DOSYA: BİR OKSİMORON: İKTİDARIN ÇEVRE AŞKI
Krizden Kaçış, Krize Kaçış: Türkiye’nin Derinleşen Çevre Krizi
Osman Balaban, Doç. Dr., ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü
KÜRESEL ÇEVRE KRİZİ
Dünya bugün küresel bir çevre krizinin içerisinden geçiyor. Büyük oranda endüstri devrimi ile birlikte başlayan ve günden güne derinleşen, çok boyutlu bir krizdir bugün yaşamakta olduğumuz çevre krizi. Bu krizin lokomotifi ise hiç kuşkusuz iklim krizidir.(1) İklim krizi diğer pek çok çevre sorununu daha da derinleştirdiği için küresel çevre krizinin lokomotifi olarak işlev görüyor. Örneğin, ortalama sıcaklıkların artışı ve sıcak dalgaları, çölleşme riskini artırıyor; benzer şekilde sıcaklıkların artışı ve atmosferdeki karbondioksit (CO2) yoğunluğunun artması, deniz ortamlarındaki asitlenme oranını yükseltiyor. Günümüzde deniz ortamlarındaki asitlenmenin, son 55 milyon yıldaki herhangi bir dönemden 100 kat daha hızlı bir biçimde gerçekleştiğini ise biliyoruz.(2)
Dünyanın pek çok yerinden gelen bu ve benzeri veriler ve yaşamakta olduğumuz somut olaylar, çevre (iklim) krizinin hem tedirgin edici mevcut düzeyini hem de gidişatının vahametini gözler önüne seriyor. Bugün dünya üzerinde yaşayan insanların üretim, tüketim, dolaşım ihtiyaçlarını karşılamak ve ürettikleri atığı bertaraf etmek için 1,5 dünyaya eşdeğer doğal kaynak kullanıyoruz.(3) Bu gidişle, 2050 yılına geldiğimizde 2,8 dünyaya eşdeğer doğal kaynak tüketimine ihtiyacımız olacak.(4) Şu ana kadar dünya üzerindeki tüm kentsel alt ve üstyapıyı üretmek için harcadığımız enerjinin, sera gazı salımı (emisyon) olarak karşılığı 93 Gt (gigaton), 2050 yılına kadar artan kentsel nüfusun ihtiyaç duyacağı alt ve üstyapıyı inşa etmek için harcamak durumunda olduğumuz enerjinin sera gazı salımı olarak karşılığı ise 226 Gt dolayındadır.(5) Bu ise (226 Gt), Paris Anlaşması’nın hedefi olan küresel ısınmayı 2oC’nin altında tutabilmek için yüzyılın sonuna kadar atmosfere salabileceğimiz sera gazı miktarının, yani karbon bütçemizin 1/3’üne denk geliyor. Özetle, kurduğumuz “modern” yaşamı, gezegeni kapasitesinin çok ötesinde kullanarak ve gelecek kuşaklara büyük bir ekolojik bütçe açığı bırakma pahasına sürdürebiliyoruz. Bu bütçe açığının faturası ise günden güne büyüyor. Pek çok ülkede artık sıradan hale gelen sıcak dalgaları, binlerle ifade edilen can kayıplarına neden olurken, aşırı yağışlar ve bunlara bağlı taşkın ve benzeri olaylar beraberinde büyük yıkımlar getirebiliyor. (Resim 1)
KÜRESEL ÇEVRE KRİZİ VE TÜRKİYE
Küresel çevre krizinin ülkemizi de etkilediği artık yadsınamaz bir gerçek. Her yıl yaz ayları başında özellikle Karadeniz Bölgesi’nde yıkıcı taşkın olaylarının yaşandığı hepimizin malumu. 2019 yılı Haziran ayında, Araklı’da (Trabzon) bir hidroelektrik santralinin borusunu da patlatan taşkında 6 kişi yaşamını yitirirken, aynı yıl Temmuz ayında Düzce’de yaşanan taşkında ise, 7 kişi yaşamını yitirmiş ve binden fazla fındık üreticisi zarar görmüştür.(6) Benzer şekilde 2018 yılı Temmuz ayında da aynı bölgede yaşamı olumsuz yönde etkileyen taşkın olayları yaşanmış, başta Ordu olmak üzere pek çok yerleşmenin ulaşım altyapısında büyük hasarlar meydana gelmişti. Taşkın olaylarına bağlı kayıplar, iç bölgelerdeki kentleri de olumsuz etkilemektedir. Haziran 2019’da Ankara’da yaşanan ve 3 kişinin ölümü ile sonuçlanan ani taşkın olayları, kentin pek çok bölgesinde maddi hasara neden olmuştur. İklim krizinin olumsuz etkilerini sadece kentsel alanlarda değil kırsal alanlarda da gözlemliyoruz. Değişen iklim koşulları tarımda verimliliği ve üretimi ciddi biçimde düşürüyor.(7) Bu durum, bir yandan gıda arzını olumsuz etkileyip gıda fiyatlarında artışa sebep olurken, diğer yandan kırsal alanlarda geçinme ve yaşama olanaklarını giderek güçleştirmektedir.
