315
OCAK-ŞUBAT 2004
 
MİMARLIK'TAN

ODADAN

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • 9+1

    anlama / anla(t)ma / anla(ş)ma
    Tansel Korkmaz

    Dr., İstanbul Bilgi Üniversitesi, Tasarım Kültürü ve Yönetimi Programı

    9+1 Yuvarlak-Masa Toplantıları Moderatörü

ÖĞRENCİ BULUŞMASI

KONGRE: 15. YAPI VE YAŞAM: UIA 2005'e DOĞRU "KENTLER VE MİMARLIK" ÜZERİNE

  • Boşluğun Mimarisi
    Emre Demirel

    Araş.Gör., Hacettepe Üniversitesi,

    İç Mimari ve Çevre Tasarımı Bölümü

  • Günümüzde Koruma / Restorasyon Çıkmazı
    S.Sarp Tunçoku

    Yrd.Doç.Dr., Mimar - Restorasyon Uzmanı,

    Sivas - Cumhuriyet Üniversitesi,

    İnşaat Mühendisliği Bölümü

    Kayseri Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Üyesi



KÜNYE
DOSYA

MİMAR OLMAYANLARIN KALEMİNDEN MİMARLIK

dosya editörü: Gürhan Tümer

Kanter İçinde

Yapıcılar türkü söylüyor

Yapı türkü söyler gibi yapılmıyor ama.

Bu iş biraz zor.

Yapıcıların yüreği

bayram yeri gibi cıvılcıvıl

ama yapı yeri bayram yeri değil,

yapı yeri toz toprak.

Çamur, kar.

Yapı yerinde ayağın burkulur

ellerin kanar.

Yapı yerinde ne çay her zaman şekerli

her zaman sıcak,

ne ekmek her zaman pamuk gibi yumuşak

ne herkes kahraman

ne dostlar vefalı her zaman.

Türkü söyler gibi yapılmıyor yapı

bu iş biraz zor,

zor ama

yapı yükseliyor, yükseliyor,

Saksılar konuldu pencerelere

alt katlarında.

İlk balkonlara güneş taşıyor kuşlar

kanatlarında.

Bu yürek çarpıntısı var her putrelinde

her tuğlasında

her kerpiçinde.

Yükseliyor, yükseliyor yapı

kanter içinde.

Nâzım Hikmet

KONULAR, İNSANLAR, MESLEKLER

İnsanların, çeşitli konularla, çeşitli mesleklerle ilişkileri farklı farklıdır.

Kimilerinin yetenekleri ve ilgi alanları sınırlıdır. Bunlar, dünyaya dar bir açıdan bakarlar. Bu gibiler, yalnızca tek bir konuya, tek bir alana odaklanırlar ve başka şeylerle pek fazla ilgilenmezler. Böyle bir insan, bir araba tamircisi, bir ressam, bir futbolcu olabileceği gibi, bir kuantum fizikçisi, bir köktendinci, bir Marksist de olabilir.

Yelpazenin öteki ucunda ise, tam tersine, ilgi alanları çok geniş olanlar, birçok konuya el atanlar, bir yandan keman çalarken bir yandan matematik problemleri çözenler, siyaset üzerine de, metafizik üzerine de söyleyecek sözleri bulunanlar yer alırlar. Bu türün en tipik, en ünlü iki temsilcisinden biri, Antik Çağ’da yaşamış olan Yunanlı Filozof Aristoteles, biri de bir Rönesans insanı olan Leonardo da Vinci’dir. Birincinin yapıtları, “Tekhne rhetorike” (“Konuşma Sanatı”), “Politikos” (“Devlet Adamı”), “Organon” (“Âlet”- “Mantık), “Ta meta physike” (“Metafizik”), “Peri psykhe” (“Ruh Üzerine”), “Peri aisteseos” (“Duyular Üzerine”), “Peri anapnoes” (“Soluk Üzerine”), “Peri zoon genesos” (“Canlıların Ortaya Çıkışı Üzerine”) gibi adlar taşır. Aristoteles, bu çalışmalarıyla, fizikten mantığa, mantıktan psikolojiye, psikolojiden biyolojiye, birçok bilim dalının kurucusu olmuştur. Leonardo da Vinci ise, hem resim tarihinin en ünlü tablosunu, “Mona Lisa”yı yapmış, hem kadavraları keserek insan bedenini anlamaya çalışmış, hem de kuşların nasıl uçtuklarını araştırmıştır. Sonra, Newton’un çağdaşı ve rakibi olan Tarihçi Smith’in “son evrensel dâhi”, T.H. Huxley’in “Aristoteles’ten bu yana en kapsamlı düşünür” olarak nitelediği Leibniz’in ilgi alanları arasında tarih, ekonomi, tanrıbilim, dilbilim, biyoloji, jeoloji, hukuk, siyaset, matematik, gökbilim, felsefe ve metafizik vardır. Öte yandan, Padişah III. Selim’in, padişahlığın yanısıra bestecilik de yaptığını; IV. Mehmet’in usta bir avcı; II. Abdülhamit’in en usta marangozlarla boy ölçüşebilecek kadar usta bir marangoz olduğunu; Fransa Kralı XVI. Louis’nin marangozluktan değil ama, çilingirlikten iyi anladığını; çelişkili bir biçimde, bir yandan, “La nouvelle Héloise” adlı romanıyla Romantizm’in, bir yandan da, kaleme aldığı “Du contrat social” (“Toplum Sözleşmesi”) gibi kitaplarıyla, kanlı Fransız İhtilâli’nin öncülerinden biri olarak kabul edilen Jean-Jacques Rousseau’nun “Les rêveries du promeneur solitaire” (“Bir Yalnız Gezerin Düşleri”) adlı kitabında, “Paris çevresinde nadiren gördüğüm, fakat buralarda bol miktarda yetişen iki bitki dikkatimi çekti. Birincisi ‘Compositae’ familyasından ‘picris hieracioides’, diğeri, ‘Umbelliferae’ familyasından ‘bupleurum falcatım’ ” diye yazabilecek kadar iyi botanik bildiğini; bu bilim dalıyla, büyük Alman Şairi Goethe’nin de yakından ilgilendiğini belirtmek isterim.

Kimileri, eğitimini aldıkları mesleklere ilgi göstermemişler, başka alanlarda at koşturmuşlar, başka sularda yüzmüşler ve oralarda tanınmışlar, oralarda ün kazanmışlardır. Öyle ki, bu insanların asıl meslekleri unutulup gitmiştir. Örneğin, İstiklâl Marşı’nın şairi, “Safahat”ın yazarı Mehmet Akif Ersoy’un veteriner okulunda okuduğunu çoğu kişi bilmez. “Alice Hârikalar Ülkesinde” adlı masal kitabından, günün birinde, o sevimli küçük kızın, bir tavşanın peşine takılarak yerin altına inişinden, o kitabın kapağını açmamış olanlar bile haberdardırlar ama, bu masalın yazarı Lewis Caroll’un asıl adının Charles Dodgson, asıl işinin de matematik olduğunu, “Alice Hârikalar Ülkesinde”nin yanısıra, “Determinantlar Üzerine Bir Deneme” başlıklı bir kitap da yazdığını bilenlerin sayısı o kadar fazla değildir.

MİMARLAR, MİMAR OLMAYANLAR VE MİMARLIK

Yukarıda söylediklerim, mimarlar, mimar olmayanlar ve mimarlık söz konusu olduğunda da geçerlidir. Şöyle ki: Kimi mimarlar, hemen hemen yalnızca mimarlıkla ilgilenirler, hep mimari konulara odaklanırlar. Bu gibilerin kimileri, mimarlığa da dar bir açıdan, belli bir mimari anlayışın penceresinden bakarlar. Böyle bir mimar, uluslararası bir “star” olabileceği gibi, sabahtan akşama kadar 4 katlı, 6 katlı apartman projesi çizen ve belediyeden ruhsat almak için koşturan bir taşra mimarı da olabilir.

Kimi mimarlar ise daha farklıdırlar. Örneğin, Le Corbusier, küçümsenemeyecek bir ressamdır ve Paris’in ortasına kocaman kocaman gökdelenler dikmeyi önerecek kadar geniş bir düşgücüne, zengin bir ütopik vizyona sahiptir. Gropius, yalnızca bina projesi çizmemiştir, bir lokomotif de tasarlamıştır. Erol Evgin mimardır, bürosu vardır ama, aynı zamanda da şarkıcıdır. Sultanahmet Camii’ni yapan Sedefkâr Mehmet Ağa, yalnızca usta bir mimar değildir, adı üstünde, bir sedef ustasıdır da. Ayrıca, müzikle de ilgilenmiştir. Çok yönlülüğün, çok şey bilmenin mimar için bir zorunluluk olduğunu, bundan 2000 yıl önce, Vitruvius, “De architectura” adlı kitabında, “Mimar[ın] kalemi güçlü olmalı, geometri öğrenimi görmeli, iyi tarih bilmeli, filozofları iyi izlemeli, müzikten anlamalı, biraz tıp bilgisi bulunmalı, hukukçuların düşüncelerini bilmeli, yıldızbilim ve göklerin kuramı ile tanışıklığı olmalıdır” diye yazarak vurgulamıştır. Arif Hikmet Koyunoğlu ise, kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle demiştir: “Benim mesleğim sadece mimarlık değildir. Benim daha birçok mesleğim vardır. Türkiye’nin ilk fotoğrafçısı benim [...] Ben çok iyi aşçıyım [...] Balkan Savaşı’nda [...] nalbantlık ederek geçimimi sağladım [...] Türkiye’nin ilk sporcularından biriyim [...] Kayıkçılığım da vardır [...] İlk reklâmcı da benim [...] Gazeteciliğim de vardır”.

Mimarlar cephesinde durum böyle. Konuya mimar olmayanlar açısından baktığımızda ise, şunları söyleyebiliriz: Hiçbir mimarlık eğitimi almamış olmalarına karşın, mimarlığa çok meraklı birtakım insanlara, hemen her toplumda rastlanabilmektedir. Bunların arasında, sokaktaki adamın, ortaokuldan ayrılmış müteahhitlerin, ev kadınlarının, emekli askerlerin yanısıra, çok ünlüler, imparatorlar, ressamlar, şairler, doktorlar, filozoflar, politikacılar da yer alırlar.

