319
EYLÜL-EKİM 2004
 
MİMARLIK'TAN

UIA 2005 İSTANBUL’A DOĞRU

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA: Mesleğe İlişkin Son Dönemdeki Yasal Düzenlemeler Neler Öngörüyor?

  • PORRO
    Gürhan Tümer

    Prof.Dr., DEÜ Mimarlık Bölümü, Yayın Komitesi Üyesi



KÜNYE
GÜNCEL: “Türkiye’de Mimarlık 2004” Yayımlandı

Yıllık 2004 ve Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri’nden Hareketle Türkiye Çağdaş Mimarlığı Üzerine: ABDİ GÜZER’LE SÖYLEŞİ

MİMARLIK: Yıllıktaki yazınızda, “mimarlık ve tasarım duyarlılığına sahip çıkmanın”, yapıların seçiminde öncelikli bir kriter olduğunu söylüyorsunuz. Bu farklı yapı türleri ve mimarlık anlayışları içerisinde, tüm bu yapıları aynı yıllıkta buluşturan, zaman dilimi dışında hangi ortaklıklardır? Seçici Kurul olarak kriterleriniz, tabii ki onu bir şekilde bağlıyor ya da belirliyor.

ABDİ GÜZER: Zannediyorum, ortak payda tasarım kültürünün yüceltilmesi meselesiydi. Yani, tasarım bilinci, tasarlanmış yapı kültürünün bir miktar öne çıkarılması, yerleştirilmesi, bununla ilgili kaygı duyulmuş olması çok genel bir temel ortak payda, bölen olabilir diye düşünüyorum. Türkiye'de bu tür yapıları değerlendiren, seçen, öne çıkaran araçlar, özellikle kurumsal araçlar çok az olduğu için, böyle bir yayın anlamını ve amacını aşan bir önem kazanıyor. Hakikaten hem başvuru sayısı, geri besleme biçimleri, hem de mimarların verdiği tepkilere baktığımızda; bir de “Türkiye'de Mimarlık 2004” gibi iddialı bir isim, bunu aslında olduğundan daha önemli bir yere oturtuyor. Bunun en önemli nedeni, kendi içerik ve kriterlerinden ziyade, ortamın kendisi. Ortamda buna alternatif olacak çok fazla bir şey yok; bir Mimarlar Odası’nın düzenlediği “Ulusal Mimarlık Ödülleri ve Sergisi” var; bir de Serbest Mimarlar Derneği’nin bir kez yaptığı bir yıllık var. Onun dışında, Türkiye'deki güncel mimarlık ortamını derleyip toparlayan, belgeleyen ne bir yayın var, ne de kapsamlı bir değerlendirme var. Buna akademik yayınlar da dahil. Çünkü çağdaş mimarlık üzerine olanlar hep böyle bölük pörçük, parçalı. Mesela dergiler sayısal olarak çok arttı, onlardan bir derleme çıkarmak mümkün; ama böyle derli toplu bir tek bu yayın var.

Böyle olunca, bu durum da kendiliğinden bazı kriterler getiriyor. Yani siz jüri olarak oturup çok bağımsız kriterler tespit edemiyorsunuz; hep böyle bir durumu da gözeterek başlıyorsunuz. Çünkü ister istemez seçki, bir anlamda Türkiye mimarlarının bugününü de anlatan bir kaynak derleme haline gelmeye başlıyor.

