YAYIN DEĞERLENDİRME
Şevki Vanlı ile “Mimariden Konuşmak”
Gürhan Tümer
Prof. Dr., DEÜ Mimarlık Bölümü
Şevki Vanlı, yarım yüzyılı aşan mimarlık yaşamının kazandırdığı deneyimle, mimarlıkla/mimarlığımızla ilgili düşüncelerini ve özellikle eleştirilerini, Mimariden Konuşmak - Bilinmek İstenmeyen 20. Yüzyıl Türk Mimarlığı - Eleştirel Bakış adlı üç ciltlik kitabında biraraya getirdi. Vanlı, bu yayının “Türk mimarlığını içinden anlatmayı denemek, şikâyeti eleştiriye dönüştürmek” amacı taşıdığını söylüyor.
KİTABIN ADI VB.
Şevki Vanlı’nın yeni kitabının adı, “Mimariden Konuşmak - Bilinmek İstenmeyen 20. Yüzyıl Türk Mimarlığı - Eleştirel Bakış”.
Görüldüğü gibi, oldukça uzun bir başlık. Ama açıklayıcı. Yalnız, “Bilinmek istenmeyen” deyimi öyle değil, biraz kapalı, biraz gizemli.
Kitap, yaklaşık 20 cm x 24 cm boyutlarında bir dikdörtgen olan, ama ilk bakışta kareymiş gibi görünen 3 ciltte toplanmış 938 sayfadan oluşuyor. Bu sayfaların büyük bir bölümü resimli. Kullanılan çizimlerin, fotoğrafların seçimi başarılı. Ama bunların baskı niteliği için aynı şeyi söylemek zor.
Kitabın içeriği epeyce zengin, oldukça kapsamlı. Öyle görünür ki, yarım yüzyılı aşkın bir süredir mimarlıkla birlikte, mimarlığın ortasında yaşayan Vanlı, bu kitabında, bu meslekle ilgili hemen her konuya değinmekten kendini alamamış, hiçbirini dışarıda bırakmak istememiş. Gerçekten de, kitapta, Bonatz’ın mimari anlayışından, Mimarlar Odası’nın görevlerine; akademisyenlerin çalışmalarından, öğrenci yarışmalarına; Anıt-Kabir’in mimarisinden, Birinci ve İkinci Ulusal Mimarlık Akımları’na kadar pek çok konu ele alınmış.
Alt başlıklar ise daha da çok. Bunların sayısı 200’e yakın ve her birinin altı dolu dolu, her biri bir makale, bir deneme niteliğinde ve tadında.
Kitap, bu tür yazıların, belirgin bir sıraya, katı bir sisteme bağlı olmaksızın serbestçe biraraya getirilmesiyle oluşmuş bir mimarlık ansiklopedisi olup çıkmış.
Bu kitabın, geniş kapsamlı bir mimarlık tarihi kitabı olduğu da söylenebilir; çünkü “Mimariden Konuşmak”ın resimsiz sayfalarını okuduğumuzda, daha çok, 20. yüzyıl Türk mimarlığının kuramsal sorunları, kavramsal tartışmaları hakkında; resimli sayfaları izlediğimizde ise, bunların uygulamada, somut binalara nasıl yansıdıkları üzerine bilgi elde ediyoruz. Üstelik, bu bilgiler, dogmatik, skolastik değil, kitabın adına uygun olarak, eleştirel. Böylece, Vanlı, her alanda söyleyecek sözü bulunduğunu ortaya koyuyor.
Kitabın yazılma nedenlerine, amaçlarına gelince, yazar, onları çeşitli sayfalarda, dağınık bir biçimde ortaya koyuyor. Aşağıdaki cümlelerin her biri farklı bir sayfadan alınmıştır:
“Bu kitabın amacı, mimarlığı konuşmak, bu arada, Türkiye’deki mimarlık yaklaşımlarını ve düşüncelerini tartışmak, olaylara belirli bir açıdan bakmaktır” (s.871). “ Elinizdeki yayının bir söylemi de [yani amacı da], ‘Kendimizi tanıyor muyuz’ sorusuna bir yanıt getirmektir” (s.569). “Bu yayının amacı, yaşanan Türk mimarlığını içinden anlatmayı denemek, şikâyeti eleştiriye dönüştürmektir” (s.885).