Bunların kimileri, tasarım yapmaya, inşaat yapmaya meraklıdırlar; yani, uygulamacı mimarlar gibi davranırlar. Tertullianus’un “omnium curiositatum explorator” (“ilginç olan her şeyi araştıran”) olarak nitelediği Roma İmparatoru Hadrianus, mimarlığa da meraklıdır. Roma’daki Venüs Tapınağı’nı tasarladığı ve bu tasarımını eleştiren Mimar Apollodoros’u, yarı kızgınlıktan, yarı kıskançlıktan öldürttüğü söylenir. 19. yüzyılda, modernist ilkelere göre yeniden biçimlenen Paris’te açılmasını öngördüğü bulvarların konumunu kent haritası üzerine renkli kalemlerle çizen Fransa İmparatoru III. Napoléon; aynı dönem Paris Valisi olan ve kentin göbeğine yapılacak olan hal binasını kâgir malzeme kullanarak tasarlayan Mimar Baltard’ın sunduğu projeyi geri çevirip, kendisi tarafından çizilen ve İmparator’un da arzularını yansıtan bir krokiyi Baltard’a veren ve ona dökme demir kullanmayı öneren, daha doğrusu emreden Baron Haussmann’ı; gençliğinde mimar olma tutkusuyla yanıp tutuşan, ne var ki, okula kabul edilmediği için bu arzusunu gerçekleştiremeyen, ancak Mimar Speer’in yanından ayrılmayan, çizdiği eskizleri sürekli ona gösteren Hitler’i; Viyana’da bir çok yapı inşa etmiş olan Avusturyalı Ressam Hundertwasser’i; hem şair olan, hem de Aşiyan’daki evinin planını çizen Tevfik Fikret’i; Modern Mimarlık Tarihi’nin öncü binalarından Crystal Palace’ı tasarlayan Bahçevan Joseph Paxton’u; Washington’daki Capitol Binası için açılan yarışmayı kazanan Batı Hint Adaları kökenli Doktor William Thornton’u da, bu gibilere örnek gösterebiliriz.

Mimar olmayıp da, mimarlıkla ilgilenen insanların bir bölümünün ise, konuya kuramsal düzeyde yaklaştıklarına, örneğin mimarlığın doğasını, diğer sanatlarla ilişkilerini tartıştıklarına; çeşitli binalar hakkında gözlemler yaptıklarına, onları beğenme ya da beğenmeme nedenlerini kendilerine göre ortaya koyduklarına; dahası, özgün birtakım mimarlık kuramları ürettiklerine tanık oluyoruz. Bunlara örnek olarak, 1753 yılında “Essai sur l’architecture” (“Mimarlık Üzerine Deneme”) başlıklı bir kitap yazmış olan Cizvit Rahip Marc-Antoine Laugier’yi; Birinci Ulusal Mimarlık Akımı hakkında fikirlerini dile getiren, o tür yapıları kıyasıya eleştiren Ahmet Haşim’i; Ulus Gazetesi’ndeki makalelerinde sık sık mimari konulara değinen Falih Rıfkı Atay’ı; felsefesinde, mimarlık felsefesine de yer ayıran ünlü Alman filozofları Kant ve Hegel’i; Bulgaristan’da gördüğü bir kilise hakkındaki düşüncelerini bir yazısında ileten Cenap Şehabettin’i; “Notre-Dame de Paris” adlı ünlü romanının kimi sayfalarında, Wright’ın da beğenisini kazanan birtakım mimari görüşler ileri süren Victor Hugo’yu; düşledikleri ütopik ülkelerdeki kentleri, sokakları, evleri ayrıntılı bir biçimde anlatan ütopyacıları, bu türe adını veren kitabın yazarı, devlet adamı ve düşünür Thomas More’u; “Voyage en İcarie” (“İkarya’ya Yolculuk”) adlı kitabın yazarı Etienne Cabet’yi; Londra’nın eski siluetini bozdukları için mimarlara ateş püsküren İngiltere Veliaht Prensi Charles’ı sayabiliriz.

DOSYA KONUSU ÜZERİNE

Bu sayının dosya konusunu, işte bu saptamalardan yola çıkarak belirledik. İleriki sayfalarda, mimar olmayan birtakım insanların, filozofların, yazarların, şairlerin, ressamların, ütopyacıların, devlet adamlarının, mimarlıkla, kentlerle, binalarla ilgili sözlerinden, düşüncelerinden, görüşlerinden, eleştirilerinden ve taslaklarından, tasarımlarından, çizimlerinden örnekler bulacaksınız.

Bu gibilerin, yani mimar olmayan mimarların sayısı, sanıldığından çok daha fazladır. Onun içindir ki, dosyamızı hazırlarken örnek bulmakta değil, dergimizin sayfalarının sınırlı olması nedeniyle, elimizdeki örnekler arasından seçim yapmakta zorlandık. Seçtiğimiz isimlerin, toplumun olabildiğince büyük bir kesimi tarafından tanınır olmalarına dikkat ettik. Bu isimleri peşpeşe sıralarken, kronolojik bir dizge kurmadık ve herhangi bir sınıflama, gruplama yapmadık. Tam tersine, çeşitliliği yansıtan bir rasgeleliği yeğledik. Böylece, örneğin, Hitler’le Platon’u, Aziz Nesin’le Bertrand Russell’ı ya da Goethe’yle Nihad Sami Banarlı’yı yan yana getirmiş olduk. Örnek sayısını olabildiğince çoğaltabilmek için, yalnızca en az dosyaya aldığımız örnekler kadar ilginç pek çok örneği dışarıda bırakmakla kalmadık, aynı zamanda, seçtiğimiz metinleri de, hiç, ama hiç istemeyerek kestik, kısalttık.

Bu dosyanın, bütün eksiklerine karşın, yine de, mesleğimizin, meslekten olmayanlar tarafından nasıl algılandığı hakkında bir fikir vereceğine ve ilginç bir konunun kapısını aralayacağına inanıyoruz.

AHMET HAŞİM (Şair)

İttihat ve Terakki, edebiyata bir köylü kıyafeti düzüp, ağzına da yeşil kamıştan yontulmuş bir düdük verirken, mimariye de bir cübbe ve bir sarık giydirmişti: Bu siyasetin mimarisi, türbe ve medreseyi taklit eder. İşte o tarihten beridir ki, İstanbul’un her tarafında bu biçim binalar inşa etmek ve bu mimariye de, “milli mimarî rönesnası” ismini vermek âdet oldu. Halbuki, yeni doğmuş dedikleri, hakikatte, çok yaşlı bir ihtiyar idi.

Asrımızın kendine özgü bir mimarisi olmadığı ve olmasına imkân bulunmadığı, artık herkesçe bilinen, münakaşaya değmez bir hakikattir. Ne gariptir ki, bu hakikati, yalnız, bilmeleri lâzım gelenler bilmezler. Şimdi her memlekette, âciz ellerin çekici altında kanayan hasta mermerlerin eski üstat ellerine hasretle ağladıklarını herkesten işitiyor, her yerde okuyoruz. Taşa hayat ve hareket vermek bahsinde, bugünün şeytana taş çıkaran hünerli insanları, iki üç asır evvel gelip giden saf ustalara çırak olmaya bile lâyık değildirler. Süleymaniye’nin taşlarını ölçen pergeli, düştüğü yerden kaldırıp kullanacak artık hiç bir insan eli yoktur. Sinan’ın eserlerine karşı vâlih [şaşkın] ü hayran durabilmek kabiliyeti bile, yaşayan en büyük mimar için, büyük bir şereftir.

Çünkü mimari güzelliğini artık biz, çağdaşlar, anlamıyoruz, duymuyoruz. Gözleri kör olanlar nasıl ışığı görmez, kötürüm olanlar nasıl yürüyemez, dilleri tutulanlar nasıl konuşamazlarsa, taşların havadaki nizam ve âhenginden hâsıl olan güzelliği anlamayı veya meydana getirmeyi de, biz şimdi bilmiyoruz.

Mimarî eserler, fazla çirkinliğe, fazla garabete gelmez. Gülünç bir resme bakmamak, fena bir şiiri veya ahenksiz bir musikiyi dinlememek suretiyle, bunların zararlı tesirlerinden ruhumuzu koruyabiliriz; fakat fena mimarın eserinden sakınmak kolay bir iş değildir. Âciz bir muhayyele, fakir bir ruh, yol ortasına dikilmiş taştan koca bir şekil hâlini alınca, bütün bir şehrin manevi sıhhatini, nesillerce bozmak kudretinde bir tehlike olur. Son senelerin ağlanacak, sahte mimarisi yüzünden değil midir ki, ruhumuzun estetik kabiliyetine delil aramak için, geçmiş sanatkârların eserlerine başvurmaktan başka çare bulamıyoruz.

YAHYA KEMAL (Şair)

1710’da, Üsküdar’da, sâhilden az içeriye doğru, Üçüncü Ahmed’in vâlidesi Gülnûş Emetullah Sultan nâmına binâ edilen “Yeni Vâlide” nâmını alan câmi, mimâride inkıraz alâmeti [tükenme, yok olma belirtisi] sayılan üslûpta süs iptilâsını fazla göstermekle beraber, gene millî üslûpta bir eserdir. 1708’den [kalma] Hekimoğlu Ali Paşa Câmii, milli mimâri inkırazının kendine mahsus bir güzellik câzibesine sahiptir. Her halde milli üslûpta bir eserdir. Lâkin, galiba son eserdir.

Bu tarihte “üslûp şuursuzluğu” başlar. 1755’de, Birinci Mahmud’un, “Mahmûdiyye” ünvânı vermek niyetiyle binâ etmeye başladığı ve bitiremediği, kardeşi ve halefi Üçüncü Osman tarafından ikmâl olunan ve asıl bânîsinin ismi hazfedilerek [yaptıranının adı ortadan kaldırılarak], hem yanlış, hem mânâsız “Nur-u Osmâniye” unvânını alan câmi, üslûpta milli şuursuzluğun bir nümûnesidir [örneğidir]. Kendi millî mimarimizden ne mikyasta [ölçüde] ayrıldığımızı gösterir. [...]

Revan Köşkü’nü gezerken, kulağıma derinden bir Kur’an sesi geldi. Birdenbire İslâm Mimarisi’ni tam mânâsiyle gördüm. Çünkü İslâm Mimarisi’nin içine bir ruh gibi muhakkak rahle başında bir Kur’an sesi lâzım. O ses olmadığı zaman, bu mimarî kuru bir şekilde görünüyor.