Bunu gözetince, birkaç şey ortaya çıkmaya başlıyor. Bunlardan bir tanesi, coğrafi çeşitlilik; Türkiye'nin farklı yerlerinden gelen ürünlere öncelik vermek, bu farklılığı burada sergileyebilmek. İkincisi, işlevsel çeşitlilik; yani farklı yapı türlerinin aynı anda burada yer alabilmesi. Onun dışında, çok genel ortak payda, tasarlanmış yapı kalitesi ve niteliğini öne alan ürünler olması. Bu çok genel geçer bir laf, belki onu şöyle açmak lazım: Buraya giren her üründe, mutlaka özgün bir şey aranıyor. Bulunuyor mu bilmiyorum; ama sonuç olarak jüri arıyor. Bunlar genellikle yapının kurgusuyla, işleviyle ilgili olabiliyor, detay incelmişliğiyle, topografyayla kurduğu bağla, diliyle ilişkili olabiliyor... Ama sonuçta, birbirlerine göre karşılaştırılan bir durumdan bahsetmiyoruz. Bu bir yarışma değil. Biraz önce söylediğim kriterler hepsi bir arada devreye girince, seçkinin sonuç ürünü bir miktar bu bütünün değerleriyle şekillenmeye başlıyor. Mesela, çok sayıda konut yapısı gelince, belki konut olmayan bir yapı birdenbire daha fazla ağırlık kazanıp öne çıkabiliyor.

Burada iyi bir durum bence şuydu: Bunun arkasında bir firma duruyor: KOLEKSİYON, ve onlar böyle bir yayına para yatırıyorlar. Mimarlık için çok alışılagelmiş bir durum değil. Artı, çok önemli bir şey yapıyorlar, geri planda duruyorlar. Yani, ne seçime, ne jüriye, sürecin işlevsel olarak kolaylaştırılması dışında müdahale etmiyorlar. Bunu çok medeni bir durum olarak gözledim. Hakikaten o anlamda önemli bir katkı. Tabii dolaylı faydalarından yararlanıyorlar şüphesiz; ama asıl birebir kendi kurumları üzerinden seçkiyi yönlendirme, bir kriter koyma gibi bir çabaları yok. Onun için jüri, aslında tamamen ürünlere bakarak, belli bir sayısal doygunluğu da esas alarak bir seçki yapıyor. Burada temel amaç, birebir yapıların nasıl seçildiğinden çok, ortaya çıkan ürünün verdiği genel resmin niteliğinin belirlenmesi. Onun için de, hakikaten kendi içinde çok değerli olan bazı yapılar buraya girmeyebiliyor ya da tersine, girmeyen yapılara göre daha tartışılabilir olan bazı yapılar bunun içine girebiliyor.

2004 Yıllığı için değerlendirmeye gönderilen 255 yapı içinden 117’si yıllığın web ortamı mimtoloji.com’a, basılı ortamda kitaba da 50’si giriyor. Bahsettiğiniz kriterler hem mimtoloji de, hem de kitaptaki yapıların tümü için geçerli mi?

Mimtoloji’ye girenler de dahil olmak üzere, Seçici Kurul’un seçtiği tüm yapıları kastediyorum; çünkü kitap bir ikinci seçme gibi. Aslında biz jüri olarak, ortama neyi sunacağız, ona karar veriyoruz. Bu, ortama iki araçla sunuluyor: Birincisi internet; daha az maliyetli ve daha kolay olduğu için, geniş sayıda, jüri kaç tane yapı seçerse hepsi siteye giriliyor. Bu demektir ki, mitolojide olanların hepsi, Türkiye mimarlığının bugünüyle ilgili belli bir temsiliyet değeri oluşturuyor. İkincisi de, onların içinden bazıları bir kitap, daha kalıcı bir seçki niteliğine geliyorlar. O ikisinin arasında da belki kademelenmiş bir fark görünüyor; ama bana sorarsanız çok da önemli değil.

Seçilen 117 yapıyı 51’e indirgerken belirlenen öncelikler, kriterler nelerdi? Her mimarın belli sayıda yapısı alınmaya mı çalışıldı, yoksa yapı türlerine göre bir seçme yapmak mı gözetildi?

En azından bizim jüri onu gözetmedi. Biz yapıları esas aldık. Bazı şeyler tekrar etti; ama işlevsel ve bölgesel farklılıkların temsil edilmesi meselesi önemli bir kriter oldu. Çünkü, “Türkiye'nin genel resmi” dediğimizde, mimarlığa dair o coğrafi farklılıkları burada görmek lazım.