ELEŞTİRİ ÖZLEMİ
“Eleştiri” sözcüğü, Vanlı’nın söyleminde bir anahtar sözcük durumunda; yani çok önemli bir yer tutuyor. Yazar, kitabında bir yandan, “eleştirinin, saygısızlık değil, daha iyiyi istemek gibi saygılı bir davranış” (s.592) olduğunu belirtirken, bir yandan da ülkemizde eleştirel bir ortamın bulunmadığını, yapılan yayınların tanıtım ağırlıklı olduklarını vurguluyor ve yakınıyor:
“Kapılarımızı çağdaş yaşama açalı seksen yıl oldu, mimar sayısı da kırk bini geçti. Çağdaş eleştirel bir ortam oluşturamadık” (s.911) […] “Şimdiye kadar, yaklaşık küçüklü büyüklü yüz uygulama yaptım, yüzlerce yazı yazdım ve birçok konuşmalar yaptım. Çok sayıda yaptığım jüri üyeliklerinin dışında pek bir tepki görmemiş olmayı çok yadırgarım. Bu durum bende mimarlık ortamımızın beni dışladığı kanısını oluşturmuştur” (s.314). “Biz uygulayıcılar, çok yalnız ve tedirgin yaşadık. Bizi kimse değerlendirmeye, başarımızı veya yanlışlarımızı incelemeye değer görmedi… Bizleri tartışmaya açmadı…” (s.XII) “Mimarlığımızı eleştirerek, ortama kendini tanıması için yardımcı olmak istedim”(s.917).
Yazarın bu kitapla ilgili şöyle bir beklentisi de var: “Bu çalışmanın belki eleştirel dönemi başlatacağı umudu, uzun çalışmamın ödülü olmalı… Umarım eleştiriler gelecek ve ben çok daha farklı düşüncelere ulaşarak, bu yaklaşımı uyarılarla geliştirerek ilgimi sürdüreceğim” (s.917).
Dilerim öyle olur. Bu umut benim de umudum, benim de özlemim.
Sayın Vanlı, kitabının bir köşesine de şöyle bir not düşmüş: “Sanırım beş yıl kadar önce, 1927 Mimarlar Derneği programından, elli yıllık çalışmalarımı ve düşüncelerimi yayınladım. Duyarlı Gürhan Tümer dışında kimse bir tepki göstermedi” (s.911).
Bu sözlerinden dolayı, Şevki Bey’e çok teşekkür ediyorum. Yıllar sonra, Vanlı’nın bir başka kitabıyla başbaşayım işte ve o kitapla ilgili bir yazı yazmak üzere, masamın başına geçmiş bulunmaktayım ve Sayın Vanlı’ya hemen şöyle seslenmek istiyorum:
Acaba ülkemiz, dün olduğu gibi, bugün de, kupkuru, takır takır, bomboş bir mimari eleştiri çölü mü? Yoksa, biraz daha iyimser olursak, Türkiye’deki mimarlık ortamının en belirgin özelliğinin eleştirellik olmamasına; gazetelerimizde her gün, her hafta, uzman eleştirmenler tarafından yazılmış mimari eleştiri yazılarının yayımlanmamasına karşın, eleştirinin büsbütün gündem dışı olmadığını ileri sürebilir miyiz?
Bence bu sorunun yanıtı çok kocaman olmayan bir “Evet” tir. Aydan Balamir’in, Abdi Güzer’in, ara sıra eleştirmenlik yaptıklarını kabul etmemek haksızlık olur. Uğur Tanyeli, her ay, “Öngörünüm” köşesinde, Modernizm’i, metropol kavramını yanlış ya da eksik, çarpık anlayanları alabildiğine eleştirmiyorsa ne yapıyor? Sonra, Galataport projesi, “Dubai Kuleleri”, kimi çevrelerde olumlu bulunup kabullenilirken, kimi çevrelerde şiddetle eleştirilmedi mi? UIA Kongresi sırasında açılan yarışmada seçilen vinçler, kıyameti koparayazmadılar mı?
Ama “Bu kadarı çok az, bu kadarı yetmez” diyenler de, yerden göğe haklılar. Ülkemizde mimarlık eleştirisi az üretiliyor, sistematik olarak üretilmiyor. Onun için de Şevki Vanlı’nın payına düşen, yok denecek kadar az.