BERTRAND RUSSELL (Filozof, matematikçi)

Mimarlığın en eski çağlardan beri iki amacı vardır: Birincisi tamamiyle yarar güden amaç, yani insanlara sıcaklık ve barınma sağlama amacı; öteki de siyasal amaç, yani, bir fikri insanların kafasına, o fikrin taştan ifadesinin gözkamaştırıcılığı yoluyla yerleştirme amacıdır. Yoksulların konutları bakımından birinci amaç yeterliydi; ne var ki, tanrıların tapınakları, kralların sarayları, göksel güçler ile bu güçlerin yeryüzündeki sevgili kullarına karşı, insanlarda korkuyla karışık saygı yaratmak amacıyla dikiliyordu. Arada sırada da, yüceltilenler tek tek hükümdarlar değil, bütün toplum oluyordu: Atina’da Akropol ile, Roma’da Kapitol, azınlıklarla müttefiklere bu iki mağrur şehrin temsil ettikleri imparatorlukların görkemini göstermek amacıyla dikilmiştir. Kamuya ait yapılarda, daha sonraları da plütokratlarla imparatorların sarayında estetik gözetiliyordu, ama köylülerin izbeleriyle şehirli proletaryanın yaşadığı konutlarda böyle bir amaç güdülmüyordu.

Ortaçağ’da, toplum yapısının daha karmaşık olmasına rağmen, mimarlıkta artistik güdü aynı derecede, hattâ daha da sınırlanmış durumdaydı, zira derebeylerinin şatoları yapılırken gözönünde tutulan amaç, sadece sağlamlıktı ve eğer bu şatolarda bir güzellik eseri bulunursa, bu, tamamiyle bir raslantı oluyordu. Ortaçağ’da en güzel yapıların ortaya çıkmasına derebeylik değil, Kilise ile ticaret olanak vermiştir. Ortaçağ’da Kilise, sadece katedraller değil, bizim modern ihtiyaçlarımızla daha yakın ilişkili, başka cins yapılar da kurdu: Manastır kiliseleri, kadın ve erkek manastırları, kolejler [...]

Rönesans’ın kuzeye yayılışıyla birlikte, Fransa ve İngiltere’nin kaba saba baronları, İtalyan zenginlerinin incelik ve parlaklığını edinmek için çalışmaya koyuldular. Mediciler, kızlarını krallara, şairlere, ressam ve mimarlara verirlerken, Alpler’in kuzeyi ile Fransa modellerini kopya ediyor ve aristokratlar, şatolarının yerine, saldırılara karşı savunmasız oluşlarıyla, saraya mensup uygarlaşmış kişizâdelerin yeni duydukları güven hissini belirten güzel köşkler yaptırıyorlardı. Ne var ki, bu güven duygusunu Fransız Devrimi yok etti ve o andan itibaren de, geleneksel mimarlık üslûpları bütün canlılığını kaybetti [...]

Ondokuzuncu yüzyılda, biri makine üretiminin, öteki de demokratik bireyciliğin ürünü olan iki tipik mimarlık biçimi vardır: Bir yanda koca koca bacalarıyla fabrika yapıları, öte yanda da, işçi sınıfından ailelerin yaşadığı sıra sıra küçük evler.

AZİZ NESİN (Yazar)

O gün de tapınakları gezmiştik. Mimari üzerine düşüncelerimi açıklıyordum. Gotik mimari beni tedirgin ediyordu. Gotiğin sivrilikleri sanki beni her yerimden dürtüyor gibiydi. Görkemli yapılara baktığım zaman, uçaktan paraşütle üzerine düşecek olsam, o sipsivriliklerde konacak yer bulamayacağım diye korku geçirirdim. Ben bunları söylerken, Şuşa kahkahalarla gülüyordu. Rokoko mimari de bana o kıvır kıvır kıvrıntılı süsleriyle, çok yaşlı, hem de çok süslü püslü koketleri anımsatıyordu. Kiliselerin soğukluğu beni korkutuyordu. Camilerin yalınlığını kendime daha yakın buluyordum, görkemli camilerde bile bir yakınlık vardı, yalının güzelliği.

THOMAS MORE (Devlet adamı, ütopyacı)

Şehir çepeçevre yüksek ve kalın duvarlarla çevrili. Yer yer de kuleler ve kalelerle donatılmıştır [...] Sokaklar ve meydanlar, hem ulaştırmayı kolaylaştıracak, hem de rüzgârdan korunacak biçimde düzenlenmiştir. Evlerin rahatlığına diyecek yoktur, hepsi temiz ve güzeldir. Sokaklar boyunca karşılıklı ve yanyana uzanırlar. Her evin bir kapısı sokağa, bir kapısı bahçeye açılır. Her iki kapı da bir dokunuşta açılacak kadar hafiftir. Kilitler, anahtarlar yoktur. İsteyen girebilir [...] Utopialı’lar [...] özel mülk düşüncesini kökünden yok etmek için, her on yılda bir ev değiştirirler ve herkesin oturacağı ev kura ile belli olur [..]

Adanın fethinden beri özenle saklanan ve 1760 yıllık bir tarihi kucaklayan tutanaklardan öğrendiğimize göre, başlangıçta evler çerden çöpten, alçacık birer kulübeymiş, duvarları kerpiç, saçaklı damları sazlarla örtülüymüş. Şimdiyse, evler üç katlı taş ya da tuğla duvarlı, derli toplu ve içten sıvalıdır. Tavanlar düzdür, ucuz, yanmaz ve yağmura karşı kurşundan daha dayanıklı bir madde ile kaplıdır. Rüzgâra karşı camlı pencereler vardır, çünkü Utopia’da cam çok kullanılır. Bazı yerlerde cam yerine amber ya da yağla saydamlaştırılmış ince bezler kullanıldığı olur. Böylece, ev hem rüzgârdan korunmuş, hem de daha fazla ışıklanmış olur [...]

DESCARTES (Filozof)

[...] Çoğu zaman, ayrı ayrı ustaların elinden çıkmış, birçok parçalardan kurulu eserlerde, bir ustanın tek başına meydana getirdiği eserlerdeki kadar mükemmeliyet yoktur. Nitekim, bir mimarın tek başına kurduğu yapıların, birçok mimarın, başka amaçlarla yapılmış eski duvarlar üzerinde bazı değişikliklerle yapmaya çalıştıkları yapılardan daha düzenli olduğu görülür. Böylece, başlangıçta sadece küçük bir kasaba iken, zamanla büyük kentler hâline gelen şu eski siteler, çok kere bir mühendisin [mimarın] bir ova üzerinde, hayalinden geçirdiği şekilde planını çizdiği düzenli yeni kentlerin yanında öylesine ölçüsüz ve orantısız kalırlar ki, ayrı ayrı gözden geçirilen yapılarının her birinde, en az öbür kentlerin yapılarındaki kadar, hattâ daha fazla sanat bulunsa da, büyüklü küçüklü sıralanışlarına ve yolları eğri büğrü ve eşitsiz hale getirişlerine bakarak, bu eski kentleri aklı başında kimselerin iradesinden çok, tesadüfün böyle düzenlediği söylenebilir.

HUNDERTWASSER (Ressam)

Mimarlar benden tiksiniyorlar, adım anıldığı zaman deliye dönüyorlar. Ama ben onlardan daha iyiysem ve resimlerimden çok evlerimle tanınıyorsam, buna benim yapabileceğim bir şey yok. Hem sonra, Le Corbusier de mimar değildi [...]

Resim sanatı ve heykel sanatı şimdi özgürdür, çünkü bugün, herhangi biri [bu sanatların alanında] herhangi bir çalışma yapabilir ve sonra, onu sergileyebilir. Oysa mimarlıkta [...] bu temel özgürlük henüz yoktur, çünkü inşaat yapabilmek için, kişinin önce bir diplomaya sahip olması gerekir. Neden?

Herkes bina yapabilmeli; bu inşa etme özgürlüğü varolmadığı sürece, bugünün planlı mimarlığı, sanat olarak nitelenemez. Bizde mimarlık, Sovyetler Birliği’ndeki resim gibi denetim altındadır [...]

Bireyin inşa etme arzusuna hiçbir yasak getirilmemelidir! [...] Böyle bir binanın, zaman içinde çökmesi tehlikesiyle karşılaşmayı göze almalıyız ve bu yeni inşa yönteminin neden olacağı bu yıkılış [...] bizi bu karardan vazgeçirmemelidir [...]

İçinde oturanlar tarafından yapılmış olan bu derme çatma binalardan biri yıkılacak olsa, genellikle önce çatırdar; dolayısıyla, insanlar kaçabilirler. Ondan sonra, içindekiler, oturdukları binaya karşı daha eleştirel, daha yaratıcı olacaklardır ve eğer çok dingildek görünüyorsa, duvarları kendi elleriyle sağlamlaştıracaklardır [...]

İşlevselci mimarlığın yanlış olduğu kanıtlanmıştır [...]

Mimarın binayla ilişkisi yoktur. O, en büyük mimari dehâ olsa bile, [yaptığı binada] kimlerin yaşayacağını bilemez [...]

Tuğla işçisinin binayla ilişkisi yoktur. O, örneğin, duvarı eğer varsa, kendi fikrine göre azıcık farklı örse, işinden olur [...]

Kullanıcının binayla ilişkisi yoktur, çünkü binayı o yapmamıştır; oraya taşınmıştır [...]

Yaptığı işte cetveli ya da pergeli, bir saniye için bile olsa devreye sokan –hattâ böyle bir şeyi yalnızca aklından geçiren– bir modern mimar dışlanmalıdır [...]

Düz çizgi; yaratıcı değil, kendi kendini tekrarlayan bir çizgidir.

MONDRİAN (Ressam)

Mimarlık, resmin yeni plastikte soyut bir biçimde ortaya koyduğunu, somutta gerçekleştirecektir [...] Bütünüyle yeni bir mimarlık varolmadığı sürece, resim, mimarlığın henüz yapmadığını yapmak zorundadır.

ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR (Yazar)

Eski Boğaziçi yalıları, gûya hendesî [geometrik] bir hesap neticesi değil de, bir kalbin temayülleri, bir hevesin âlakaları, bir vücudun hastalıkları, bir ömrün tesadüfleri ve bir nasibin tecellileriyle hâsıl olmuş hissini veren; büyümüş, ihtiyarlamış, pörsümüş, solmuş, rengi uçmuş, kısmen göçmüş, kadit olmuş, su ile şişmiş, bir yanına yatmış veya ilk gençliğin enkazı üstüne yeniden boyanmış, taranmış, süslenmiş halleriyle; hikâye eden, şiir okuyan; genç, orta yaşlı veya ihtiyar; resmî veya lâubali; efendi, bey veya paşa; mahalle kadını veya hanımefendi; tanışık, akraba veya yabancı; hep canlı mahlûklar gibi görünürler, hep bir ruh, bir hüviyet ve bir hayat ifade ederlerdi.

Yalıların, tabiata aykırı büyümüş, devleri hatırlatan pek büyükleri, gözleri bir intizam hissiyle tatmin eden ortancaları ve oyuncaklarla çocukları hatırlatan küçücükleri vardı.

Bütün bu yalılar, eski Boğaziçi hâtıralarını sayıklarlar, içlerinden, çok ihtiyarlamış bazıları, sanki masal veya ninni söylerler; bazıları da, geçmiş bütün bir ömrün destanını anlatır gibi mahzun görünürlerdi [...]

Yalıların, denize girmiş, direkler üzerinde sulara konmuş olanları da vardı. Ne hulyâlarını, ne rüyalarını hâlâ bitirmemiş olanları vardı. Bazı yalılar, suların kenarında gerçek hulyâları avlamak için kurulmuş dalyanlara [...], bazı yalılar, yelkenleri rüzgârla dolmuş, hayal iklimlerine hareket edecek gemilere benzerlerdi. Neye benzerlerse benzesinler, bütün bu yalılar, eski Boğaziçi zamanlarının mahsulleri, hepsi de birer Boğaziçi mahlûku idiler [...]

Ayrı birer binası yoksa, bütün yalıların yarısı harem, yarısı selâmlıktır. Alt katın sofaları ve odaları mermerdir. İkinci kata yayvan ve geniş merdivenlerle çıkılır. Yukarı kattaki sofalar ve odalar ahşaptır. İklim çok güneşli olduğundan, pencerelerin üstünde, gözleri güneşten korumak için, âdeta bir kasketin önü gibi geniş saçaklar vardır. Bütün mimarî, yalının denizle devamlı irtibatı üzerine müstenittir [ilişkisi üzerine kuruludur]. Yalının önünde yol yoktur. Yalı, deniz sathına gömülmüş ve hattâ bazan toprak değil, su üstüne yapılmış ve denize bakan odalar su üstüne çıkmıştır.Önlerindeki suları sanki daha ziyade içlerinde duymak için, odaların altlarında kayıkhaneler vardır. Daha çok ve daha yakından su sesi dinlemek için, su sesine yalı içinde bir ilâve olsun diye, bu yalıların sofalarında ve hattâ bazan sulara ilâveten bazı odalarında, ayrıca birer havuz bulunur [...]

AHMET HAMDİ TANPINAR (Yazar, şair)

İstanbul’da, tâ fetih günlerinden beri başlayan bir mimarî, nesillerle beraber yaşıyor. Asıl Türk İstanbul’u bu mimaride aramalıdır [...]

Kendisini bir tek mimarî üslûbuna bu kadar teslim etmiş şehir pek azdır [...]

Bu güzelliklerde, peyzajın kendisinden sonra, yahut onunla beraber, en büyük pay, şüphesiz mimarinindir [...]

Pek az mimaride taş mekanik rolünü, şekiller sabit hüviyetlerini İstanbul camileri kadar unutur, pek az mimarî kendisini ışığın cilvelerine İstanbul mimarisinde olduğu kadar hazla, onun tarafından her an yeni baştan yaratılmak için teslim eder.

Bir katedralin heykel kalabalığını mimarî tesirle karıştıranlar, istedikleri kadar başka sanatları övsünler; benim hayranlığım, çıplak bir insan vücudu gibi yalnız kendisi olmakla kalan âbidelerin yapıcılarına, ruhlarındaki ilâhi nisbet sezişiyle, duayı zekânın bir tebessümü haline getiren, duygusuz maddeyi güneşin adına söylenmiş bir kaside yapan mimarlarımıza [...] o derviş feragatli [tokgözlü] ustalara gider [...]

[Sinan], yaratıcı, nizam verici hamleleriyle, İstanbul ufkunu, mermeri, kalkeri, porfiri, kubbeyi, kemeri, istslaktiti, asırlık şekilleri birbirine karıştırır; nisbetleri değiştirir, tenazurları [simetrileri] kırar, sanki dehasıyla, kendisinden öncekilerin tecrübelerini, buluşlarını bir sonsuzluğa taşımak istiyormuş gibi, büyütür, sayıları çoğaltır, her motiften ayrı ayrı şekiller ve terkipler çıkarır.

Her mimarî üslûbu belli başlı birkaç mesele etrafında toplanır. Sinan geldiği zaman, imparatorluk mimarlığının başlıca iki meselesi vardı. Bunlardan biri, yapıya şeklini, hüviyetini veren kubbe idi. Öteki de, yan cephelerin düz duvar biteviyeliği [tekdüzeliği] idi. Sinan, ikisiyle de oynar. Kubbeyi içerden mâbedin üstüne, mesnetleriyle alâkası görünmeyecek şekilde asar. Dışarıdan ise, yarım kubbe, küçük gerdanlık kubbeler ile, oyunlarla, onun bütün büyük nisbetlerine rağmen, âdeta tabiî bir teşekkül haline koyar.

Yan cephe meselesini ise, daha Şehzade Camii’nde halleder [...]

Yavaş yavaş, Singer dikiş makinesi, tablalı şamdan, sefertası, dişçi etajeri, çocuk oyuncağı kılıklı evler, Çin Pagodu’na veya Babil Kulesi’ne benzeyen, daha iyisi, hiçbir şeye benzemeyen apartmanlar, bir arsanın mantık dışı hendesesini [geometrisini] veya hendesesizliğini behemahal [mutlaka] ve sonuna kadar istismar için her türlü nisbet fikrinin dışına çıkmış, sekiz, dokuz dıllı [kenarlı], acayip dört duvarlılar, Beyoğlu’ndan Kadıköy ve Suadiye taraflarına, oradan da Boğaziçi’ne geçmeye başladı.

GASTON BACHELARD (Filozof)

Evimiz bizim dünya köşemizdir. Bizim –sık sık yinelendiği gibi– ilk evrenimizdir. Ev, gerçek bir kozmostur. Sözcüğü tüm anlamlarıyla kapsayan bir kozmos [...]

Ev, düşü barındırır, düş kuranı korur; ev, dinginlik içinde düş kurmamızı sağlar [...]

Ev, insan yaşamında kazanılmış şeylerin korunmasını sağlar, bunları sürekli kılar. Ev olmasaydı, insan dağılıp giderdi. Ev, insanı gökten inen fırtınalara karşı olduğu gibi, yaşamında yaşadığı fırtınalara karşı da ayakta tutar. Aynı zamanda hem beden, hem ruhtur. İnsan varlığının ilk evrenidir [...]

Ev sayesinde, anılarımızın büyük bölümü barındırılmış olur ve ev biraz karmaşıksa, mahzeni ve tavan arası, köşe bucağı ve koridorları varsa, anılarımızın da giderek daha netlikle belirlenen sığınma yerleri vardır.

JOHN RUSKİN (Sanat tarihçisi)

Mimarlık, insanlar tarafından yapılan binaları, işlevleri ne olursa olsun, görünüşleri [insanın] akıl sağlığına, gücüne ve zevkine katkıda bulunacak biçimde düzenleme ve süsleme sanatıdır [...]

Bizim İngiliz mimarların özgün olmak istediklerini ve yeni bir stil icat etmek için harekete geçmediklerini duymadığımız bir gün bile yok [...] Biz, mimarlıkta yeni stil istemiyoruz [...]

Ben, mimarlığın, sanatların başlangıcı olması ve ötekilerin [...] onu izlemeleri gerektiğine inanıyorum ve resim ve heykel akımlarımızın zenginliğinin [...] mimarlığımızın zenginliğine bağlı olduğunu düşünüyorum.

THOMAS JEFFERSON (Devlet adamı, ABD Başkanı)

Mimarlık benim zevkimdir ve yapmak ve yıkmak, en sevdiğim eğlencelerden biridir.

ARİSTOTELES (Filozof)

Eğer şehri tam dilediğimiz yerde kurmak elimizdeyse, hem deniz, hem de kara ulaşımı bakımından elverişli olmalıdır. Bu, üç üstünlük sağlar: Birincisi, yukarıda değinilen noktadır; her yönden harekât için eşit ölçüde iyi bir konumda bulunacaktır; ayrıca, şehre getirilen yiyecek maddelerinin kolaylıkla toplanabileceği bir yer olacaktır; üçüncüsü de, keresteye ve toprağın üreteceği öteki hammaddelere rahatça erişebilecektir [...]

Bir şehrin hem denize, hem içerilere kolayca erişebilecek ve koşulların elverdiği ölçüde de, ülkenin her yanından eşit ölçüde kolaylıkla gelinebilecek bir konumda olması gerektiğini daha önce söylemiştik. Şehrin kurulacağı yer bir yamaç olmalıdır. Bu, bulmayı umacağımız bir şeydir; fakat şu dört noktayı da göz önünde tutmalıyız: Birincisi ve en önemlisi, şehrin konumunun sağlığa elverişli olmasıdır. Doğuya bakan ve gündoğusundan rüzgâr alan bir yamaç sağlıklıdır [...] Sonra, şehrin yeri, bütün toplumsal (sivil) ve askeri etkinliklere

elverişli bulunmalıdır. Savunma amaçları için, bu konum, şehri savunanların bir çıkış hareketi yapabilecekleri, ama saldıranların zor yaklaşabilecekleri ve zor kuşatabilecekleri gibi olmalıdır [...]

Özel evlerin bulunacağı alanları saptamakta, Hippodamos’un çağdaş yöntemi, düzenlilik üstünlüğüne sahiptir; aynı zamanda daha çekici bir görüntüsü vardır ve bir tek sakıncasının dışında, her bakımdan daha yararlıdır. Savunma kolaylığı açısından, evlerin eski yöntemle, düzensiz olarak kurulması daha iyiydi, çünkü yabancı paralı askerlerin çıkıp gitmeleri ve saldırıcıların şehre girmeleri zor oluyordu. Onun için, her iki yöntemi de kullanmak gerekir ve bu pekâlâ mümkündür: Yapıları sıra sıra değil de, üzüm kütükleri dikerken yaptıkları gibi (dördü köşelere, bir ortaya) beşerlik kümeler halinde yerleştirin ve bütün şehri geometrik bir düzenle kurmayın da, yalnızca belirli bölümlerinde öyle yapın. Bu, hem güvenlik, hem de güzellik gereksinimlerini karşılayacaktır.