Peki, toplum olarak, içinde bulunduğumuz küresel çevre ve iklim krizini nasıl algılıyoruz? Ülkemizde de ciddi etkileri olan her iki krizle mücadele etmek ve bu krizlerin daha da derinleşmesini önlemek için ne yapıyoruz? Maalesef bu sorulara doyurucu ve umut verici nitelikte yanıtlar vermek zor görünüyor. Türkiye, Kyoto Protokolü’nün halefi olarak 2020 yılında yürürlüğe girecek uluslararası iklim anlaşması olan Paris Anlaşması’nı onaylamayan az sayıda ülkeden birisidir. Ağustos 2019 tarihi itibarıyla, Rusya ve İran’ın ardından anlaşmayı onaylamayan sera gazı salımı en yüksek üçüncü ülkeyiz.(8) 1990-2016 yılları arasında gerek OECD ülkeleri gerekse BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Ek-1 ülkeleri içerisinde sera gazı salımı artışında ise başı çeken ülkelerden birisiyiz. Anılan dönemde Türkiye’nin toplam sera gazı salım miktarı, % 135,4’lük bir artış ile 210,7 Mt CO2 eşdeğeri düzeyinden, 496,1 Mt CO2 eşdeğeri düzeyine çıkmıştır.(9) Diğer bir deyişle, 1990-2016 yılları arasında ulusal sera gazı salım miktarımız 2,35 kat artış göstermiştir.(10) Buna rağmen sera gazı salım miktarımızı azaltmak konusunda ciddi bir taahhüdümüz bulunmuyor. Paris Anlaşması çerçevesinde Türkiye’nin sunmuş olduğu katkı beyanında, ulusal sera gazı salım artışının hızla devam edeceği ve bu artıştan 2030 yılı itibarıyla % 21’lik bir azaltım gerçekleştirileceği öngörülmektedir.(11) (Resim 2)
Çevre krizi ile ilişkilenmek konusundaki pek de parlak olmayan sicilimiz, sadece sera gazı salımları ile sınırlı değil. Ülkenin dört bir yanında doğal çevreyi tahrip eden ya da çevresel bozulmayı artıran yatırımlar dörtnala gidiyor. Madencilik faaliyetleri nedeniyle Kaz Dağları’nın adeta altı üstüne getirilmiş durumda. Oldukça kırılgan ve hassas bir ekosistem olan Salda Gölü, yakın çevresine yapılmak istenen “millet bahçesi” nedeniyle yapılaşma tehdidi ile karşı karşıya bulunuyor. Sinop’ta, yapımından sonradan vazgeçilen bir nükleer santral projesi için 10 milyon m2 büyüklüğündeki devlet ormanı tahsis edilmiş ve bu alanın kayda değer bir bölümündeki ağaçlar ise tıraşlanmıştır. Türkiye Ormancılar Derneği tarafından hazırlanan “Türkiye Ormancılığı 2019” başlıklı raporda ormansızlaşma konusunda çarpıcı veriler sunulmaktadır: “Son yıllarda giderek hızlanan ormansızlaşma sonucunda ülkemizde orman vasfını kaybeden orman alanı miktarı 651.390 hektara ulaşırken, 2012-2017 döneminde 246.257 hektarlık orman alanı için yapılan ve çoğunluğu madencilik ve enerji sektörlerine ilişkin olan ormancılık dışı kullanım başvurusu kabul edilmiştir.”(12) (Resim 3)
2001 EKONOMİK KRİZİ
Yıkıcı etkilerine maruz kalmakta olduğumuz çevre krizini yeterince ciddiye almayan siyasal ve yönetsel bir tavır içerisinde olduğumuz aşikâr. Bu siyasal ve yönetsel tavrı bize hediye eden ise Türkiye’de hayatın olağan akışını derinden etkileyen 2001 krizinin ardından uygulamaya sokulan iktisadi büyüme rejimidir ve zaman içerisinde merkezinde inşaat sektörünün olduğu, dış kaynağa bağımlı ve tüketime dayalı bir büyüme rejimine evrilmiştir. İnşaat ekonomisine geçiş olarak tanımlanabilecek bu süreci, ilki 2002-2010, ikincisi ise 2010 sonrası olmak üzere iki alt dönemde ele almak mümkündür.