VANLI’NIN MİMARLIK ANLAYIŞI ÜZERİNE
Eleştirmenlerin yapmadıklarını, Vanlı kendisi yapmış. “Kendime dışarıdan, aynı mesafeden bakmaya çalışacağım […] Düşündüklerim ve yaptıklarımın hesabını vermek istiyorum” (s.314) diyerek, kendi kendini eleştirmiş.
Şu sözler, kitabın ilk cildinin sonlarında yer alıyor:
“1954 yılı başlarında Ankara’ya yerleştim […] Yaklaşık on yılım ortama uyum ve kararsız uygulamalarla geçti […] Sonra, ülkede en gelişmiş teknolojiyle, geniş bir Akdeniz geleneği doğrultusunda, özgür ve arayışçı bir modernizmde karar kıldım” (s.314). Aynı kitapta, birkaç sayfa ötede karşımıza çıkan şu sözler de Vanlı’nın: “Her ne kadar modern çağın bekçisi gibi görünsem de, kapılarım hiçbir yaklaşıma kapalı değildir” (s.328).
Ben, bu cümlenin, gerçeği tam olarak yansıttığına inanmıyorum. Sayın Vanlı’nın kapısından, postmodernizm; Turgut Cansever’in Bodrum’daki evleri, Antalya’daki camisi; “ilgi çekebilmek için […] büyük bir rasyonel yapının önüne, dekonstrüktif anlatımlı ekler” koyanlar (s.388) kolay kolay giremezler.
“Kendine eskiyi örnek seçmenin, çağdaş tasarımın affedebileceğini sanmadığım, tamamen duygusal bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum” (s.32) deyip, Türk Tarih Kurumu binasını beğenen; dahası, Cezayir Millî Merkezi’ni tasarlarken, geleneksele arkasını değil, yüzünü dönen Vanlı’nın mimarlık felsefesi, yalın değil, karmaşık. Ama hemen belirteyim ki, bunu bir suçlama olarak almamak gerekir: Bu bir saptama, eleştirel bir saptama, bir dikkat çekme. Aslında çoğumuz öyleyiz. Ben de öyleyim. Tasarım stüdyolarında öğrencilerimi tek bir çizgi üzerinde eğitmiyorum.
Evet, Mimar Vanlı bir rasyonalist, yani akıldan yana. Ama onun katı kurallarına takılıp kalmak da istemiyor. Formu önemsiyor, ama salt değişiklik olsun diye yapılan ve insanların gözlerine sokulan, bar bar bağıran formları sevmiyor.
Doğal olarak, kitapta Batı’yla, Batı’nın en önemli, en vazgeçilmez ürünü olan modernizmle ilişkilerimiz de ele alınıyor; aynı anda, hem Batılı olmayı, hem de olmamayı başarmanın, neredeyse 200-250 yıldır, en azından Tanzimat’tan beri araştırılan gizemli formülü yine araştırılıyor. O formülü bir elimize geçirebilsek, aynı anda, hem bir Fransız mimarı, hem de bir Türk mimarı gibi çalışacağız. Bu tuhaf, paradoksal yaklaşımı Vanlı da benimsiyor.
Ancak, yine hemen belirteyim ki, bu da bir suçlama değil. Değil, çünkü başka bir yol yok. Yok, çünkü modernizm Batı’da doğup büyümüş; biz ise, Doğu’da doğup büyümüşüz.
BİNANIN İŞLEVİ, İÇİ VE DIŞI
İşlevini gerektiği gibi yerine getirmeyen bir binaya bina denilemez. Hele onun bir mimari yapıt olduğu, asla ileri sürülemez. Bu bir inat, bu bir tercih, bu bir bağnazlık değil. Bu, 2000 yıl önce Vitruvius’un da belirttiği gibi, mimarlığın üç olmazsa olmazından biri.
Ama “Form follows function” ilkesi öyle değil. O, adı üstünde, “fonksiyonalistlerin” ilkelerinden biri, onların “âmentüleri”, “credoları”. Her mimarı bağlamaz ya da işlevselcileri bağladığı kadar bağlamaz.
Sonra, içi dışına yansımayan bir binanın, başarısız, kötü, yanlış bir bina olduğunu ileri sürmek de olmaz bence, çünkü bunların gerekliliğini, hele zorunluluğunu kimse kanıtlayamaz.