PLATON (Filozof)

Yeni ve henüz yerleşilmemiş bir kent söz konusu olduğuna göre, herhalde tüm mimari ile, özellikle de, tapınak ve surların nasıl olacağı sorunu ile ilgilenmek gerekir [...]

Tapınakları çarşı alanıyla tüm kentin çevresinde, güvenlik ve temizlik amacıyla yüksek alanlara çepeçevre kurmak gerekiyor; bunların yakınına da, yöneticilerin ve mahkeme üyelerinin bulunacakları yerler; biri kutsal işlerle ilgili olduğu için, ötekiler de, bu işe bakan tanrıların yapıları olduğu için, çok kutsal kabul edilen bu yerlerde kararlar alınıp verilecektir [...] Surlara gelince, Megillos, surların toprakta yatıp uyumalarına izin vermek ve ayağa dikmemek konusunda Isparta ile aynı görüşteyim; nedeni de şu: bu konuda ozanın çok güzel dile getirdiği gibi, “Surların taş yerine bronz ve demirden olması gerekir”. Üstelik, bizim durumumuzda, düşmanların ülke sınırlarından girmesini engellemek için, kimi hendek, kimi kanal kazmak üzere, kimi de birtakım yapılarla düşmanları uzak tutmak üzere, gençleri her yıl kırsal alanlara göndermemiz, sonra kentin çevresine surlar yapmamız, doğrusu çok gülünç olurdu. Her şeyden önce, surlar kentlerin sağlığı için hiç de yararlı değildir; surların içine sığınarak düşmanlara karşı savunmayı, kurtuluşu kentte gece gündüz nöbet tutmakta bulmayı engellediği için, halkın ruhunda genellikle bir gevşeklik yaratır; sur ve kapılarla önlem alıp uykuya dalarak, gerçekte kurtuluş yolunu bulacaklarını düşündürür [...] Ama sur insanlar için gerekliyse, özel kişilere ait evlerin temelleri başlangıçta öyle atılmalı ki, kentin tümü tek bir sur gibi olsun; bütün evler bir örnek, düzenli ve korumaya uygun olarak sokaklar sıralansın; kentin bir tek ev gibi görünmesi hiç de fena değil; koruma kolaylığı bakımından da kent ve halkın kurtuluşu için yararlı olacaktır.

HİTLER (Devlet adamı)

Bu arada, günler geçtikçe, mimarlığa karşı da ilgi duymaya başlamıştım. O zamanlar, mimarlığı resim sanatının doğal bir tamamlayıcısı sayıyordum [... ]

Mimari desenlere karşı doğuştan yetenekli olduğumu sanıyordum. Bu yüzden de, mimarlığa karşı ilgim giderek artıyordu.

Onaltı yaşlarında iken, Viyana’da Hofmuseum’da bir resim galerisine gitmiştim. Fakat resimleri değil, yapıyı seyrediyordum [...] Beni yapılar çok ilgilendiriyordu. Saatlerce operanın önünde duruyor, saatlerce Parlamento binasını dalgın dalgın seyrediyordum. Ringstrasse bana Binbir Gece Masalları gibi geliyordu.

Viyana’ya ikinci defa gitmiştim ve sabırsızlıkla, fakat kendimden emin bir biçimde sınavın sonucunu bekliyordum. Fakat Akademi sınavında başarılı olamamıştım. Bu haber beni yıldırım çarpar gibi çarptı. Reddedilmeme bir türlü inanmak istemiyordum. Rektörle görüşmeye karar verdim. Akademi’nin resim şubesine kabul edilmeyişim bana şöyle açıklandı: “Sınavda verdiğiniz desenler resim alanında yeteneksizliğinizi ortaya koymuştur”.

Fakat idare, Akademi’nin mimarlık bölümüne girmemin mümkün olduğunu söyledi. Verdiğim desenlerin mimarlık alanında ilginç bulunduğu anlaşılmıştı [...]

Bir iki gün içinde, kendimi mimar olarak görmeye başlamıştım. Gerçekte ise, bu da bir takım zorluklarla dolu idi. Çünkü Realschule’ye meydan okumak yüzünden önemsemediğim bazı şeyler, şimdi benden intikam alıyorlardı. Akademi’nin mimarlık bölümünden önce, inşaat teknik derslerini okumam gerekiyordu. Bu dersleri alabilmem için ise, bir yüksek okul öğrenimi yapmış olmam gerekliydi. Bütün bunlar bende yoktu. Demek ki mimar olma hayallerimin gerçekleşmesi de güçleşmişti. Bunalımdaydım.

Annemin ölümünden sonra üçüncü kez Viyana’ya gelmiştim. Biraz sakinleşmiştim. Yine azimli ve kararlı idim. Kırılan gururum yavaş yavaş düzeliyordu. Artık birçok yıllar Viyana’da kalacaktım. Hedefimi kesin olarak saptamıştım. Kesinlikle mimar olacaktım.

NAZIM HİKMET (Şair)

Ve ben, hapisane gecelerinde doldurulmuş bir hâtıra defterinde. “Destan”ımın koymasını unuttuğum noktayı arayıp dururken, Süleymaniye’yi gördüm.

Açılan öğle güneşinin altında, Sinan’ın Süleymaniye’si, bulutlara yaslanmış bir dağ gibiydi.

Evimin penceresiyle Süleymaniye’nin arası en aşağı bir saattir. Fakat ben onu elimi uzatsam dokunacakmışım gibi yakın görüyordum. Bu, belki, Süleymaniye’yi en küçük girinti ve çıkıntısına kadar ezbere, gözüm kapalı bile görebilmeye alıştığım içindir.

Rüzgâr, deniz, endamlı ince kemerleri üstünde nasıl durabildiğine şaşılan eski bir taş köprü, “Çarşamba’yı sel aldı” türküsü, bir yağlığın kenarındaki “oya”, bütün bunlar nasıl ve ne kadar bir cami değilse, bütün bunların cami olmakla ne kadar alâkaları yoksa, bence Süleymaniye de, öyle ve o kadar cami değildir; minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına diz ve alın sürülmesine rağmen, Süleymaniye’nin de camilikle o kadar alâkası yoktur.

Süleymaniye benim için, Türk HALK dehasının, şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesapla maddenin âhengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir. Sinan’ın evi, maddenin ve aydınlığın mâbedidir. Ben ne zaman Sinan’ın Süleymaniye’sini hatırlasam, Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancım artar. Kendimi ferâha çıkmış hissederim.

KAGANOVİÇ (Devlet adamı)

Biz ne kentin aslını oluşturan ilkeleri yadsıyanları ve Moskova’yı kocaman bir kasabaya dönüştürmek isteyenleri, ne de aşırı nüfus yoğunluğuyla, kapitalist modele uygun bir kent yaratmak isteyen aşırı şehircileri kabulleniyoruz [...] Biz, en az altı ya da yedi kat yükseklikte apartman blokları inşa etmeliyiz ve kimi kamu binaları on beş, hattâ yirmi kat çıkmalıdır.

YAKUP KADRİ (Yazar)

Yeni Ankara baş döndürücü bir süratle inkişaf ediyordu: Taşhan’ın önünden Samanpazarı’na, Samanpazarı’ndan Cebeci’ye, Cebeci’den Yenişehir’e, Yenişehir’den Kavaklıdere’ye doğru uzanan sahalar üzerinde, apartımanlar, evler, resmi binalar, sanki yerden fışkırırcasına yükseliyordu. Bunların her biri, yapanın bilgisine ve yaptıranın zevkine göre birtakım şekiller ve renkler almakla beraber, dikkatli bir göz için hemen hepsine birden hâkim olan “exotique” mimari tarzının sırıttığı da aşikârdı. Meselâ, Yenişehir’den Kavaklıdere’ye doğru sıralanan villâlar arsında, kulesiz, saçaksız binalara rasgelmemek mümkün değildir. Birbirinden örnek alan ve bazıları hep bir mimarın elinden çıkmış bulunan bu kuleli ve geniş saçaklı evler, etraflarını çeviren hendeklerin ortasında birer derebeyi şatosunu andırıyordu.

Şehir içindeki apartmanların, resmî binaların ise, kadim Hint Racaları’nın saraylarından hiç farkı yoktu. Bazıları da ogival pencereleri, yeşil renkli yaldız murabbalı saçaklariyle, Osmanlı devrinin medrese ve imarethane mimarisinin soysuzlaşmış bir devamı gibi idi.

Lâkin, bereket versin ki, ilk yılların acemiliği ve zevksizliği yüzünden meydana gelen bu cereyan, birdenbire yerini modern mimariye bıraktı. Villâların kuleleri yıkılmağa, ogival pencereler müstatil olmağa ve yeşilli yaldızlı saçaklar ortadan kalkmağa başladı. Birçok binanın cepheleri, sakalını bıyığını traş eden bu adamların yüzleri gibi değişiyor, düzelip sadeleşiyordu. Fakat, bu modern zevki evlerin içine doğru sokulurken, acayip bir soysuzluğa uğruyor, âdeta rokokolaşıyordu. Bir Macar sıvacı, duvarları ıstampa nakışlarla boyama modasını getirdi. Öbür taraftan, Beyoğlu mobilyacıları, bu duvarların estetiğinden daha feci eşya tarzlarıyle, evlerin içini âdeta bir kâbus havasına buladılar.

FALİH RIFKI ATAY (Yazar)

İki şey suç olmalıdır: Plânsız herhangi bir şey, bir ev, bir sokak, bir bahçe veya mahalle kurmak ve yapılmış plâna idareler ve belediyeler tarafından karışılmak! Keyif, vatanın bayındırma dâvasında ke’sinden fe’sine kadar ve kökten kaldırılmalıdır. Şehirciler, mimarlar ve mühendisler, uzmanlıkları şehircilik, mimarlık ve mühendislik olmıyanların emirlerine veya dileklerine âlet olmaktan kurtarılmalıdır [...] Uzman olmadıkları için [...] elektrik tesislerini çözüp bağlamağa cesaret edemiyenler, bir yapı plânı, bir park plânı, bir meydan plânı ve bir mahalle plânı üzerinde, çocuklar gibi oynamışlar veya oynamaktadırlar. Bütün memleketi temelden çatıya kuracak olan bizlerde bu illet, tehlikeli bulaşık hastalıklara karşı olduğu kadar savaşılarak giderilmek lâzımdır [...]