Bu birebir yapı diline yansıyan bir farklılık mıydı?

Onu pek söyleyemem. Çünkü hakikaten Karadeniz’den gelip de İstanbul'da yapılmış gibi olan yapılar var. Yani Karadeniz’den olması nasıl bir anlam ve ayrıcalık katmıştı; böyle bir “yerellik” meselesinden bahsediyor muyuz, o ayrı bir mesele. Ama sadece Türkiye'nin farklı yerlerinde yapılmakta olan mimariyi resmediyor.

Sonuçta bu yayın birçok farklı okumaya açık bir yayın ve bir sürü şekilde değerlendirilebilir. Biz de aslında birçok insanın üzerinde yeniden konuşması, değerlendirmesi için bir zemin hazırlıyoruz. Şu anda bu söyleşi ile yaptığımız da bir ikinci elden değerlendirme. Türkiye mimarlığının bugünkü durumu üzerine, bölgesel dağılımlara, mimari malzeme kullanımına, dile dair, yerellik kavramına dair, Batıyla kurulan süreklilik ilişkisine dair birçok değerlendirme yapılabilir. Bunlar jüri çalışmaları sırasında bölük pörçük tartışmalar olarak ortaya çıkıyor tabii. Herkesin yazdığı bireysel yazılarda da bir miktar anlatılıyor. Ama bana kalırsa, birinin oturup bunun üzerine yorum yapması daha önemli. Onun için yıllıktaki kendi yazıma “Eksik Kalmış Bir Resim Üzerine Okumalar başlığını koydum. Çünkü, süreç itibarıyla bu yıllık akademik bir derleme değil, bu çok önemli. Türkiye'nin mimarlıkta resmini temsil edecek bir derleme yap deseler, seçeceğim yapılar bunlar olur muydu bilmiyorum. Mutlaka örtüşenler, dışarıda kalanlar, yeni eklenenler olabilirdi; çünkü onun, daha baştan belirlenmiş kriterleri olacaktı mutlaka.

Halbuki kriterler biraz da gönderilen ürünlerin niteliğiyle belirleniyor. Türkiye mimarlık tartışmaları için çok önemli olan bazı mimarlar, çeşitli nedenlerle bu yıllığa ürün göndermiyorlar. Göndermeme nedeni, vakti olmadığı için de olabilir, ideolojik de olabilir; “Ben böyle bir firmanın yıllığına niye yapı göndereyim” de diyebilir; tersi de olabilir. Sonuçta bu ancak, bireysel ve kendi seçimiyle başvuru yapmış kişilerin ürünleriyle kısıtlı olan bir seçki olduğu için, bir kere baştan bir sınırlamayla başlıyor. Öte yandan, çok yaygın bir katılım da oldu. Bence yıllığın temel başarısı bu. Kısmen kuruma bir güven vardı; jüriye bir güven vardı diye düşünüyorum. “Ah, gelse!” dediğimiz pek çok yapı da geldi.

Süreç ve katılım açısından, bu konu, aslında MİMARLIK’ın 311. sayısında yaptığımız soruşturmaya benzemiyor mu? Mümkün olduğunca farklı kesimden, birçok insana yaptığımız çağrıda, kişilerin kendi kriterlerini belirleyerek yaptıkları sıralamalarla bir liste ortaya çıktı. Yani, verilen yanıtlara göre çizilen bir listeydi; akademik bir seçki olmasına değil, tam tersine belirli bir grubun dışına çıkarak yaygın bir katılımla bir soruşturma yapma hedefliydi. Yoksa, “konunun uzmanı” olduğunu düşündüğümüz kişilere sorup, onlardan gelen yanıtları yayınlardık. Ama bu liste, belirlenen o 10 kişinin listesi olurdu sonuç olarak. Yıllıkta izlenen süreç, bu açıdan benzeşiyor diye düşünüyorum. Aynı konu, Ulusal Mimarlık Ödülleri ve Sergisi için de geçerli. Her ödülün ardından, tartışmalar doğar çoğu zaman. Acaba bu, hakikaten bu tür değerlendirme ortamlarının çok az olmasına bağlanabilir mi? Mesela İngiltere'de RIBA, her yıl birçok kategoride ödül verir ve her yıl tekrarlanır bu sistem. Sadece RIBA değil, bir sürü ödül sistemi var üstelik. Sizce, Türkiye'de bu konuda biraz hassas bir durum mu var? Eleştirel ortamlar yeni oluşmaya başladığı için mi, yoksa belli bir olgunluğa erişmediği için olabilir mi?