İlk dönem, siyasal iktidarın, iktisat alanında IMF programına sadık kaldığı, toplumsal ve siyasal alanlarda ise AB ile kurulan güçlü ilişkileri korumak ekseninde hareket ettiği bir dönemdir. Bu dönemde, inşaat sektöründeki büyüme, sadece siyasetin arzusuna bağlı olarak değil, özellikle konuta yönelik talebin de güçlü olmasına bağlı olarak gerçekleşmiştir. İnşaat sektörünün 1990’ların ikinci yarısında yaşadığı gerileme döneminde biriken konut talebi, 2002 sonrasında inşaat sektöründeki büyümenin itici güçlerinden birisi olmuştur.(13) 2010 sonrası dönemde ise, iktisat politikasını belirleyen temel unsur siyasal iktidarın kendi tercihleri olurken, toplumsal ve siyasal konularda dış etmenlerin rolü giderek azalmış ve iç dinamiklerin belirleyiciliği artmıştır. Bu dönemde inşaat yatırımları iktisat politikasının merkezine iyiden iyiye yerleşmiş olup, inşaata dayalı büyüme modeli, iktidar açısından yegâne iktisat politikası haline gelmiştir. Toplumsal ve siyasal alanlardaki karar ve tercihler ise inşaat ekonomisinin gereksinimleri doğrultusunda alınmıştır.
İkinci dönemin ruhunu en iyi yansıtan gelişmeler, 2010-2011 yıllarında gerçekleşmiştir. Adeta yerel seçim havasında geçen 2011 genel seçimlerinde, tüm partiler, seçim vaatlerini kentsel projelere dayandırmışlardır. İktidar partisi, başını “Kanal İstanbul”un çektiği “çılgın projeler” ile ana muhalefet partisi ise “Merkez Türkiye Projesi” ile seçmenin karşısına çıkmıştı. Bu dönemde ayrıca, inşaat ekonomisinin uygulanmasını kolaylaştırmak amaçlı önemli yasal ve kurumsal düzenlemeler yapılmıştır. Planlama sistemini merkezîleştirerek, yatırım kararlarına hem hız hem de serbestlik kazandırmak amacıyla Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kurulmuş ve Bakanlığa geniş kapsamlı planlama yetkileri verilmiştir. Neredeyse bir “süper bakanlık” niteliğine kavuşturulan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, 2010 sonrasında siyasal iktidarın iktisat politikasının ana uygulayıcı aktörü olmuştur.(14) 2010-2011 yıllarında yapılan önemli yasal ve kurumsal düzenlemelerden bir diğeri ise “2010 Anayasa Referandumu”dur. 2002-2010 döneminde; pek çok yatırım kararı, proje ya da bunlarla ilişkili yasal düzenleme, idare mahkemeleri ile yüksek yargı tarafından ya durdurulmuş ya da iptal edilmiştir. 2010 yılında yapılan Anayasa Referandumu, iktidarın yargı üzerindeki denetim ve hakimiyetini artırmıştır.