Bizim gericiye göre, dünya durmuş, şeriat da dönmekten kalan dünyanın bir gününde donmuştur. Kımıldanamaz. Hiçbir şey değişmez [...] Mimariyi bile, Sinan der, bir devirde durdurur, dondurur. Her türlü değişmeyi, yenileşmeyi önlemek ister. Şişli Camii yapılırken, mimarına sormuştum: “...Bizim güzel camilerimizin bir çirkinliği, dış kemerleri karşı duvara bağlayan gergi demirleridir. Tekniğin bunca ileri çağında o çirkin demirleri neden yapıştırdınız?” “Klâsiktir!” demesin mi? Kopyeciliğe bakın siz. Sanatın ölümü demektir kopyecilik! Üstelik, Şişli Camii betonarme olduğu için, gergi demirleri püsküllü uydurmaydı.

LUNAÇARSKİ (Devlet adamı)

[Sosyal bir kentte], merkezde, ana meydanda [...] bir bütün olarak, kentin yaşayan kalbini içeren tüm binalar yer alacaktır. Orada, kentin mimari ağırlık merkezini, mimari biçimlerin çeşitliliğini bulacağız. Geniş caddeler, aralarına bahçeler serpiştirilmiş bulvarlar, meydanler ve süs köprüleri, göller ve çeşmeler, bu odak noktasından dağılacak.

HEGEL (Filozof)

Mimarlık, güzelliğini yararlılıktan almaz. Bir bina, anlamını, dış bir gereksinimden kazanmaz, kendi içinde taşır.

PROUDHON (Siyaset kuramcısı, anarşist)

Resim ve heykel sergilerini gölgede bırakacak kadar parlak olan endüstri sergilerine gidin: Bu sanayicilerin [...] idealindeki hedef, ürünün üstün kalitesi, üretim giderlerinin en aza indirgenmesi değilse nedir? [Paris’teki] Merkez Hal binaları, öğrenciler ve hocalar, yani akademisyen takımı arasında bir skandal olarak görüldü. Gerçekten de, orada sütunlar, plasterler, kornişler, çatı katları, sütun başlıkları [...] heykeller, süslemeler yok; temelde taşlar ve zeminden çatıya kadar demir var [...]

Merkezi Haller’in mühendisi [mimarı] olayı anlamış, yalın olanı aramış, yüce olanı bulmuş. Akademisyenler, taşları az çok simetrik bir biçimde yığmayı, havasız, ışıksız [hacimler yaratmayı] yeğliyedursunlar, halk şimdi artık, kamu yararına bir anıtın nasıl olması gerektiğini biliyor [...]

[...] Eğer sanat ve belediyeciler, bize ucuz konut sağlamayı bilmiyorlarsa, mimarlık ve belediyecilik bana vız gelir.

FOURİER (Toplum kuramcısı, ütopyacı)

Güzel, çirkinden daha pahalı değildir. Mimarlar, yararlıyı yapmaları gerektiğini söylüyorlar. Yanlış [...] Çünkü, yalnızca yararlıyla ilgilenirseniz, ne yararlıyı ne de güzeli elde edebilirsiniz. Doğanın yaptığı gibi, yararlı ile güzeli birleştirmelisiniz [...]

Görkemli bir salona sahip olmak isteyen bir insan, bu hacmin güzelliğinin, sokakların süslenmesinden bağımsız olmadığını hisseder. Eğer o güzel salona gelebilmek için, gübre dolu bir avludan, moloz dolu bir merdivenden [...] geçmek gerekiyorsa, insanlar o salon hakkında neler düşünürler? [...]

İSMAYIL HAKKI BALTACIOĞLU (Eğitimci)

Aman bu Çankırı ne gizemli yermiş. Gerçi bütün binalar ahşap. Fakat bu tahta yapıların öyle bir mimarisi var ki, insanı kendi içine çekiyor ve aklını usuvurumunu susturuyor, bir giz âlemine sürüklenip götürüyor. Cumbalar, kapılar, saçaklar, tahta minareler, dar sokaklar, gölge ışık oyunları, binbir perspektif. Görüyorum, bu âlemde geometrik bir nizam yok. Kuşkusuz, bu adamlar şeklin yararını düpedüzde aramamışlar. Fakat ayrı bir nizamı, samimiyet ve uyum nizamını çok iyi tanıyorlar.

Sivas’taki Selçuk medreseleri, Selçuk anıtları ezici bir sertlik ve ağırbaşlılık taşımaktadır. Kente tarihi kimliğini veren bu eserlerdir [...]

Sivas’tan hayli uzaklaşmıştık. Arkama dönüp bir baktım. Selçuk anıtlarının ulu çehresini tekrar gördüm ve o zaman inandım ki, bir şehre çehresini kazandıran şehirciler değil, mimarlardır.

PRENS CHARLES (Devlet adamı, İngiltere Veliahtı)

Halk artık, eski binalara, sokak plânlarına, geleneksel ölçeklere saygı göstermenin [...] aynı zamanda da, cepheleri, süsleri önemsemenin [...] mümkün ve önemli olduğunu anlamaya başladı. Georgian ve Victorian stillerindeki evlerin büyük ölçüde tahrip edilmesine tanık olduktan sonra, halk, en sonunda, eski binaların onarılmasının mümkün olduğunu ve dahası, bu tür projeleri üstlenmeye hazır mimarların bulunduğunu farketti [...]

Bana öyle gelir ki, bu ülkede, kimi plancılar ve mimarlar,sıradan insanların duygularını ve arzularını [...] dikkate almadılar [...] Bunun sonucunda, çoğumuz, mimarların, binaları, onları kullanacak olanları değil de, meslektaşlarının beğenmeleri için tasarladıkları izlenimini edindik [...]

Başkentimize neler yapıyoruz? Ona, savaştaki bombalamadan sonra neler yaptık? Onun en ünlü yerlerinden birine, Trafalgar Meydanı’na neler yapıyoruz? National Gallery’nin zarif cephesinin uzantısını oluşturacak ve onun kolonlarının ve kubbelerinin meydana getirdiği kavramı tamamlayacak biçimde bir tasarım yapmak yerine, öyle görünür ki, alarm düdüklerini içeren kuleleriyle, geniş bir belediye itfaiyesi binası yaptık. Eğer Trafalgar Meydanı’nın bütününü yıkıp, bölgeyi tek bir mimarın sorumluluğunda yeniden, bütünüyle tasarlasaydınız, bu High-Tech yaklaşımı daha iyi anlardım; oysa, önerilen şey, çok sevdiğiniz, zarif bir arkadaşınız yüzündeki bir çıbana benziyor [...]

Tasarımda duyguları yansıtan eğrileri, kemerleri neden kullanmıyoruz? Onların suçu ne? Neden her şey dikey, düz, eğrilip bükülemez, yalnızca dik açılı olsun? [...]

Sorun hiçbir yerde, St. Paul Katedrali’nin çevresindeki özel bölgede olduğu kadar ciddî değil.

Baylar bayanlar, St. Paul’e ne yaptık? [...] [Mimarlar], yalnızca Londra’nın siluetini genelde bozmakla kalmadılar. Onlar, aynı zamanda, koca kubbeyi, birbirleriyle sürtüşen, itişip kakışan büro binaları arasında kaybetmek için ellerinden geleni yaptılar.

SALÂH BİRSEL (Yazar)

Antep’te yapı sanatı, üstüva memleketlerinin sıcaklığına göre ayarlanmış. Bir taşlık, çevresinde de, taşlığa açılan odalar. Gel gör ki, Antep’te iş başında olan, bir yayla iklimidir. Kış geldi, yağmurlar başladı mı, bir odadan öteki odaya geçmek için, insanın uzak bir yolculuğa çıkar gibi hazırlanması gerekiyor.

Anteplilere yeni mimarlık bilgileri de yaramamıştır.

Düz bir dam elde etmek amacıyla, dört duvar evlerinin üstünü betonla örten ev sahipleri, odalarını yazın sıcaktan, kışın da soğuktan, oturulamaz hale sokuyorlar.

VİCTOR HUGO (Yazar)

Mimarlık, bütün yazılar gibi başladı. Önce abece [alfabe] oldu. Bir taş dikiliyordu ve bu bir harfti ve her harf bir hiyeroglifti ve başlığın kolonunun üzerinde bulunması gibi, her hiyeroglifin üzerinde bir düşünceler topluluğu bulunuyordu [...] Daha sonra sözcükler yapıldı. Taş taş üstüne konuldu, bu granit heceler birleştirildi, fiili birtakım birleşimler denendi. Keltler’in dolmeni [...], Etrüskler’in tümülüsü [...] birer sözcüktür. Kimi zaman, çok sayıda taşa ve geniş bir alana sahip olunduğunda, bir cümle yazılıyordu. Koskocaman Karnak, artık tam bir formüldü [...]

[Ortaçağ’da], taşa yazılmış düşünce için bizim bugün basınla ilişkili olarak sahip bulunduğumuz özgürlüğe benzer bir ayrıcalık vardı. Bu, mimarlığın özgürlüğüydü [...]

O zamanlar, düşünce ancak böyle özgür olabiliyordu; bu nedenle de, bütünüyle, bina olarak adlandırılan o kitaplara yazılıyordu. Eğer böyle olmasaydı, eğer düşünce dikkatli davranmayıp, el yazması biçiminde kendini tehlikeye atsaydı, cellât tarafından meydanlarda yakıldığını görecekti. Kilisenin kapısı biçimindeki düşünce, kitap biçimindeki düşüncenin işkence çekişine tanık olacaktı. Elinde yalnızca bu yol bulunduğundan, duvarcılık aydınlığa çıkmak için, her yönden öne atılıyordu. Avrupa’yı kaplayan ve inanılmayacak kadar büyük bir sayıya ulaşan katedrallerin yapılmasının nedeni buydu. Toplumun bütün maddi güçleri, bütün düşünsel güçleri, tek bir noktaya yöneliyordu: Bütün sanatlar mimarlığa boyun eğiyorlardı ve onun altında düzene giriyorlardı. Bunlar, büyük yapıtın [mimari yapıtın] işçileriydi. Mimar, şair, usta, cephesini işleyen heykeli, vitraylarını aydınlatan resmi, çanlarını sallayan ve orglarına üfleyen müziği, kendi kişiliğinde bütünleştiriyordu. Büyük binalar, tıpkı büyük dağlar gibidir [...]