Ben, kendi adıma, daha da ileri giderek, işlevin biçimi oluşturması, dolayısıyla da, başarılı bir binanın dışının içini yansıtan bir bina olması gerektiğini savunmanın, bir tür takıntı, bir tür tutuculuk olduğunu, bugün bu sorunun ortadan tam olarak kalkmasa da, önemini büyük ölçüde yitirdiğini söylemekte bir sakınca görmüyorum.
Şimdi, bu yazının konuğu olan Şevki Vanlı’ya dönüyorum tekrar ve onun yeni kitabında okuduğum şu satırları, sizlerin de okumanızı sağlamak için, aşağıya aktarıyorum:
“İçeride çok çeşitli işlevlerin düzenlenmesi olan bir yapının, dışarıdan tek mekânlı bir hangar görünümünde olmasını yadırgarım. İç mekânsal yapının, dış görünüşle, hatta yakın çevresiyle bir uyum, ritm içinde olmasını yeğlerim. Yani yapının içi ile dışının bir bütünü anlatmasını isterim” (s.11).
Bir yanımla, ben de aynen öyle düşünüyorum; benim de o yanımın isteği o, çünkü öyle bir eğitim aldım.
Ama Vanlı burada durmuyor ve “Mimariden Konuşmak”ta, şöyle sürdürüyor konuşmasını:
“Gehry’nin son sanat merkezlerindeki kalabalığın altında konser salonu mu, yoksa müze mi, ne olduğu belli değil” (s.13).
Sonuçta olan şu: Sayın Vanlı, Gehry’nin Bilbao’da yaptığı müze binasını, çoğu modernizm tarafından konulmuş, benimsenmiş ilkelere göre tasarlanıp inşa edilmediği için eleştiriyor; onu bu nedenden dolayı başarılı bulmuyor, bu nedenle eleştiriyor. Bense, işte bu ilginç, aynı nedenlerle, binanın işlevini, içindeki işlevi dışına yansıtma kaygısını hiç duymadığı için seviyorum. Bence, mimarlık tarihinde, Mies van der Rohe’nin, İspanya’nın Barselona kentinde yaptığı pavyonun önemi neyse, Frank Gehry’nin, aynı ülkenin Bilbao kentinde yaptığı müzenin önemi de o. Her ikisi de manifesto niteliğinde. Biri dingin mimarinin, öteki ise çılgın mimarinin simgesi.
BİRİNCİ ULUSAL MİMARLIK AKIMI’NI VE MİMAR KEMALETTİN’İ ELEŞTİRMEK
Osmanlı Mimarisi’nden ödünç aldığı kimi öğeleri, kemeri, kubbeyi, ister istemez yapay kalan bir biçimde kullanan bu eklektik akım, yakın dönem mimarlık tarihimizin önemli konularından biridir ve bilindiği gibi, Mimar Vedat Tek, belki daha da çok, Mimar Kemalettin ile bütünleşir.
Az önce de belirttiğim gibi, bu akım önemlidir, göz ardı edilemez ve edilmemektedir. Bunu herkesin kabul ettiğinden hiç kuşkum yok. Sorun, bu mimarinin değerlendirilmesi, bu akımın Türk mimarlığı içinde yerli yerine oturtulması söz konusu olduğunda ortaya çıkıyor.
Kimilerine göre, bu akım, özgün, dolayısıyla da modernizm yolunda atılmış bir adımdır. Kemalettin Bey’in yazılarının derlendiği bir kitapta yer alan şu cümlenin, bu savı biraz çekingence de olsa desteklediğini düşünüyorum:
“Modernizmin eleştiri konusu olduğu, değişik postmodernist kuramların tartışıldığı günümüzde, yeni kuramlar açısından Mimar Kemalettin Bey’in yeniden değerlendirilmesi gerekmez mi?”
Vedat Bey için, “Hayatının son on beş yılı […] modernist çizgileri korkusuzca denemekten de kaçınmayacaktır” diyen Afife Batur’un da aynı kanıda olduğu açıktır.