Tüm bu süreçlerin sonucunda, başta yapı üretimi olmak üzere inşaat yatırımları ile büyük ölçekli kentsel alt ve üstyapı projelerinde, ülke sathına yayılan bir artış gerçekleşmiştir. “Mega projeler”in yanı sıra sayıları her geçen gün artan AVM’ler, karma kullanımlı yapı grupları ve gökdelenler ile yeni stadyumlar, hemen hemen tüm orta ve büyük ölçekli kentlerin yapılı çevresinin sıradan unsurları haline gelmiştir. 2001 krizini izleyen dönemde, esas olarak inşaata dayalı büyüme rejimine can suyu vermek için yapılan yasal ve kurumsal düzenlemeler, bugün yaşadığımız çevre krizini derinleştirecek etkilere sebep olmuştur. Planlama sisteminin merkezîleştirilmesi ve doğa koruma alanındaki düzenleme ve kuralların zayıflatılması sonucunda, orman sınırı dışına çıkarılan alanlar artmış, sit ve benzeri alanlarda yapılaşma kolaylığı sağlanmıştır. Kent içerisinde kamuya ait çok sayıda arsa ve arazi, rant amaçlı yatırımlara tahsis edilerek, kentlerdeki açık ve yeşil alan arzı azaltılmıştır. Ani yağışların taşkınlarla sonuçlanmasının önemli bir nedeni yapı yoğunluğunun artması ve geçirgen zeminli alanların azalmış olmasıdır. Bir yandan kent içerisindeki kamu arazileri rant amaçlı yatırımlara tahsis edilirken, diğer yandan kamusal hizmetler için ihtiyaç duyulan arsa arzı, kullanımı akıllara bile getirilemeyecek doğal ve statülü alanlar kullanılarak sağlanmaya başlanmıştır.
BİR MİKROKOZMOS OLARAK ODTÜ KAMPÜSÜ
Bütün bu sürecin bir mikrokozmosu ise ODTÜ Kampüsü oldu. ODTÜ Kampüsü, Ankara kenti için çok önemli ekosistem hizmetleri sunmakta olan ekolojik ve toplumsal bir değerler sistemidir. ODTÜ Ormanı, pek çok endemik bitki ve hayvan türünün doğal yaşam ortamı olması sebebiyle Ankara’nın önemli biyoçeşitlilik rezervlerinden birisidir. (
Resim 4) Yapılan güncel bir çalışmada, 4.500 hektarlık ODTÜ Ormanı’nda, 700 civarında bitki, 210 kuş, 120 kelebek türü ile tilki, porsuk, gelincik gibi canlıların yaşadığı ve nesli tehlikede olan Güzel Nazuğum kelebeğinin dünyada bilinen en önemli popülasyonlarından birisinin barındığı tespit edilmiştir.(15) Ayrıca ODTÜ Ormanı, Ankara kenti için önemli bir doğal karbon yutağı olmasının yanı sıra kentin hava kalitesinin iyileşmesine olumlu katkılar yapan doğal bir değerdir. Dahası, ODTÜ Ormanı ve Kampüsü bahar ve yaz aylarında Ankara’da yaşayanların sığındıkları doğal bir yaşam ortamıdır ve bu yönüyle kente sunduğu ekosistem hizmetleri arasında kültürel hizmetler de yer almaktadır. Ekolojik ve toplumsal bir değerler sistemi olan ODTÜ Kampüsü’nün, son yıllarda ciddi bir tehdit altında olduğuna üzülerek tanıklık ediyoruz. Kampüsün mekânsal bütünlüğünü bozma riski taşıyan bu tehdidi yaratan ise yazının önceki bölümlerinde değindiğimiz inşaat ekonomisidir.
2010 yılı sonrasında ODTÜ Kampüsü, sınırlarından ve içerisinden geçirilmek istenen karayolları sebebiyle epeyce gündeme geldi. Bu yol projeleri içinde uygulaması başlayan son proje, ODTÜ ve Bilkent Kampüslerinin sınırından geçirilen karayoluna ilişkin olandır. Bu proje, 2010 sonrasının “mega proje”lerinden olan şehir hastaneleri projesinin bir sonucu olarak karşımıza gelmiştir. Ankara’nın merkezindeki pek çok hastanenin taşındığı Bilkent’te bulunan şehir hastaneleri kampüsünün, proje tamamlandıktan sonra ciddi trafik yükü yaratacağı ve bunun da hali hazırda yoğun olan Eskişehir Yolu’nu olumsuz etkileyeceği anlaşılmıştır. Bu doğrultuda, trafik yükünü azaltmak ve araç trafiğine alternatif bir kanal sunmak için geliştirilen yol projesine, ODTÜ arazisinin bir kısmı tahsis edilmiştir.