Yazar [Victor Hugo] birçok fırsatta, eski mimarimizi savunmuştur; kutsal şeylere saygı duymayanları, yıkımları, inançsızlıkları, yüksek sesle açıklamıştır. Yorulmayacaktır. Bu konuyu sık sık yinelemeye kararlıdır, yineleyecektir.

II. HASAN (Devlet adamı, Fas Kralı)

Mimarlık [...] mesleğini seçerek, zoru seçmiş oldunuz, çünkü ortaya koyduğunuz yapıtın, hem bilimsel açıdan mükemmel olması, hem de müşterinin gereksinimlerini sağlaması gerekir. Ayrıca, çevresiyle de tam bir uyum içinde olmalıdır.

Sonra, kişisel bir yapıt sözkonusu olsa bile, [...] içinizden birinin, belli bir yerde yapacağı yapı, komşunun evinin aynısı olmak zorunda değildir; ancak, kargaşayı önlemek için, binalarınız, aynı zamanda hem benzerlikler, hem de farklar içermek durumundadır. Bu nokta, bir yapının inşasıyla görevlendirildiğiniz zaman, mesleğinizin asla ayrılmamanız gereken özelliklerinden biridir [...]

Şimdiye kadar, sorumluluğunuzun, tavanın taşınmasıyla, inşaatın uygun olmasıyla sınırlı olduğunu düşündünüz. Hayır. Bizim inancımıza göre, sizin sorumluluğunuz, hekiminkini tamamlamaktadır. Hekim, çocuğu evinde tedavi eder; size gelince, siz, her günün hekimisiniz, çünkü çocuk, çocukluğunu, eviyle okulu arasında, yeşillik içinde yaşamalıdır ve her sabah uyandığında, evinde hoşlanmalı, eviyle gurur duymalıdır [...]

Sizlerin, kendinizi, sandığınızdan, daha iyi tanımanızı istiyoruz. Sizin mesleğiniz, sandığınızdan çok daha soylu bir meslek. O, hesapların ötesinde bir şeylere gereksinme duyar. Duyarlılık, felsefe, sosyoloji bilgisi ister, hizmet verdiğiniz insanın, yani onun özlemlerinin, zevklerinin, isteklerinin bilinmesini gerektirir. Gerçekte, rolünüz, sandığınızdan büyüktür. Bir proje üzerinde çalışırken, bütün ayrıntıları dikkate almak zorundasınız. Plan yaparken, yalnızca bir duvar ya da bir tavan çizmiş olmuyorsunuz, aslında bir yaşam felsefesi [...] çiziyorsunuz.

HALİKARNAS BALIKÇISI (Yazar)

Bizans’ın en büyük yapıtı Ayasofya’dır. Öteki Bizans yapıtları onun yanında cüce kalır. Ayasofya, koca bir kubbeyle kapaklanmış dev bir mağaradır.Göklerden gelircesine karanlıkları yol yol bölen ışıklar ve duvarlarla kubbe boşluklarında altınlar, iğne delikleri gibi yanar söner. Bu pek derin ve engin gölgeler uçurumu, ruhun –ya da ruh– el Kudüs’ün

–görünmez varlığıyla esrarlıdır [...] Bütün bunların nedeni, İsa’nın haça gerilmesi ve bu olayın acısının belirtilmesi zorunluğudur. Onun için, yaşama sevincinin aydınlığı, ışığın hafifliği ve ferahlığı ölüm matemiyle örtülür. Efesos’ta, dünyanın yedi harikasından biri

–belki başta geleni– olan Artemis Tapınağı’ndan sütunlar sökülüp Ayasofya’ya dikildi. Batılı yazarların hiç biri –ilaç için olsun– “Yazık oldu” demedi. Ayasofya için o tapınağa kıymaya değer miydi? Tapınak Dorik olan Parthenon’dan dört kez büyük olduğu halde, onu sanki serçe parmağına takınca, havada tüy gibi çevirebilirdi insan. İyon sanat gücü dağlarca taş yığınına da onca bir hafiflik verebilirdi. Sütunlardan İyon başlıkları kırılarak, yerlerine Bizans başlıkları takıldı. Çok uyar sanki! Tepelerine külâh diye o başlıklar geçirilince, sütunlar hayretten faltaşı gibi gözler açmışlardır. Türk Mimarlığı kubbeleriyle Bizans’tan esinlendi. Ayasofya kimi bakımlardan Sultanahmet Camisi’ne üstündür. Ama Sultanahmet, dışarıdan bakılınca, Ayasofya gibi, tepesine yumruk yemiş bir İngiliz puddingden başka olarak, tepesinden aşağıya bir kubbeler çağlayanı akıtır ; içini de iç açıcı bir ışık bolluğu aydınlatır. Sanki içi aydınlık yaratır [...]

Gelelim mimarlığın Anadolu’da gelişmesine ki, bu bir bitkinin çiçek açmasına benzer.

GOETHE (Şair, yazar)

Mimari, eski zamanlara ait bir ruh gibi karşımda canlanıyor ve bana hikmetini, ölü bir dilin kaidelerini beller gibi öğrenmemi emrediyor [...]

Birkaç saat evvel buraya [Vicenza’ya] geldim. Şimdi şehri dolaşmış, Olimp Tiyatrosu’nu ve Palladio’nun yapılarını görmüş bulunuyorum [...] İnsan bu yapıları ancak yakından gördüğü zaman kıymetlerini anlıyor. O zaman hakîkî büyüklükleri ve varlıklarıyla göz dolduruyorlar [...] Palladio hakkında şöyle düşünüyorum: hakikaten derin ve büyüklüğü içten gelen bir insanmış.

Bu sabah şehirden yarım saat mesafede, güzel bir tepenin üzerinde, Rotonda [Villa Rotonda] diye anılan muhteşem binayı ziyaret ettim. Dört köşe bir bina, ortasında yukarıdan ışık alan yuvarlak bir salonu var; dört yandan da içerisine girmek kabil. Her cephesinde, önünde geniş merdivenler ve altı korint sütunu bulunan birer methal [giriş] var. Mimari, lüksü belki burada olduğundan daha ziyade hiçbir yerde ileri götürmemiş. Merdivenler ve methallerin kapladığı saha, asıl evin kapladığı sahadan daha geniş. Her cephesi ayrı ayrı, sanki bir mâbetmiş gibi, insanı tatmin edecek kadar azametli. İçerisinde barınılabilir, fakat rahatça oturmaya elverişli değil. Salonun ve odaların nisbetleri [oranları] çok güzel, fakat bunlar kibar bir ailenin sayfiye ihtiyacını tatmine kâfi gelmez. Buna mukabil [karşı], bina her yandan aynı ihtişamla kendini gösteriyor. Etrafını dolaştığınız zaman, esas kitle ile methalleri göz önüne serdiği manzara çok zengin [...]

Onun [Strasbourg Katedrali’nin] yüceliğini ve büyüklüğünü, her mesafeden, günün her ışığında, her yönden kimbilir kaç kez seyrettim [...] Sabahın ışıklı sisleri arasında, karşımda nasıl taptaze parlıyordu; ona nasıl bir neşeyle ellerimi uzatabilirdim, sayısız parçayla canlanan uyumlu kitlelerine bakabilirdim [...] Sağlam temelli, kocaman yapı nasıl da hafifçe yükseliyordu havaya.

NİHAD SAMİ BANARLI (Gazeteci, yazar)

[...] İstanbul’un halk zevkiyle işlenmiş milli şehir dekorlarını olduğu gibi saklama, medeni bir vazifedir. Bu şehri, âdi, Amerikan taklidi, çok katlı binalarla, böyle menfaat âbideleriyle, benliğinden uzaklaştırmak da, medeni bir cinayettir [...]

Bir şehrin mimarisi, şunun bunun keyfine göre vücut bulamaz. Bu, derin bir vukuf meselesidir. Milli mizâcın, şehir manzarasına nasıl işlendiğini yakından bilme meselesidir [...]

Apartmanlardan bahsediyorum. Yan yana, üst üste, duvar duvara, kapı kapıya vererek, içindekilerin yalnız vücutlarını değil, ruhlarını da en dar, en sıkıcı, en rahatsız edici bir beton kalıplılığı ve bir cemiyet yığınlanması içinde hapseden, yeni, medeni binalardan...

Ve hiçbir müracaat yeri düşünmeden sormak istiyorum: Acaba bina mimarisinde, şehircilik anlayışında, kendi ruhumuza uymaya, kendi zevkimize dönmeye imkân bulamaz mıyız? İnsan ruhlarındaki hürriyet insiyakını, insan topluluklarındaki hürriyet terbiyesini geliştirmek şöyle dursun, yok etmek, mahvetmek karakterindeki bu ufuksuz, bu meydansız, bu saçaksız, bu her yanından bağımlı binalardan, bu kasvetli mahallelerden kurtulamaz mıyız? [...]

Arılar, peteklerini dört köşeli kutucuklar hâlinde yapsalardı, her petek, Hilton mimarisini andırır bir “binacık” olabilirdi.

Petek, zarif ve hayret verici olan bu mimari, iri, beton binada monoton ve yorucudur. Göz, bir binanın bâzı noktalarında eğlenemiyor, bâzı gölgelerde dinlenemiyor; gönül, onun bâzı çizgileriyle ürpermiyor ve ruh, binanın bütünü karşısında coşup yükselemiyorsa, eser fazla bir şey ifade etmiyor demektir. Bu tek şekilli katların dış âleminde insanı yoran bir görünüş, bakışı durduran bir parıltı var: Şık, fakat sıcak değil...

Bizim dilcilerin uydurdukları bunca kelime, bunca yıldır, bir mânâdan fazla mânâya gelmez, hattâ hiç mânâya gelmezken, “Hilton” bir yılda ne çok mânâ kazandı? Bunlar arasında “duvar bina”lık ve “bina azmanlığı” da vardır [...]