Bu çok önemli bir konu bence. Türkiye'de mimarlık eleştirisi denince, hep eksikliği duyulan ya da yakınılan, genellikle birebir yapıyı hedefleyen eleştiri anlaşılıyor. Halbuki eleştiri, mimarlığı anlamaya yönelik tartışmanın tümünü kapsıyor. O zaman yapılar belki çok önemli olmayabiliyor. Mesela yıllar önce Şevki Vanlı bana böyle bir serzenişte bulunuyordu: “Bir sürü şey yazıyorsun; ama sonuçta yapı üzerine doğrudan bir şey söylemiyorsun” diyordu. Bunu da bir çekingenlik gibi algılıyordu aslında. Bu önemli bir şey; ama bu, eleştirinin kategorilerinden bir tanesi.

Hakikaten bu gelenek Türkiye'de çok yok açıkçası. Nedeni de bence şu: Türkiye'de mimarlık yapmak çok zor ve aslında sonuç ürünün niteliği tasarımla sınırlı değil. Yani siz kağıt üzerinde bir şey yapıyorsunuz, o uygulama sürecinde, kullanım aşamasında çok deformasyona uğruyor. Mimarların kendi aralarında bunu bilmekten kaynaklanan bir hoşgörü de var. Projelerinde, insanların gerçek davranış biçimleri ortaya çıkıyor. Ama uygulamalarda bunu çok fazla göremiyoruz.

Türkiye'de mimarlığın ötesinde, genelde eleştirel kültürle ilgili bir sıkıntı var. Sadece mimarlık alanında değil ki; müzik alanında, resim alanında, heykelde, sinemada, sanatta; yani ürün olan herhangi bir şey böyle çok boyutlu olarak tartışılıp, değerlendirilip, kategorize edilmiyor. Ya çok popülist anlamda günlük yerel ortamda değerlendiriliyor, ya da haberin üzerine konuşulmuyor. Yani iki ucun arasında pek bir şey yok. Daha da önemlisi, o ortam, popüler ortama taşındığı andan itibaren çok geniş bir pota oluşturmaya başlıyor. Yani, müzik dediğimizde, aklımıza her tür müzik geliyor; mimarlık dendiğinde de, doğal olarak her tür mimarlık geliyor. Bizim toplumsal kültürümüz, İngilizlerin “eleştirel mesafe” dediği mesafeyi kullanarak olayları anlamaya, değerlendirmeye falan alışkın olan bir kültür değil. Belki Doğu-Batı kültürü içinde tartışmak, ve bu kadercilik meselesiyle ilişkilendirmek lazım. Biz böyle dogmatik, kalıp şeyleri çok kolay kabul edebiliyoruz.