ODTÜ’nün gündemindeki bir diğer yol projesi ise kampüs alanının Eskişehir Yolu’na yakın bir bölümünden yine bu yola paralel bir biçimde geçirilmesi düşünülen “tünel yol” projesidir. Kampüsün alanının altından geçirilmesi konusunda ilgili makamlar ile mutabık kalınan tünel yol projesi de benzer şekilde, ODTÜ Kampüsü’nün batısında ve doğusunda bulunan iki büyük kentsel proje alanının sonucudur. Tünel yol projesi; kampüsün batısında bulunan şehir hastaneleri kampüsü ile doğusundaki Çukurambar bölgesinde yaratılan “iş ve ofis merkezi” arasındaki ilişkiyi güçlendirme arzusunun ya da zorunluluğunun bir sonucu olarak görülmelidir.
ODTÜ arazisini kullanma arzusunun son hedefi ise Kavaklık alanı olmuştur. (Resim 5, 6) Kredi Yurtlar Kurumu (KYK) tarafından yapılması düşünülen yurt projesine tahsis edilen Kavaklık alanı, orman statüsünde olmasa bile doğal niteliği haiz, pek çok bitki ve hayvan türünün yaşam alanı olan bir sulak alandır. Bu niteliği itibarıyla, herhangi bir yapılaşmaya konu edilmeden, ODTÜ Ormanı ile süreklilik sağlayacak şekilde açık yeşil alan olarak korunması ya da rekreasyon alanı olarak kullanılması kanımca bu alan için en akılcı planlama ve yer seçim kararıdır. Böylesi bir alanın, yüksek yoğunluklu bir yurt projesine tahsis edilmesini dayatan etmen de yol projelerindekilere benzer nitelikte bir kentsel rant yaratma girişimidir. ODTÜ Kampüsü’ne çok yakın konumda bulunan KYK’ya ait Tahsin Banguoğlu Yurdu’nun bulunduğu alanın, ticaret ve konut alanı olarak değerlendirilmek üzere projelendirildiği basında yer almıştır.(16) Bu durum, daha önce sözü edilen, kent içindeki kamu arsalarını rant amaçlı yatırımlara tahsis edip, kamusal hizmetler için gereken arsa arzını, korumaya esas doğal ve statülü alanlardan sağlama eğiliminin somut örneğidir.
SONUÇ
2001 yılında yaşanan ekonomik krizden kurtulmak için izlenen iktisadi ve siyasi patika, bizi hızlı bir biçimde bir başka krizin, çevre krizinin içerisine sokmuştur. Diğer bir ifadeyle, son 10-15 yıla damgasını vuran inşaat ekonomisi, küresel çevre krizine -bu krizin ülkemiz ve kentlerimiz için yol açacağı etkileri adeta yok sayarak- eklemlenmemize neden olmuştur. Hali hazırda yüksek düzeyde riskli ve kırılgan olan kentlerimiz, inşaat ekonomisinin yardımıyla daha da riskli ve kırılgan hale geldi. Kentsel riskleri ve kırılganlıkları en aza indirmenin bilimsel ve kurumsal aracı olan mekânsal planlama ise inşaat ekonomisi döneminde en çok zarar gören kurumların başında geliyor. 2000’lerin ortalarından itibaren yasal ve kurumsal düzeyde yaşanan gelişmelerin bir sonucu da, mekânsal planlamanın giderek işlevsizleştirilmesi, adeta aşılması gereken bürokratik bir engel olarak algılanması ve algılatılması olmuştur.
NOTLAR
1. İklim değişikliğinin ulaştığı tehlikeli ve geri dönüşü imkânsız düzeyin ciddiyetinin daha iyi anlaşılması için “iklim değişikliği” yerine artık “iklim krizi” terimini kullanmak durumundayız. Örneğin, İngiliz The Guardian gazetesi, bir süre önce yaptığı çağrıyla, haber yazım süreçlerinde “iklim değişikliği” yerine “iklim krizi”, “iklim acil durumu” veya “iklim bozulması” terimlerinin kullanılmasını önerdi. Gazete, insanlığın karşı karşıya olduğu çevresel risk ve zorlukları daha açık biçimde anlatmak ve bu konuda daha duyarlı bir tavır takınmak için güçlü bir dil kullanılması gerektiğine vurgu yapıyor. Detaylı bilgi için şu bağlantılara bakılabilir: iklimhaber.org/guardian-bundan-boyle-iklim-krizi-diyecek/, theguardian.com/environment/2019/may/17/why-the-guardian-is-changing-the-language-it-uses-about-the-environment [Erişim: 01.08.2019]
2. European Environment Agency, 2014, “Marine Messages: Our Seas, Our Future - Moving towards a New Understanding”, Luxembourg: Publications Office of the European Union. İlgili çalışmaya şu bağlantıdan ulaşılabilir: eea.europa.eu/publications/marine-messages [Erişim: 01.08.2019]
3. Odero, Kenneth K., 2013, “New Urban Spaces: The Emergence of Green Economies”, The Economy of Green Cities: A World Compendium on the Green Urban Economy, (ed.) Richard Simpson, Monika Zimmermann, Springer, Heidelberg, New York, London, ss.17-22.