Biz aydınlar (!) ve Amerikanistler, ne kadar “yakıştı” dersek diyelim, zevki ezelden ayarlı Türk halkı hükmünü vermiş bulunuyor: Hilton binası, kendi mimarisinde belki güzeldir, fakat muhitine, semâsına, Türk’ün ve Türk İstanbul’un zevkine ve tabii mimarisine uygun düşmemiştir.

FRANCİS BACON (Filozof)

Evler, içinde yaşamak için yapılır, seyredilmek için değil; bu bakımdan, kullanışlılığa güzellikten daha çok önem verilmeli; ikisi birleştirilirse, o başka. Yalnız güzellik uğruna kurulan büyülü saraylar, bunları sudan ucuza kuran ozan takımına bırakın. Güzel bir evi kötü bir yere kuran kimse, kendini hapse sokmuş olur. Kötü yer derken, yalnız havası kötü yer değil düşündüğüm; yolların bozuk, alışveriş çevresinin [...] komşularının kötü oluşudur. Daha çok şey sayabilirim: Susuzluk, ağaçsızlık, gölgesizlik [...] denize çok yakınlık ya da uzaklık, ulaşıma elverişli ırmakların olmayışı ya da su baskını tehlikesi [...]

[...] Birbirinden ayrı iki bölümü yoksa, bir saray eksiksiz sayılamaz bence. Bu bölümlerden biri, “Tevrat”taki Ester kitabında anlatılan türden şenliklerle şölenler için. Öbürü ise, oturmak için olmalı. Bana kalırsa, bunlar yalnız yapının kanatları değil de, sarayın ön yüzünün parçaları olmalı; dışardan bakılınca tek bir bütün, içerden bakılınca da ayrı bölümler olarak görünmeli, ortada da, bu iki bölümü birbirine bağlayan, yüksek, gösterişli bir kule bulunmalı [...]

Hemen arkada, üç yanı daha alçak yapılarla çevrili, genişçe bir avlu olmalı. Avlunun dört köşesinde, dışarıdan yapıyla aynı yükseklikte kalmayan, küçük burçlar gibi görünen güzel merdivenler yapılmalı. Avlu taş döşenmemeli, yoksa yazın çok sıcak, kışın da çok soğuk olur. Hizmetçilerin oturacağı bölmeler ise, biraz uzakta bulunmalı; bunlar üstü kapalı alt geçitlerle saraya bağlanmalı.

HAMDULLAH SUPHİ TANRIÖVER (Siyaset adamı, yazar)

Süleymaniye’yi ziyaret etmeye karar verdim. O gün, büyük mâbet kimsesizdi, tenhaydı. Hattâ, temizlik yapmak için, içindeki halıları, hasırları bile çıkarmışlardı. Dışarının güneşle kamaşmış ilkbahar havasına rağmen, içerde koyu bir gölge ve derhal hissedilen bir serinlik vardı:

Bu mâbet, devletimizin en büyük günlerinde kurulmuştu. Topraklarında Tuna akan, Dicle ve Fırat akan, yüz beş, yüz on milyonluk bir halk, servet ve sanatta misli olmayan bir ihtişam, o devrin kuvvet ve azameti idi [...]

Süleymaniye, böyle bir devrin gururunu ifade etmek üzere yükselmişti.

Süleymaniye, aşkla dolu bir göğüsten çıkan bir ah gibi, İstanbul’un tepelerinin üstünde, dalga dalga kabarıp, o heybeti almıştı[...] Süleymaniye yükseldiği zaman, Abbasiler’in Bağdat’ı, sadece bir vilâyetti. Emeviler’in Şam’ı, Firavunlar’ın Mısır’ı, birer valinin sevk ve idare ettiği vilâyetler, eyaletlerdi [...] Bu yeni Roma [Osmanlı İmparatorluğu], Avrupa, Asya ve Afrika üzerinde [...] yayılmış, velvelesi dünyayı tutmuş, muazzam bir kudretti. Bunları düşüne düşüne, kendi başıma, yere yavaş yavaş basarak, direkleri, kubbeleri, sessiz derinlikleri seyrediyordum. Gözlerim nakışlara takılıp kalıyor, kubbenin girift yazısına bakarak dalıyordum. Bu, geçmiş zamanların ne güzel bir yadigârıydı.

ENİS BATUR (Yazar)

Doğrusunu söylemekten niye kaçınayım, Guggenheim binasının kendisi, içeriğinden çok daha fazla ilgilendiriyordu beni. Çizimlerinden, iç ve dış fotoğraflarından, film karelerinden enikonu tanıdığım bir yapı [...]

[Central] Park’tan Beşinci Cadde’ye çıkar çıkmaz karşımızda belirdi Müze –ilk izlenimim bir düş kırıklığı oldu. İki ucuna doğru hızla yürüdüm önce, hem 88’den, hem de 89’dan tarttım görünüşünü, kafamda kurduğumu bulamadım. Bereket, içeri girince tersi bir durum doğdu: Beklediğimden fazlası vardı bu kez karşımda.

Caddenin dokusunu kırmış olması nedeniyle hayli eleştiri toplamış Wright, yanılmıyorsam. Belli ki istemiş o kırılmayı. Gene de, yapı metropolitan gibi Park’ın içinde olsaymış daha iyi olurmuş –bu da fakirin görüşü, ne yapalım. Öte yandan, bende düşkırıklığı yaratan özelliği, caddenin öbür yakasına dikilmiş olmasından kaynaklanmıyor: Projeyi bilmiyorum, yolda ne kadar değişiklik yapmak zorunda kaldığını da –ama, hemen arkasındaki dikdörtgen gövdeye eklemleniş biçimi karşıdan bakıldığında, bir binadan çok, üst üste gelişen iri balkonları çağrıştırdı bende. Hiçbir binaya, sokağa temas etmemeliymiş Guggenheim: Hüdainabit, gökyüzüyle bağlantılı bir konum aranmalıymış ona –diyorum ya, bunlar benim kaygılarım hepsi hepsi.

İçeride, ama, oyunu kazanıyor ihtiyar: Beş buçuk katlık bir salyangozun ortasında, büyük böceğin yuttuğu hap kadar av gibi kalıyor, kalakalıyor hemen insan. Tepede aydınlık bir kubbe, yana döne tırmanan iç korkuluklar [...] Sarmal düzeninde tırmanılan katlar baş döndürsün istemiş ya, gerçekten de baş döndürüyor, bir tür merkezkaç kuvvetin terkisine bindirilmiş, belli belirsiz dönen bir atlıkarıncanın üzerinde üst katlara doğru çekiliyorsunuz. Sağlam, güçlü bir yay düzenini andırıyor girişten beşinci kata yükselen bütünlük, açık bir girdap yaratıyor –metafor değil bu, gövdemin ekseninden oynadığını farkettim hem çıkarken, hem de inerken.

VİCTOR CONSİDERANT (Askeri mühendis, ütopyacı)

Binalar iki sıradır. Cephenin fazla uzamaması, yan kanatların merkezden fazla uzaklaşmaması ve eylemleri bir yerde yoğunlaştırarak, ilişkilerin etkinliğinin sağlanması için, Falanster, kendi kendisi üzerine katlanmıştır [...]

Bütün binalar, apartmanlar ve atölyeler, birbirleriyle, onları kucaklayan, çevrelerinde dolaşan ve onları bütünüyle kuşatan Galeri–sokaklarla bağlanmışlardır [...]

Bu galerilerin camlı, havalandırılmış ve yazın serinletilmiş, kışın ısıtılmış [...] olduklarını söylemek gereksizdir [...]

Galeri–sokak, hiç kuşkusuz, toplumcu mimarlığın en karakteristik öğelerinden biridir [...] Bir Falanster’in galeri – sokağı, Louvre’un galerisi kadar görkemlidir.

MUSSOLİNİ (Devlet adamı)

Mimari, güzel sanatların birincisidir. Kanaatime göre, bundan sonra musikiyi ve sonra şiiri düşünürüm. Mimariyi, çok defalar mühendislik ile karıştırıyorlar, lâkin bu da doğru değildir. Mimarın yaptığı her bina mutlaka bir fonksiyona tekabül etmektedir. Bir istasyon binası her şeyden önce bir istasyon binasıdır; bir kilise de bir kilisedir, bir kışlanın bir mektep olmadığı gibi. Mimarın yaptığı her bina bu sosyal vazifeye tekabül etmektedir; modern bir görüşle, estetik, ancak bu sosyal vazifenin bir ifadesi olabilir; yoksa bir hiç için değildir [...] Ekonomik ve sosyal modern bir rejime, bu yeni rejimin içinde yaşadığı şehirleri bir mimarın kabiliyetiyle ve güzel olarak inşa edilmesiyle bir karakter verilebilir.

SABAHATTİN EYUBOĞLU (Yazar)

Yeni adamın konutu beyaz bir kâğıt kadar çıplak, bir geometri kadar soyuttur. Ne damında duyguların yuvalanmasına elverişli bir üslup, ne de yalçın duvarlarında anıların tutunacağı bir kıvrım ya da bir leke. Eski ev, içinde yaşayanların bütün zevklerine bir köşe, bütün görüşlerine bir renk ve bir biçim verebiliyordu. Eski ev, bir çamaşır dolabı gibi, sahibinin ruhuna benziyordu. Kapısında, bacasında, saçaklarında, merdiveninde, bu nesnelerin gördükleri işle ilgisi olmayan, pitoresk, yani asalak güzellikler vardı. Bacası tüten evin penceresinde [...] ihtiyar bir annenin, temizliğini ya da ölü bir ruhun kasvetini görürdünüz [...]

Yeni konutun kişiliği yoktur [...] Apartman sahibinin bayat zevki, yeni mimarinin çıplak sütunlarında, kendine hiçbir tünek bulamaz olmuştur [...]

Yeni konutta sahibinin ruhu ve sahiplik iddiası sezilmez. Kişiliği olmayan bir eve, hiç kimsenin “benim” demeye dili varmaz. Apartman katları, iki Ford otomobil kadar birbirine benzemektedir. Birinci katın kiracısı bir akşam şaşırarak ikinci kata girse, yatağına uzanıncaya kadar, yanlışlığın farkına varmayabilir [...]

Eskiden her konutu çabucak benimseyen insanlara serseri derlerdi. Eğer öyle ise, yeryüzü bugünkü kadar serseri görmemiştir! Yeni adam bir vapur kamarasında, bir yataklı vagonda, bir otel odasında, kendi evinde hissetmektedir.

Bu icerik 13387 defa görüntülenmiştir.