420
TEMMUZ-AĞUSTOS 2021
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
MİMARLIK GÜNDEM

Çevre Politikaları İflas Ederken Yeşil Politikalar Nasıl Merkeze Gelecek?

Ümit Şahin, Dr., Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi

“Bugün Türkiye’de çevre politikalarının bütünü çevreyi kirletmenin ve doğayı tahrip etmenin bedelsiz olduğu anlayışını beslemeye devam ediyor. Uluslararası anlaşmalar bu politikanın aynen devam etmesinin önünde tehdit olarak görüldüğü için ya imzalanmıyor ya da imzalansa bile gerekleri yerine getirilmiyor. Anayasa’daki uluslararası anlaşmaların ülke yasalarından üstün olduğuna dair hüküm yok sayılarak.” “İklim krizi nedeniyle su kıtlığı ve gıda krizi kapıdayken, deniz seviyeleri yükselir, kentler daha şiddetli sıcak dalgalarının, sellerin ve fırtınaların tehdidi altına girerken ülkenin en büyük kentinde içme suyu havzalarını, kalan son doğal ormanları ve tarım alanlarını yok etme pahasına ‘dahiyane’ bir emlak geliştirme projesi olarak icat edilen manasız bir kanalı kazmak için para aranıyor; kimsenin uçmadığı devasa havaalanları, kimsenin geçmediği devasa köprüler yapılıyor. Yanlış ekonomi politikalarıyla ülkenin hazinesi boşaltılırken ülkenin asıl hazinesi olan doğa acımasızca yağmalanıyor. Sonsuz sanılan doğal varlıklar dibi olmayan bir kovaya boca edilen su gibi ‘ekonomiye kazandırılıyor’ ama o da bitmek üzere.” “Ekoloji mücadelesi demokrasi mücadelesidir. Bu gerçeği görmek için bundan daha özlü bir örnek bulunamaz.”

 

Pandeminin ağır yükü henüz kalkmadı, ama 2021 yanlış ekonomi politikalarının doğa üzerindeki baskısının daha da ağırlaştığı bir yıl oluyor. Örneğin İkizdere’de taş ocağı açma çalışmaları köylülerin itirazına rağmen hızla sürüyor. Bütün bu tür uygulamalarda olduğu gibi devlet desteği ve polis-jandarma korumasıyla bir vadi, ağacı, akarsuyu, bitkisi ve hayvanıyla yok ediliyor. Hükümetin ekonomik büyüme anlayışının Türkiye’yi her geçen gün biraz daha eski zamanlara götürdüğü söylenebilir. Çevre kirliliğinin bilinmediği ya da göz ardı edildiği, doğanın bedelsiz bir kaynak deposu olarak görüldüğü, gelişmeyle çevre arasında aşılmaz bir çelişki olduğu düşünülen eski zamanlar bunlar. 20. yüzyılın ortalarında gibiyiz. Sanki onca mücadele verilmemiş, onca bilimsel araştırma yapılmamış, onca uluslararası anlaşma imzalanmamış gibi. Bütün kazanımlar geri alınıyor.

Marmara Denizi’nde yaşanan ekolojik felaket bu anlayışın iflas ettiğinin en çarpıcı göstergesi. Yarı kapalı bir iç denizin çevresinde ülke nüfusunun üçte biri, sanayisinin yarısından fazlası toplanmış. Sanayicilerin daha fazla kâr ve düşük maliyeler için hiçbir çevre koruma yükümlülüğüne uymadan ucuz üretim yapmasına izin verilmiş. Yerel yönetimler yetersiz ve bir kısmı ancak görüntüyü kurtarmaya yarayacak arıtma tesisleri kurup giderek artan evsel atık yükünü olduğu gibi denizin dibine göndermeye devam etmiş. Büyük balıkçı filoları devlet gözetiminde denizin altını üstüne getirmiş. Denizi korumak için yapılanlar sadece üzerinden geçen gemilerin atıklarını kontrol etmeye ve yüzeyde görünen katı atıkları, çöpleri toplamaya, insanlara denize çöp atmayın demeye indirgenmiş. Sadece kıyılarda koli basili sayılmış. Deniz bilimcilerin onlarca yıldır devam eden araştırmalarından çıkan çarpıcı sonuçlar ve yaptıkları uyarılar göz ardı edilmiş. Ama denizin dibi devasa bir atık çukuruna dönüştürülürken görüntü kirliliğine karşı alınmadık önlem kalmamış.