Tepe Mimarlık Merkezi’nin web sitesinde bir yazı yazmıştım “Mimarlıkta ‘anneanne sendromu’ “ diye bir yazıydı, çok olumlu tepki aldı. Anneannem, ben proje yaparken hep bakar, ne yapsam “Çok güzel” derdi. Çünkü o sadece ürünle değil de, benimle kurduğu ilişki üzerinden ürüne bakıyor. Toplumsal olarak da biz biraz öyle yaklaşıyoruz. Mimarlar arasındaki ilişkiler hakikaten birbirinin üzerine çok kolay laf söylemeye izin vermiyor; onun yöntemini ve geleneğini de çok bilmiyoruz. Birdenbire böyle bir kitabın içinde olmak ya da olmamak başlı başına bir eleştirel değer gibi algılanabiliyor. Ulusal Sergi’de de öyle oldu. Arkitera’da Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri üzerine yaklaşık 2 ay boyunca bir forum sürdü. Oradan da izlediğim kadarıyla, sonuçta siz ne kadar bir mesafe koyarak kendi kriterlerinizle de değerlendirseniz, son noktada insanlar bunu iki şıklı bir duruma indirgiyor: İçinde olmak ya da olmamak. Müge’nin söylediği anlamda, yurtdışında olduğu gibi toplumsal kültür çok gelişmiş olmadığı için, bir başarısızlık atfetme durumu var. Arkitera’daki forumda Ziya Tanalı’nın yazdığı çok önemli bir konu var: Türkiye bu tür şeyleri cesaretlendirme, ödüllendirme anlamında o kadar eli sıkı bir ülke ki, bu meslekteki insanların çok da ihtiyaçları var diye düşünüyorum.

MİMARLIK’ın araştırmasına gelince; ben onu her şeyden bağımsız olarak şu anlamda olumlu bir katkı olarak görüyorum: Bir, Türkiye mimarlığının popüler ortamda konuşulmasına dair bir pencere açtı. İlk defa 3-5 tane gündelik gazetede bunun haberi yer aldı. Çünkü basın medyatik bir dil olarak “en”leri, “in”leri, “out”ları seviyor. Yani somut bir şey çıktı hakikaten. Mimarlık açısından baktığınızda, “soruşturma” kendi koşullarında ve kendi amaçladığı zemin üzerinde kendi sonucunu yaratmış bir durumdur. O çerçevede tartışılıp değerlendirilmesi gerekir. Bazı yapılar tekrar düşünmek ve tekrar okunmak üzere ortama sunulmuştur. Bunu sunan insanlar da kendi gerekçelerini de paralelinde sunmuştur; bu ikinci iyi bir şeydir. Yani ona katılırız, katılmayız; severiz, sevmeyiz; katılmayanlar, nitekim benim gibi, başkası gibi, kendi düşüncelerini söyleyerek yazar, bu konuda bir tartışma başlar ve o bir yere gidebilir.

O açıdan, bu tür ödüllendirmeler, sıralamalar, seçmeler, dışarıda bırakmalar, bunun doğal araçları diye düşünüyorum ve önemli görüyorum.

Yıllıkta, işin arka planını açıklayan şey, bir kısım jüri üyesinin sonradan kitaba eklenen bireysel görüş yazıları. Dergide o tür bir şey vardı. Seçenlerden bir kısmı, hem kendi seçkilerini açıklıyor -mesela Suha Özkan açıklamıştı ama Behruz Çinici açıklamamıştı- hem de gerekçelerini yazıyorlar. Ama asıl Ulusal Ödüller’de bir jüri raporu var sonuçta. Ondan sonra da o jüri raporu üzerinde giden tartışmalar var. Kişisel olarak, bunlarla birlikte başlatılan süreçleri ve onun geldiği noktayı çok önemsiyorum. Şimdi sizinle oturup bunun üzerine tekrar konuşuyor olmak, bunun dergide yayınlanıyor olması, onun üzerine başka insanların bir şey söylüyor olması benim için çok önemli.

Ulusal Mimarlık Ödülleri ve Yıllık’ın seçici kurullarındaki deneyimlerinizden, son dönemde Türkiye üretilen mimarlık ürünleri üzerine ne söylenebilir?

