383
MAYIS-HAZİRAN 2015
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
ANMA PROGRAMI: EGLI

Cumhuriyetin Mimarı Ernst Arnold Egli*

Leyla Alpagut, Doç. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Mimarlık Bölümü

Cumhuriyetin ilk yıllarında, yabancı mimarlara yüksek yetkiler verilerek yaptıkları projelerin desteklenmesi, yeni kurulan bir ülkenin yeni bir mimari üslup geliştirme çabası olarak nitelendirilebilir. Bu mimarlar arasındaki önemli isimlerden biri olan Ernst Egli ise hem tasarımcı hem eğitimci hem de yönetici kimlikleriyle Türkiye’de modern mimarlığın kabul görmesine katkıda bulunmuştur. Yazar, Egli’nin Türkiye’deki mimarlık yaşamına ilişkin kısa bir panorama sunuyor. “Ernst Egli: Türkiye’ye Katkılar” başlıklı Mimarlar Odası Anma Programı kapsamında açtığımız bu bölüme, Egli konusunda özgün araştırmalar içeren yeni katkılar için açık çağrıda bulunuyoruz.

Egli’nin 1927’de başlayan ve 13 yıl süren ilk Türkiye dönemi, Cumhuriyetin kuruluşunun hemen ardından başlayan çağdaş toplum ve çağdaş kent yaratma ideallerine dayalı modernite projesinin hız kazandığı yıllardır. Bu projenin başlıca aktörleri kent mekânını kurgulayan ve özellikle Ankara’ya başkent görünümü kazandıran Türk ve Batılı mimarlardır. Egli, henüz 34 yaşında genç bir mimar olarak bu yoğun beklentilerin ortasında bulur kendini. İsmi çocukluğundan beri peşini bırakmayan, “Türkiyem” dediği ülkeyi anavatanı olarak benimseyecek kadar sever ve benimser.

1927 yılında Türkiye’de ve dünyada önemli dönüşümlerin yaşandığı bir dönemde, Türkiye Cumhuriyeti tarafından “İstanbul Sanayi-i Nefise Mektebi programlarını tanzim ve ıslah eylemek ve konferanslar virmek ve tedrisatta bulunmak üzere” görevlendirilmiştir.(1) Aynı zamanda, Cumhuriyet’in özenle üzerinde durduğu, devrimlere bağlı çağdaş bireylerin yetişeceği modern eğitim binalarının tasarlanıp gerçekleştirileceği Maarif Vekâleti’nin (Milli Eğitim Bakanlığı) de baş mimarıdır.

1927 yılının bir sonbahar günü, yakınlarıyla istasyonda vedalaşarak Belgrad üzerinden İstanbul’a geldiğinde Sirkeci Garı’nda onu, İstanbul Milli Eğitim Müdürü karşılar. Aynı günün akşamı birlikte Haydarpaşa Garı’ndan Ankara’ya hareket ederler. Ankara İstasyonu’nda karşılayan kişiler arasında, “son derece saygıdeğer bir şahsiyet” olarak andığı Mimar Kemalettin Bey de bulunmaktadır. İlk olarak gittiği Milli Eğitim Bakanı’nın makamında Avrupalı bir profesör olarak kendisini sakallı tasavvur ettiğini belirterek söze başlayan Necati Bey tarafından oldukça hoş karşılanır. Ancak birkaç dakika sonra kendisini dönemin önemli bir tartışmasının da ortasında hissedeceği konudan söz açılır. Bakan, hemen ertesi gün, Kemalettin Bey’in tasarımı Gazi İlk Muallim Mektebi inşaatını detaylı olarak incelemesini istemektedir. Egli incelemeyi yapar. Aynı günün akşamı, Ankara Palas’taki resmî baloda Mustafa Kemal Paşa ile tanışacaktır. Balo salonundaki localardan birinde Egli’yi kabul eden Atatürk ile ilk karşılaşmalarında bu konu açılır:

“‘Sayın Profesör, inşaatına yeni başlanan Öğretmen Okulu ve inşaat planları size gösterilmiş, ne dersiniz, gördükleriniz, sizde modern bir okul izlenimi uyandırdı mı acaba?’ dedi. Kısa bir duraksamanın ardından şöyle dedim: ‘Ekselansları, Kemaleddin Bey ile birlikte çalışırsak, inşaatı elbette modern bir okul haline getirebiliriz.’ Bunun üzerine Kemal Paşa: ‘Size bunu sormadım, sadece gördüğünüzün sizde modern bir okul izlenimi uyandırıp uyandırmadığını sormuştum’ dedi. Anlaşılan gerçek düşüncelerimi söylemek zorundaydım ve de bu yapı ve planların modern bir okulu yansıtmadığını açıkça belirttim. Kemal Paşa, Maarif Bakanı Necati Bey’e dönerek ‘Planları rafa kaldırın, okulun Profesör Egli tarafından inşa edilmesini istiyorum’ dedi. Paşa’nın verdiği bu karardan sonra, nazikçe müsaadelerini isteyip, karmakarışık düşüncelerimle baş başa kalmıştım. Salonda bir aşağı, bir yukarı gezinirken Kemaleddin Bey’i düşünüyordum. Demek ki iki gün önce beni istasyonda karşılayan babacan ve nazik adamın inşaat yetkisi elinden alınacaktı. Ayağımın tozuyla, daha yeni geldiğim Ankara’da kendimi işte böyle bir olayın içinde bulmuştum. Acaba ne yapmalıydım? Kendimi barın önünde buldum, şarap rica ettim, bir derken iki-üç kadeh takip etti. Böyle bir ruh haleti içinde barın önündeyken arkamda birden bir hareket hissettim, omzuma dokunulduğunu fark ettim, arkamı döndüm, Mustafa Kemal Paşa karşımda duruyordu. Samet Paşa, Necati Bey ve kendisine refakat eden ve o tarihlerde henüz tanımadığım üst düzey kişiler ile kadehlerimize şampanya doldurulmasını emrederek kadehini, Türkiye’deki çalışmalarımın verimli geçmesi dileğiyle, kaldırdı.”