Mimar olmamasına karşın, mimarlığa çok ilgi duyan Ahmet Haşim ise, karşıt görüşü, bir edebiyat adamı olarak, son derece etkileyici bir üslûpla dile getirmiştir:
“İttihat ve Terakki […], mimariye bir cübbe ve bir sarık giydirmişti; bu siyasetin mimarisi, türbe ve medreseyi taklit eder […] Otel, banka, mektep, iskele, şimdi, dışarıdan minaresi, içeriden minberi eksik birer cami karikatürüdür […] Cami, türbe ve medrese mimarisi[…] eski hayatın bütün hususiyetleriyle birlikte artık ebedi olarak maziye karışmış bir şekildir. Bu ölüyü diriltmeye kalkışmak, hayatı bir mezarlığa ve yaşayanları da ölülere döndürmek istemek gibi […] boş bir hevesten başka nedir? […] Bu mimariye “Millî Mimari Rönesansı” ismini vermek âdet oldu: Halbuki, yeni doğmuş dedikleri, hakikatte, çok yaşlı bir ihtiyar idi” .
Bu konuya Şevki Vanlı’nın bakışı ise, iyi bir mimarlık tarihçisi olan Afife Batur’un değil, iyi bir şair olan Ahmet Haşim’in bakış açısına yakındır. “20. Yüzyıl Türk Mimarlığı-Eleştirel Bakış” adlı kitabında şöyle der Vanlı:
“Mimar Kemalettin’in arayışları da, Vedat Tek’inkiler gibi çağ dışı. Kuramları, dili bulunmayan bir ortamda başarılı olamaz. Bu arayışlar, ne Modern Mimari, ne de geleneksel Osmanlı / Türk sanatına aittirler. Yani kültürel olarak soyu, aidiyeti, ne demek istediği belirsiz bir çırpınmadır” (s.96) […] Modern Mimari yerine, bu müsrif mimariyi seçmek de, yanlış yöntemin belgeleri, bir tür şaşkınlık olmalı” (s.98).
Yazımın bu bölümünü, Vanlı’nın kitabından yaptığım bir alıntı ve benim o sözlere verdiğim tepkiyi belirterek bitireceğim. Şöyle:
“1930’lar öncesi Cumhuriyet döneminden bir Ankara fotoğrafı var […] Ön planda bugünkü Kültür Bakanlığı, eski Hariciye Vekâleti […], eski Halkevi[…] Etnoğrafya Müzesi […] Fotoğrafta birden, [bu tür] otuz yapı olduğunu ve sonra da, benzeri yapılardan oluşmuş bütün bir şehir, bir başkent hayal ettim” (s.198).
Bu satırları okuduğumda, kendi kendime, “Sanırım Vanlı çok haklı” diye mırıldandığımı itiraf ediyorum.
İKİNCİ ULUSAL MİMARLIK AKIMI’NI VE SEDAD HAKKI ELDEM’İ ELEŞTİRMEK
Tıpkı Mimar Kemalettin, Mimar Vedat Tek ve bu meslektaşlarımızın oluşturdukları Birinci Ulusal Mimarlık Akımı gibi, İkinci Ulusal Mimarlık Akımı ve bu akımın “tek adamı” konumunda bulunan, aslına bakılırsa, bu kadarla yetinmeyip, belli bir süre boyunca, Türk Mimarlığı’nın en saygın adlarının en önde geleni olarak kabul edilen Sedad Hakkı Eldem de, yakın dönem Türk mimarlık tarihinin köşe taşlarıdır. Onları bir kenara itemeyiz, onları görmezden gelemeyiz, onları yok sayamayız.
Vanlı da, 20. yüzyıl Türk mimarlığına kuşbakışı ve eleştirel bir bakışla baktığında, Sedad Bey’in tasarladığı ünlü Firdevs Apartmanı’nın planını “akılcı”; Büyükada’daki Fethi Okyar Evi’ni “çağdaş” buluyor. Bu övgüler dışında, Vanlı, Sedad Hakkı Eldem’i, son derece yoğun, son derece kapsamlı bir biçimde eleştiriyor; çünkü bu mimarı çok önemsiyor. Kitabın “Dizin” başlıklı bölümünde, Le Corbusier’nin adının 58, Sedad Hakkı Eldem’in adının ise, 160 sayfada geçtiğinin belirtilmesi bunun kanıtlarından biri olarak görülmeli.
Şimdi, Vanlı’nın Eldem’e yönelttiği eleştirilere daha yakından bakalım:
Ana, temel eleştirinin konusu, Eldem’in Modernizm ile ilişkileri; onun bu akımın neresinde, nasıl durduğu.