Benim sezdiğim Türkiye mimarlık ortamında kendiliğinden oturmaya başlayan bir norm konusu var ki; o, mesela sergiden çok, bu kitapla kanıtlanıyor. Bazı tutumlar daha tasarlanmış mimarlık gibi kabul edilmeye açık hale geliyor ve onun dışında kalanlar da reddediliyor. Bu, aslında çok ince bir değerlendirmeyi gerekli kılıyor. Çünkü giderek o tutumlar kalıplaşıp tasarım dışı olmaya da açık olan şeyler. Özellikle benim zaman zaman “İstanbul mimarisi” diye yazdığım ve insanların kızdığı; ama arka planında mimari tasarımdan çok, Türkiye'deki gelişmekte olan yapı endüstri sektörünün imkânlarıyla oluşmuş bir dili modernist ve yeni dil olarak kabul ettiren çok kolaycı bir yaklaşım var. Ben ona “tek çizgi mimarlığı” diyorum. Sonradan çeşitli imalatçı firmaların katkılarıyla birdenbire böyle çekici bir cepheye sahip oluyor yapı. Siz, bununla çağdaş mimarlıkta araştırmacı yan arasındaki farkı bazen kaybedebiliyorsunuz. O kendiliğinden meşrulaştırılabiliyor. O anlamda, 9. Ulusal Ödüller’de Kenan ve Gülnur Güvenç’in projesi buna çok kapalı bir tutumdu. Kendi estetik normları, değerleri içinde veya anti-estetik savı içinde tartışılabilir, onlar ayrı. Ama o kendiliğinden meşrulaşan ve adeta bir norm gibi kabul görmeye başlayan Türkiye'deki mimarlık durumunun dışında bir durumu jüri öne çıkardı ve “Bakın, böyle de bir şey var” dedi.

Yıllıkta da öyle şeyler var. Ama bu kitabın bence farkı, söylediğim anlamdaki norma dayalı sürekliliklerin bunun içinde çok fazla olmasıdır. Buradaki bazı yapılar hakikaten tipolojik bir modernlik anlayışının sürekliliği içinde oluşuyor. Ondan da şunu kastediyorum: Gelişmiş giydirme cephe teknolojilerinin, mesela güneşliklerin her yönde, her cepheye aynı detaylar içinde gelip takılması gibi. Onu havaalanında da görüyorsunuz, okul binasında da görüyorsunuz, giderek konutta bile görmeye başlıyorsunuz. Öyle bir alüminyum güneşlik elemanı, birdenbire kendiliğinden bir çağdaş yapı dilinin, yenilikçi mimarlığın simgesi olup tekrar edilmeye başlıyor. Ama birdenbire bakıyorsunuz ki, bunların aracılığıyla yapılan şey, başka boyutlardaki araştırmanın önüne geçmeye başlıyor. Bunun karşıtı olan, gerçek anlamda yerellik; o imkânların kısıtlılığından kaynaklanan yaratıcılıksa, aynı yoğunlukta bu seçki içinde maalesef yer alamadı. Yerellik kavramı burada salt bir coğrafi adres referansı boyutuyla geldi. İkincisi, çok sayıda gösterime indirgenmiş bir yerellik meselesi vardı. Üçüncüsüyse, daha çok topografya ağırlıklı; yapı ve yakın çevresinden feyz alan bir tasarım yaklaşımı olarak göründü.

Türkiye mimarlığında, öncelikli olarak gördüğüm, şu bütünün Batı mimarlığıyla veya uluslararası mimarlık ortamıyla müthiş bir süreklilik ilişkisi içinde olduğu. Oradaki pek çok kavramın, malzemenin, yaklaşım türünün süreklilik gösterdiği, izlenilmeye çalışıldığı. Ama onun dışında, “Bu yapı da Türkiye'den uluslararası ortama bir mesaj, bir katkı olabilir; çok özgün bir şey” diyebileceğimiz çok fazla bir yapı yok. Ulusal Sergi’de de yoktu, burada da yok. Yetenekli, uluslararası normlarda yapıları bitiren, iyi mimarlarımız var diyebiliriz. Ama hakikaten uluslararası ortamda dönüştürücü bir güç, eleştirel bir güç yaratacak, alternatif bir kanal yaratacak çıkışlar var demek kolay değil.