Şimdi nasıl olup da denizde canlı yaşamının neredeyse tamamen yok olduğuna, denizin dibindeki aşırı organik madde patlamasının deniz salyası olarak yüzeyi kapladığına şaşırıp kalıyoruz. Tabii ilk yapılan şey de yine görüntü kirliliğini ortadan kaldırmaya çalışmak, müsilajı vidanjörlerle çekip denizi temizlemiş gibi yapmak oluyor. Çevreciliğin çöp toplamak, ağaç dikmek, pahalı bitkilerden yeşil duvarlar yapmak, refüjleri çiçeklendirmek, betondan parklar inşa etmek haline getirilmesi kararlı bir politika hedefiydi. Bugün Türkiye’de çevre politikalarının bütünü çevreyi kirletmenin ve doğayı tahrip etmenin bedelsiz olduğu anlayışını beslemeye devam ediyor. Uluslararası anlaşmalar bu politikanın aynen devam etmesinin önünde tehdit olarak görüldüğü için ya imzalanmıyor ya da imzalansa bile gerekleri yerine getirilmiyor. Anayasa’daki uluslararası anlaşmaların ülke yasalarından üstün olduğuna dair hüküm yok sayılarak.

Örneklere devam etmek mümkün. Kaz Dağları’nda sayısız maden ruhsatı verilmiş durumda. Ancak büyük çaplı ağaç kesimlerine dair fotoğraflar sosyal medyada patlayıp kamuoyu baskısı iyice görünür hale gelince ilk fırsatta yeniden gündeme getirmek üzere rafa kaldırılıyor. Toplumun en az üçte ikisinin karşı olduğu eski moda, kaza tehlikesi yaratan, radyoaktif atık kaynağı nükleer santral, nükleersiz deniz olmasına ramak kalmış Akdeniz’in kıyısında ülkeyi yıllarca aşırı pahalı elektriğe mahkum edecek uluslararası bir ipotek altında inşa ediliyor. Küresel elektrik üretimi iklim kriziyle mücadele için ve giderek ucuzlayarak gelişen yenilenebilir enerji ve depolama teknolojileri sayesinde en geç 15-20 yıl içinde fosil yakıtlardan temizlenme yoluna girmişken hâlâ yeni kömür madenleri açmanın, ekonomik ömrü 50 yıla varan yeni kömürlü termik santraller inşa etmenin peşinde koşuluyor. Yeni fosil yakıt rezervlerini yerin altında bırakma kuralı görmezden gelinirken Akdeniz’de ve Karadeniz’de doğalgaz keşifleri müjde olarak sunuluyor. İklim krizi nedeniyle su kıtlığı ve gıda krizi kapıdayken, deniz seviyeleri yükselir, kentler daha şiddetli sıcak dalgalarının, sellerin ve fırtınaların tehdidi altına girerken ülkenin en büyük kentinde içme suyu havzalarını, kalan son doğal ormanları ve tarım alanlarını yok etme pahasına “dahiyane” bir emlak geliştirme projesi olarak icat edilen manasız bir kanalı kazmak için para aranıyor; kimsenin uçmadığı devasa havaalanları, kimsenin geçmediği devasa köprüler yapılıyor. Yanlış ekonomi politikalarıyla ülkenin hazinesi boşaltılırken ülkenin asıl hazinesi olan doğa acımasızca yağmalanıyor. Sonsuz sanılan doğal varlıklar dibi olmayan bir kovaya boca edilen su gibi “ekonomiye kazandırılıyor” ama o da bitmek üzere.