4. Kudelas, Dusan, Domru, Eugen, Stoianov, Adrian, Peters, Denes, 2018, “International Experience, Principles and Conditions for the Transition to a Green Economy”, E3S Web of Conferences, cilt:41, makale no: 04023, 3rd International Innovative Mining Symposium. doi.org/10.1051/e3sconf/20184104023 [Erişim: 01.08.2019]
5. Bai, Xuemei; Dawson, Richard J.; Ürge-Vorsatz, Diana; Delgado, Gian C.; Barau, Aliyu Salisu; Dhakal, Shobhakar; Dodman, David; Leonardsen, Lykke; Masson-Delmotte, Valerie; Roberts, Debra C.; Schultz, Seth, 2018, “Six Research Priorities for Cities and Climate Change”, Nature Comment, cilt:555, sayı:7694, ss.23-25.
6. Bu ve benzeri olaylara ilişkin güncel bilgilere İklim Haber’in internet sitesinden ulaşılabilir. Afetler ile ilgili bilgiler için şu bağlantıdan yararlanılabilir: iklimhaber.org/kategori/afetler/ [Erişim: 01.08.2019]
7. Bu konuda kapsamlı bir saha çalışması için şu kaynağa bakılabilir: Özgür, Busen, 2019, The Assessment of Socio-Economic Impacts of Climate Change in Rural Areas: The Case of Konya, ODTÜ FBE, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, Ankara.
8. Paris Anlaşması’nı onaylayan / onaylamayan ülkeler ile bu ülkelerin emisyonlar içindeki paylarına dair bilgilere şu bağlantıdan ulaşılabilir: en.wikipedia.org/wiki/List_of_parties_to_the_Paris_Agreement#Signatories [Erişim: 01.08.2019]
9. Gündoğan, Arif Cem, 2018, “Türkiye Sera Gazı Emisyon İstatistiklerine Yakın Bakış”, İklim Haber, 16 Nisan 2018. İlgili kaynağa şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz: iklimhaber.org/turkiye-sera-gazi-emisyon-istatistiklerine-yakin-bakis/ [Erişim: 01.08.2019]
10. OECD verilerine şu bağlantıdan ulaşılabilir: stats.oecd.org/ [Erişim: 01.08.2019]
11. Balaban, Osman, 2019, “Challenges to Turkey’s Transition to a Low-Carbon Urban Development: A Roadmap for an Effective Climate Change Policy”, Urban and Regional Planning in Turkey, (ed.) Burcu Özdemir Sarı, Suna S. Özdemir, Nil Uzun, Springer, İsviçre, ss.261-279.
12. Türkiye Ormancılar Derneği, “Türkiye Ormancılığı: 2019”, TOD Yayın No: 47, Ankara, 2019. Rapora şu bağlantıdan ulaşılabilir: ormancilardernegi.org/dosyalar/files/revize_rapor7%20web.pdf [Erişim: 01.08.2019]
13. Balaban, Osman, 2015, “İnşaata Dayalı Ekonomik Büyüme Modelinin Konut ve Kentsel Büyüme Üzerindeki Etkileri: Ankara Örneği”, Konut, (ed.) Gözde Güldal, Berçem Kaya, TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi Yayınları, Ankara, ss.85-100.
14. Şahin, Savaş Zafer, 2019, “The Urbanization Policy of Turkey: An Uneasy Symbiosis of Unimplemented Policy with Centralized Pragmatic Interventions”, Turkish Studies, cilt:4, sayı:20, ss.599-618.
15. Zeydanlı, Uğur, 2019, ODTÜ’nün Doğası, Doğa Koruma Merkezi Vakfı, Ankara.
16. 11.07.2019 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “Yurt Değil Rezidans” başlıklı Ozan Çepni’ye ait habere bakılabilir: cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/1481211/Yurt_degil_rezidans.html [Erişim: 01.08.2019]
Bu icerik 4060 defa görüntülenmiştir.