Çağdaş yapı normlarına ile üretilen fakat “yer” ile ilişkisini tümüyle olmasa da, “yerel” diyemeyeceğimiz biçimde koparan örneklerin çoğunlukta olduğunu söylüyorsunuz. Biraz önce bahsettiğimiz konuda Şevki Vanlı’ya gönderme yaparak, uluslararası mimarlık ortamında alternatif olarak görülebilecek bir “yerellik kavramı” ile biçimlenen örneklerden birkaç isim verebilir misiniz?

Bahsettiğim üç kategoride de örnekler söyleyebilirim. Bunlardan bir tanesi, Arolatlar’ın Kervansaray Oteli. Bu yapıda, hakikaten yerellikle çağdaş tutumlar arasındaki hem gerilimin, hem de süreklilik ilişkisinin denenmesine yönelik çabalar var. Bu, hem malzeme, hem oran boyutluyla gündeme gelmiş. Topografyanın kullanımı, yani yakın çevredeki gerçek anlamdaki yerin kullanımı anlamında da bir yapı isim vermek gerekirse Atilla Yücel’in Yedievler Konutları var. Bu konutları, hem manzarayla, hem çevreyle kurduğu ilişki ama öte yandan da o uluslararası referansları açısından üzerinde konuşmaya açık bir yapı olarak görüyorum. Serhat Akbay’ın İzmir-Urla’da yaptığı bir Bağ Evi var. Bunun çok benzer örnekleri aslında yurtdışında çok sayıda yapıldı; ama belki Türkiye için klasik konut tipolojisinin dışına çıkıp, bunu yaparken de yine o yerellik kavramını yine klasik olmayan bir şekilde kullanması açısından önemli görüyorum. Burada seçkide var mıydı, tam hatırlamıyorum ama Boran Ekinci’nin Fethiye Marina yapısı için de yine enteresan bir tartışma var.

“Yerellik kavramına referans veren yapı” tanımıyla tam olarak neyi anlamalıyız?

Aslında üç, dört şeyi bir arada anlıyoruz. Bir tanesi, hakikaten o ait olduğu coğrafyaya verdiği referans. Bir tanesi, kendi özgün bağlamını kullanma biçimi; topografya olabilir, program girdileri olabilir. Ama en önemlisi, oradan hareketle uluslararası ve diğer ortama özgün bir katkı oluyor mu, olmuyor mu meselesi. Birçok yapı, üçü adına da tartışılabilir diye düşünüyorum

Dikkat çekici bir başka konu, gönderilen yapı türlerindeki çeşitlenme. Bu çeşitlenme aynı zamanda ürün gönderilen kentler açısından da söz konusu. Fakat, mesela Isparta’da yer alan bir yapı yine İstanbul’da çalışan bir mimar tarafından tasarlanmış. Metropoller dışındaki kentlerin katılımı, yine mimari ürünün bulunduğu yerle ilişkili, ürünü veren mimarlarla değil. Burada çeşitlenmeden söz etmek mümkün mü?

O çok doğru tabii. Aslında onu aramızda da tartıştık. Hakikaten Corbusier’nin Chandigar’da yaptığı yapı nerenin mimarisini temsil ediyor gibi bir tartışma başlıyor; ama o yapı belki o ortam için itici güç olmaya başlıyor. Hakikaten iyi bir yapıysa, onun hemen etkisini, türevlerini görmeye başlıyorsunuz. Metropoller dışındaki kentlerden yapı gelmesi için çalıştık; ama başardık demek kolay değil. Çünkü sayısal olarak çok azdı.