Türkiye’de yıllarca yanlış ve yetersiz çevre politikalarından şikayet ettik. Ancak bugün iyi bilinen çevre politikalarından, sağlam teorilerden ve küresel iyi örneklerden söz etmenin anlamsız hale geldiği bir anomi durumuna sürüklenmiş bulunuyoruz. Avrupa ülkelerinde çevre politikalarının özü olan ekolojik modernleşme teorileri, temiz ve çevreci üretimin, girdi kullanımını ve kirliliğin neden olacağı temizleme, arıtma vb. maliyetlerini azaltarak, tabii sağlık etkilerini azaltıp işgücü kaybını önleyerek ekonomiye kazanç getireceği, yeni ve temiz teknolojiler geliştirilmenin endüstriyel gelişmeyi besleyeceği, yeni iş alanlarının istihdam sağlayacağı, tüketicinin de çevreci ürünleri tercih etmesi bekleneceğinden rekabet avantajı yaratacağı esasına dayanır. Türkiye’de de hem politikacılar hem de bürokrasi arasında alıcısı olan bir anlayıştır bu. Zaten yenilenebilir enerjinin her şeye rağmen oldukça gelişmesi, enerji verimliliği alanında adımlar atılması, temiz üretimle ilgili yetersiz de olsa politikalar geliştirilmesi buna dayanıyor.

Ancak ekolojik modernleşme -liberal kapitalist sistemin bir ürünü ve devamı da olsa- sonuçta ekolojik duyarlığa dayanır ve iklim krizinin, biyolojik çeşitliliğin ve gelecek kuşakların öneminin farkında olmayı gerektirir. Çevreyi korumaktan para kazanmak, uygulamanın yaratacağı fırsatları kullanmakla ve piyasa araçlarından manivela olarak yararlanmakla ilgilidir. Bir yandan karbon emisyonlarını artırmakla övünür ve ekonomiyi doğayı yok eden mega projelerle doğal kaynak sömürüsüne dayalı maden, taş ocağı, yol yapımı, inşaat gibi ilkel yatırımlara muhtaç hale getirirseniz bir yandan da ekolojik modernleşemezsiniz. Ya o ya öbürüdür. Türkiye bugün ekonomi ve çevre politikaları açısından temiz hava ve su yasalarının henüz çıkmadığı, DDT’nin yasaklanmadığı, iklim ve biyolojik çeşitlilik sözleşmelerinin yapılmadığı, toksik kirliliğin sınır aşan dolaşımının sürdüğü, doğa koruma alanlarının ilan edilmediği dönemlerin Avrupa’sına, Amerika’sına benziyor. Ama öte yandan toplumun orta-üst ekonomik katmanlarında duyarlılık ve farkındalık Batı ölçüsünde. İklim aktivizmi büyüyor, korumacılık ahlaki norm haline gelmiş, insanlar yeşil bir gelecek istiyor. Hatta gençler arasında yeşil politik eğilimlerin varlığı, kırsala dönüş hareketleri, yeşil yaşam biçimlerine merak, temiz ve sağlıklı gıda bilinci ve “yeşil tüketicilik” dünya ölçüsünde. Bu gerilim iyice kutuplaşmış toplumdaki gerilimi daha da artırıyor.

Bu gerilimin yapıcı bir sonuca bağlanması ancak meseleyi politik dile tercüme etmekle mümkün olabilir. Marmara Denizi’nde olanlar devletin çevre politikalarının merkezî ve yerel düzeyde topyekun başarısız olduğunu gösteriyor. O zaman çözüm öncelikle devlet politikalarını değiştirmek. Bu da ancak siyasi mücadeleyle olur. Yeşil gündem her zamankinden daha yakıcı bir şekilde merkeze oturmuş durumda. Avrupa’da bu gündemin merkez siyasetin bir parçası olmasını yeşil partiler sağladı. Bugün bazıları koalisyon ortağı, bazıları birinci parti olma yolunda. Ancak bunu sadece kendi kazandıkları seçim başarılarıyla değil, ana akım partilere de kendi politikalarını yine siyasi mücadele yoluyla kısmen de olsa benimseterek başardılar. Türkiye’de de böyle olacak. Bunun da en iyi farkında olan yine devlet gibi görünüyor. Türkiye’de Yeşiller Partisi’nin yeniden kurulması Anayasa’ya aykırı bir şekilde 9 aydır engelleniyor.

Ekoloji mücadelesi demokrasi mücadelesidir. Bu gerçeği görmek için bundan daha özlü bir örnek bulunamaz.

Bu icerik 1248 defa görüntülenmiştir.
<p><strong>1.</strong> Marmara Denizi’nde görülen müsilaj  sorunu, çevrenin korunması konusunda daha köklü adımların atılması gerektiğini  gösterdi<br /> 	Fotoğraf: DHA</p>