Vanlı’ya göre, Sedad Hakkı Bey bu akımın dışındadır; o bir modernist değildir. O, “İtalyan ve Alman milliyetçiliğini fırsat bilerek, zaten amaç edindiği ‘Türk Evi’ adı altında, çağdaş Osmanlı Mimarlığı’na heveslidir” (s.71). İlerici, devrimci değil, tutucu, gerici bir mimardır Sedad Hakkı Eldem. Dahası, faşisttir. Bu nitelendirme ise, mimari değil, politik, etik bir değerlendirme, daha doğrusu bir suçlamadır. Kitapta yer alan şu satırların da benzer bir vurgulamayı içerdiği sanırım yadsınamaz:
“Toplumlar egoları ve çıkarları için, çeşitli konularda başarılı insanlarını tanıtmak, bununla birlikte, duygusal ve ticari çıkarlar sağlamak isterler […] Türkiye’de bu role S. H. Eldem, Milli Türk Mimarisi yaklaşımı ve asistanlarıyla, 1928 mezunu modernist arkadaşlarını ortada bırakarak girişti. Savunduğu yaklaşım, yabancıların da desteğiyle yanlış seçilmişti 1940’larda yakınlaştığı faşist mihver devletler grubu mağlup oldu. 1950’lerde, S. H. Eldem bu kez geçmişini ortada bırakarak, Hilton projesi müelliflerinden biri oldu ve bundan sonra da ne yapmak istediği pek anlaşılamadı… Yanında kimseyi istemedi… Orhan Çakmakçıoğlu’ndan başka…” (ss.7-8).
Vanlı, Eldem’in 20. yüzyılın ortalarındaki konumunun, Aristo’nun Ortaçağ’daki konumuna benzediğini, yani dokunulamaz bir efsane, eleştirilemez bir otorite olduğunu ileri sürer. Bu ise, 20. yüzyıl Türk mimarlığına eleştirel bakılması gerektiğini savunmak üzere, neredeyse 1.000 sayfalık bir kitap yazmış olan bir yazarın, bir mimarın asla kabul edemeyeceği bir şeydir.
Şevki Vanlı’ya göre, Sedad Hakkı Eldem, Modern Mimarlığın Türkiye’ye girişini engelleyen, en azından geciktiren adamdır. Ama, ülkemizde Modernizm, “S. Eldem’e rağmen […] durmamıştır” (s.200).
Vanlı’nın, toplam 3 cilt, 938 sayfa tutan eleştirilerinden yalnızca buraya kadar adları geçen mimarlar değil, Enver Tokay’dan Tuncay Çavdar’a, Merih Karaaslan’dan Aydın Boysan’a, Turgut Cansever’den Seyfi Arkan’a, Cengiz Bektaş’tan Behruz Çinici’ye; sonra, Jansen’den Egli’ye, Taut’tan Gehry’ye birçok meslektaşımız, paylarını, olumlu ya da olumsuz olarak alıyor. Yazarın her biri için söyleyecek sözü var.
YABANCI MİMARLAR SORUNU
Gehry’nin İspanya’da müze yapmasını günümüzün gözde kavramlarından küreselleşmeye bağlayıp, işin içinden kolayca çıkanlar var. Evet, bu olayda küreselleşmenin de payı vardır ama, Fransa Kralı 14. Louis, İtalyan mimar Bernini’yi Paris’e davet ettiğinde, Fransızca’daki “globe” sözcüğünün anlamı farklıydı. Yapılan anlaşmalar uyarınca, bugün ya da yarın, bir sürü yabancı mimarın ülkemize gelip rahatça çalışma olanağı elde etmeleri söz konusu. Ama biz bu süreci, elbette ki birtakım farklarla, daha önce de, 1920’lerin ortalarından, 1950’lerin ortalarına uzanan yaklaşık 30 yıl boyunca yaşadık. Her konu gibi, bu konunun da çeşitli sorunları vardı. Türk mimarlar, bu sorunları kıyasıya eleştirdiler: Öyle ki, ünlü “Arkitekt” dergisinin o tarihlerde yayımlanan sayılarını okuyanların, kendilerini, Sayın Vanlı’nın o çok arzuladığı eleştirel ortamın içinde bulacaklarını rahatça söyleyebilirim. Bu eleştirilerin önemli bir bölümü Vanlı’nın eleştirileriyle çakışmaktadır. Aşağıda, bu savımı, somut örneklerle kanıtlamaya çalışacağım:
Gönül Tankut, “Bir Başkentin İmarı” başlıklı kitabında, Ankara’nın imarı için açılan uluslararası yarışmaya katılanlardan söz ederken, “Yarışmacıların hiçbiri, 20. yüzyılın modern şehircilik akımları ve onların savunduğu yeni düşüncelerle ilgili değildir” der. Gerçekten de, Le Corbusier “Urbanisme” adlı kitabını, aşağı yukarı o tarihlerde yayımlamış, ünlü Voisin Planı’nı, yine aşağı yukarı aynı tarihlerde oluşturmuştu. Zeki Sayar ise, “Arkitekt” dergisinde yayımlanan, “Mimarlık Politikamız” adlı makalesinde, “Yabancı bir mimar, şöhretinin verdiği cesaretle ve hatırlı bir kişinin yardımı ile, bakanlıklara, belediyelere, kooperatiflere, velhasıl her yere müracaat ederek, projeler teklif etti” diye yazmıştı. Bonatz, olduğunu sandığım bu yabancı mimar, bu yazıda, bir işadamı gibi davranmakla suçlanmaktaydı. Şevki Vanlı da aynı kanıda olduğunu, Bonatz’dan ve Holzmeister’den söz ederken, “Onları birer işadamı olarak görmek daha doğru olur” (s.147) diyerek gösteriyor.
Bonatz’ın yaptığı ve bugün koruma altına alınmış olan Saraçoğlu Mahallesi’ni oluşturan evler, Vanlı tarafından, şu sözlerle, son derece ağır bir biçimde eleştiriliyor:
“Bu yabancının yaptığı, daha sıradanı düşünülemeyecek Ankara’daki Saraçoğlu Lojmanları’nın ve bir kasaba okuma salonu niteliğindeki Milli Kütüphane’nin ilgi görmesi, millîlik bunalımına hâlâ duygusal bir yaklaşımla bakıldığını veya yabancıya olan anlamsız güveni gösterir” (s.105). Bu binalara Zeki Sayar’ın yönelttiği eleştiriler de daha hafif değildir. Gerçekten de, bu yorulmak bilmez meslektaşımızın, “Arkitekt”te yayımlanan bir yazısında aynı binaları, ayrıntılı bir biçimde incelediğini ve ayrıntılı bir biçimde eleştirdiğini biliyoruz. Hayli uzun olan bu eleştirinin tamamını burada veremem. Ancak, şu kadarını aktaracağım:
“Planlarda uzun incelemelere lüzum kalmadan yapılan hataları kolaylıkla görmek kabildir. Memurlar için yapılan bu ikametgâhların planları ucuz mesken prensiplerine hiç de uymadığı gibi, planlayış itibariyle de aile hayatımızla kabil-i telif değildir […] Mahallenin dış mimarisine gelince […] bu binalar bugünkü ve gelecekteki yapılarımıza örnek olacak bir özellik taşımıyorlar […] İstanbul’da, ‘kalfa yapısı’ diye kökleşmiş olan bir tabiri, Emlâk Yapı Şirketi’nin bu şantiyesine, hiç çekinmeden izafe edebiliriz”.
Bu eleştiriler o yabancı mimarların, zamanın en iyi mimarları olmadıklarını ortaya koyuyor. Bu, tartışma götürmez bir gerçek. Öyle ya, o yıllarda Nazi Almanyası’ndan kaçan mimarların en iyileri, Modernizm’in kurucularından Walter Gropius ve Mies van der Rohe, Türkiye’ye gelmediler, Amerika Birleşik Devletleri’ne gittiler.
YÜZELLİ GÖNDERMELİ AKADEMİSYEN VE ÖTEKİLER
Vanlı’ın kitabındaki metinlerden birinin başlığı ilginç: “Hocalar”. Bizleri kimileri de “akademisyenler” diye çağırıyorlar ve bizlere karşı değişik değişik tavırlar takınıyorlar.
Gerek ülkemizde, gerekse başka ülkelerde, akademisyenlerle akademisyen olmayanlar arasında, zaman zaman alevlenip açığa çıkan, ama genellikle gizliden gizliye yürüyen bir sürtüşme vardır. Örneğin, Le Corbusier akademizme karşıydı. Vanlı’nın ise “ karşı” olduğunu ileri sürmek çok doğru olmaz. Ama onlara ince eleştiriler yönelttiği de yadsınamaz. Örneğin, “Bir akademisyenin kitabının arkasında tam yüz elli adet gönderme saydığımı anımsarım” (s.569) demesi, bu tür bir eleştiridir.