2000 yılındaki ilk seçkide, başta konut, ofisler gibi yapı türleri ağırlıklı iken, şimdi ağırlık yine çok değişmemiş ama oldukça çeşitlenmiş gibi görünüyor. Endüstri, ulaşım yapıları gibi türleri de görmeye başlıyoruz. Bunun nedeni, mimarların farklı yapı tiplerini gönderme konusunda cesaretlenmesi midir? Yoksa bu, mimarlarla doğrudan ilişkili olmayıp, işverenlerin, bir depo yapısını da mimarın tasarlamasının kendi faydalarına olabileceğini keşfetmesi (!) olabilir mi? Ya da birbirine paralel olarak gelişti.

Bence ikisi de doğru. Hakikaten farklı yapı türleri mimarlığın konusu olarak ortaya çıkmaya başladı. Ama öte yandan mimarlar, bu tür yapılar da gönderilebilir diye düşünmeye başladılar. Öte yandan, diğer alanlarda sıkışıyorsun; mesela imar parselinde konut yapmaya çalışıyorsan, çok farklı bir şey yapmak kolay olmuyor. Ofis ve konut yapılarının dışındaki farklı tür yapılarda, yeni ve farklı olanı deneme şansınız daha fazla olabiliyor. Fabrika alanları, turizm yapılarında özellikle... Çünkü “mimari araştırmanın para ettiği alanlar”dan bir tanesi turizm. Yani ne kadar alışılmışın, geleneğin dışına çıkarsanız o kadar iyi olabiliyor. Onun için de çok farklı şeyler deneniyor. Bunlar bazen sırf değişiklik olsun diye yapılıyor, bazen arka planında da hakikaten bir düşünce oluyor. Onu ayırt etmek kolay değil. Özetle, bu yıllık çok yönlü okunmaya açık, tartışılmaya açık bir zemin sunuyor.

Bahsettiğiniz bu olası okumalar, mesela 5. yıllık yayınlandıktan ya da Ulusal Mimarlık Ödülleri 25. dönemine girdiği zaman mı tam anlamıyla yapılabilecek? Farklı tür okumalardan söz ediyorsunuz ve bunun kategorilerini sunuyorsunuz; Türkiye mimarlığı üzerine bu okumaları yaparak, ciddi bir değerlendirme aşamasına, genellemeler yapmak anlamında değil, ne zaman geleceğimizi düşünüyorsunuz?

Bu aslında çok ilginç bir soru; çünkü şöyle bir tartışma oldu: Biz ilk jüri toplantısını yaptığımızda, bir önceki yıllık ilk yıllıktı; dolayısıyla o seneye kadar hiçbir yerde yayınlanmamış bir sürü öneri geldi ve biz aslında onları tükettik. Şimdi diyoruz ki, “Oraya gelenleri unutun; son 2-3 senede yapılmışlar gelsin”; bu yeni bir kategori oluşturuyor. Aradaki fark ne; birinde 15 senelik geçmişin birikimi geliyor; ondan sonrakinde 2 yıllık olan geliyor. Çağdaş mimarlığı, güncel olarak olup biteni tartışmak için, hep bir mesafe olması gerektiği söylenir. O mesafe, hem eleştirel mesafe, hem de tabii tarihsel bir mesafe. Ama o tarihsel mesafe de, bu eleştirel mesafeyi kazanmak için gerekli olan bir mesafe. Onun dışına ne kadar çıkarak bakıyoruz, onu bilmiyorum.

Belki o tartışma için erken olabilir; ama en azından şunu söyleyebiliyorum: Benim söylediğim o farklı okumalar, böyle bütüncül, üstten bakan ve her şeyi yerli yerine oturtmayı amaçlayan akademik bir bakışı oturtmayı amaçlamıyor tek başına. O belki yılların birikimi içinde bir çıktı olabilir, o da bir alternatif; ama ben, noktasal bakışların, çok özel tartışmaların da önemli olabileceğini ve tek tek yapılar üzerinde her an yapılabileceğini düşünüyorum.

Teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Bu icerik 5070 defa görüntülenmiştir.