak nitelendirilerek tek elden tek bir kanaldan iletilmesi gereği vurgulanır.[22] Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin, “yardımlaşmada mükerrerliği önlememiz lazım […] Kampanya tek sistem üzerinden yürümezse yardımı tabana yaymak ve ihtiyaç sahibine ulaşmak mümkün olamaz. Çift başlılık olmamalı”[23] ifadelerini kullanırken kentsel dirençliğin inşasında merkezî-yerel tartışmasını açığa çıkarır. Kentsel dirençliliği inşa eden ya da edecek aktörün salt merkezî yönetim olması temelde yerel yönetimlerin rolünü arka plana iterken ve dirençlilik kavramının çok aktörlü konfigürasyonunu bozarken dirençliliği sistemik yapı içerisine sıkıştırmaktadır. 11 Mayıs 2020 tarihinde ise salgın sebebiyle sosyal yardım taleplerinin, kriz döneme mahsus olmak üzere yerinde sosyal inceleme yapılmadan değerlendirilmesine dair İBB yönetimince yapılan teklif, AKP ve MHP Grubu tarafından kabul edilmemesi ile 910 bin yardım başvurusu sosyal inceleme personelince yerinde tek tek incelenmesi gereği ortaya çıkmıştır. Bu durum kentsel dirençlilikte yerel yönetimlerinin rolünün sürdürülebilirliğini ve kapsayıcılığını zedeler.
Bu tartışma ışığında ortaya çıkan, kentsel dirençliliğin finansallaşma ve sermaye ilişkiselliği ile küresel ağlar üzerinden ürettiği sistemik çarpıklıklar, kısıtlar ve eşitsizlikler gölgesinde hiçbir şekilde sürdürülebilir olamayacağıdır. Dezavantajlı grupların toplumsal içerme politikaları ve projeleri ile eşitsizlikler üreten mevcut sisteme dahil edilmeleri eşitsizlikleri diğer bir değişle yapısal sorunları ortadan kaldırmayacağı gibi kentsel dirençliliği de sürdürülebilir kılmayacaktır. Kentsel dirençlilik yaşanabilirliğin bir alternatifi olmamalıdır. Yaşanabilirlik kıstasının tesis edilmediği eşitsizlik, finansallaşma sürecindeki iktidar ilişkilerinin kemikleştiği, yerel yönetimlerin gücünün kristalleştirildiği ve eritildiği bir düzende dirençli olmak özne, hane ve sokak bazında mümkün değildir. Bunu mümkün olabilmesi ancak özne, hane ve sokağın edilgen birer nesne olmaktan çıkıp etkinleşmesi sayesinde olacaktır.
[2] Agamben, Giorgio, 2017, The Omnibus Homo Sacer, Stanford University Press, Redwood City, s.153 kaynağındaki orijinal cümle: “In the camps, city and house become indistinguishable”
[7] Meerow, Sara; Newell, Joshua P.; Stult, Melissa, 2016, “Defining urban resilience: A review”, Landscape and Urban Planning, cilt:147, s.45.
[8] Connolly, C.; Keil, R.; Ali, S. H., 2020, “Extended urbanisation and the spatialities of infectious disease: Demographic change, infrastructure and governance”, Urban Studies. DOİ: 0042098020910873
[9] Acuto, M.; Larcom, S.; Keil, R.; Ghojeh, M.; Lindsay, T.; Camponeschi, C.; Parnell, S., 2020, “Seeing COVID-19 through an urban lens”, Nature Sustainability, sayı:3.
Bu icerik 3535 defa görüntülenmiştir.
|
|
|
|