Kitapta daha başka eleştiriler de yöneltiliyor akademisyenlere. Adları verilerek övülen hocalar da var.
MİMARLIK EĞİTİMİ NASIL OLMALIDIR?
Bilmem yanılıyor muyum ama, bana öyle görünüyor ki, hukukçular hukuk eğitimini, coğrafyacılar coğrafya eğitimini, mimarların mimarlık eğitimini tartıştıkları kadar tartışmıyorlar. Bu bölümün başlığını oluşturan bu soru, kimbilir kaç kez soruldu, kaç kez yanıtlandı. Yinelemeler benim ilgimi hiç mi hiç çekmiyor.
Ama Vanlı’nın, mimarların eğitimi için düşündüğü “hayal eğitim programı”, tek sözcükle “hârika”.
Evet öyle, çünkü ilk iki maddesi şöyle:
“Ders programı: Tek ders… (Her sınıfta)
Eğitim süresi: Her öğrenci için gerektiği kadar”
DAHA BAŞKA KONULAR, DAHA BAŞKA ELEŞTİRİLER
Üç ciltlik, 938 sayfalık “Mimariden Konuşmak - Bilinmek İstenmeyen 20. Yüzyıl Türk Mimarlığı - Eleştirel Bakış”, daha başka konular, dolayısıyla da, daha başka eleştiriler de içeriyor. Aşağıda bunların birkaç tanesine daha, çok kısaca değineceğim.
Örneğin yarışmalar, bunların türleri var: Kimileri her mimara açık, kimileri, yalnızca çağrılmış olanlara; sonra, öğrenci yarışmaları var. Sonra bir de Ağa Han’ınki.
Doğal olarak, hepsinin kendine özgü birçok sorunu var. Ama sonuncunun sorunları daha özel, daha ağır. Vanlı’nın şu başkaldırısını onaylamıyor musunuz?
“Ağa Han Mimarlık Ödülü’ne, kuruluşundan beri, elinizdeki kitabın da konusu olan, mimarlığı gelenekselciliğe, dinsel ağırlıklı, çağla uyuşmayan, yüzyıllarca geri kalmış uygarlıkların politik sınırlarına hapsettiği için karşıyım […] Çağımızdaki yaşamımızı ve sanatımızı yönlendirici kültürel kümeleme ile, Türkiye’nin de şu anda en talihsiz ve başarısız ülkelerle birlikte mimari yaklaşım seçmesini hiçbir açıdan onaylayamam” (s.597).
Daha önce de belirttiğim gibi, sözünü edegeldiğim yapıt, bir eleştiri kitabından çok, bir eleştiri ansiklopedisi niteliğinde. Bu saptamayı yapmamın en önemli nedeni, öyle sanıyorum ki, yine daha önce söylediğim gibi, sayfalarındaki konu çeşitliliği.
İşte bunlardan biri daha:
Vanlı, Türkiye’deki mimarlık dergileri üzerinde de düşünmüş ve şöyle yazmış:
“Bugün yayımlanmakta olan dergilerin isimleri bile […], pazarlama sürecini yansıtmaktadır. Pazarlama amaçlı içerik de derginin kimliğini oluşturmakta, resimler devleşmekte, yazılar azalmakta, çoğunlukla resimler yazılara değil, yazılar resimlere eşlik etmektedirler. Aslında her ikisinin birden düşünce üretmek amaçlı olmaları beklenirken, genelde tanıtma niteliklidirler”…(s.573).
SONUÇ
Şevki Vanlı’yla “mimarlıktan konuşmak” çok güzel, çok yararlı. Ama daha fazlasına yerim yok.
Kitabın son sayfasının son paragrafının, o kitapla ilgili bu yazının da son sayfasının son paragrafı olacak:
“Son satırları yazarken, tasarladığım bir yapının inşaatının bitimindeki duygularımı yaşıyorum. Yani yeniden ele alsam, kesinlikle aynı şeyi yapmam. İnsan eksiklerini işin sonunda daha iyi görüyor” (s.918).
Bu icerik 6953 defa görüntülenmiştir.