Atatürk, Egli’ye Türkiye’deki ilk günlerinde, Türkçe öğrenmesini sağlamış, bunun için görevlendirilen Haydar Bey, Egli’ye Türkçeyi öğretmekle kalmamış, bu dili sevmesine neden olmuştur. Egli, Türkiye anılarının bundan sonraki bölümünde yer verdiği Atatürk’ün mimarı olarak çalışmaları başlığı altında, Gazi Orman Çiftliği’ndeki Bira Fabrikası ve Ülkü Evi ile ilgili Atatürk ile bizzat yaşadığı gelişmeleri anlatmakta, ancak Maarif Vekâleti baş mimarı olarak bunlardan daha önce gerçekleştirdiği çok sayıdaki okul tasarımından sözetmemektedir:

“Günlerden bir gün, ki o sıralarda Bira Fabrikası’nda çalışıyordum, nefes nefese bir görevli yanıma geldi, Atatürk’ün beni çağırdığını, hemen Ülkü Evi arazisine gitmemi, kendisinin beni orada beklediğini söyledi. Atatürk’ün yanına vardığımda, kendisi, evi bu arazide inşa etmemi kimin söylediğini sordu, ben de Hasan Rıza’nın da yanında ‘Genel Sekreteriniz Paşam’ dedim. Kısa bir sessizlikten sonra Atatürk bana dönerek şöyle dedi: ‘Benimle gelin, size Ülkü için daha iyi bir inşaat alanı göstereceğim’ dedi. Sonra beni yüksek bir alana götürdü. Akabinde birlikte Mal Müdürü Tahir Coşkan’ın bürosuna gittik. Atatürk eski Ülkü Evi planının arka sayfasına el yazısı ile bir kez daha inşaat programının detaylarını yazdı, sonra bana dönerek ‘Profesör, işte artık yeni inşaat alanı ve inşaat programını gördünüz, düşünün bakalım, benim burada biraz işim var, 20 dakika sonra yeni inşaat sahasına gelirim, orada bana, gelecekteki Ülkü Evi’ni gezdirirsiniz’ dedi. Böylece, yeni bir ev inşa etme düşüncelerimle yalnız kalmıştım. Atatürk söylediği saatte geldi, bana elini uzatarak şöyle dedi: ‘Hadi bakalım, bana evi gezdirin!’ Ben de gezdirmeye başladım. ‘Şimdi girişteyiz, dikkat üç basamak! Şimdi de holdeyiz, derinliği, genişliği şu şu, sağda solda şu bu…’ Ben izahatta bulunurken ve bütün evi gezdirirken, Atatürk neden böyle, böyle değil gibi sorular soruyordu. Kendisini bir cumbadan aşağıya baktırdım, pencerelerin yönü ve diğer kısımlar tespit edilmişti bile. İşte kısacası, sadece düşündüğüm ve hayal ettiğim evi böyle gezdirmiştim. Şimdi kupkuru bir inşaat sahasına hâkim kişiler edasıyla ilerliyorduk, etrafımızda Devlet Başkanı’nın maiyeti de bizi izliyordu. Sonunda bana şöyle dedi: ‘Anladınız mı, projenin üzerinde çalışın ve dört gün sonra İstanbul’a gelin! Sizi Dolmabahçe’de bekliyorum. Orada Tarih Kongresi yapılacak, beni bulursunuz.’ Selam vererek uzaklaştı.

Ankara’da üç gün boyunca, yardımcı asistanlarımla birlikte düşünce ve tespitlerimi gerektiği şekilde kâğıtlara aktardım. Yardımcılarımdan ikisiyle, yataklı trende iki kompartıman rezervasyonu yaptırdık, trende de gece yarılarına kadar çalışmalarımıza devam ettik. Haydarpaşa’da indik, Saray’a hareket ettik. Türk, İngiliz, Alman, Fransız, Rus ve diğer bilimadamlarının toplandığı büyük salona ilerledim, Atatürk’ün kongre arasında beni kabul edeceği söylendi. Daha sonra beni Kongre Salonu’nun bitişiğindeki Büyük Galeri’ye götürdüler. Galeride, camlı masa vitrinleri bulunmaktaydı. Kongreye katılanlar vitrinlere bakıyordu. Bu masa vitrinlerinden birinin önünde Atatürk beni karşıladı. Kendisine ve misafirlerine projemi göstererek aydınlatıcı bilgi vermemi istedi. Tabii ki etrafımız çok kalabalıktı. Maliye Bakanı Fuat Bey, o tarihlerde Adalet Bakanı olan Şükrü Saraçoğlu, Maarif Bakanı ve diğer Bakanlar, ileri gelen gazeteciler ve diğer tanıdık simalar. O tarihlerde basın fotoğrafçıları şimdiki boyutlarda tedirgin edici değildi –çok şükür diyelim-. Herkes suskundu, arkadaşlarım da öyle. Ne olacak diye bekleniyordu, kimse tek kelime etmiyordu. Planlarımı ve krokilerimi masa şeklindeki cam vitrinin üzerine serdim ve gerekli açıklamaları yaptım. Sözlerimi bitirdiğimde yine derin bir sessizlik oldu. Atatürk camın üzerine elini vurarak, çevresine ‘Güzel değil mi?’ diye sordu. O anda; omzuma dokunmasından, yanağımı okşamasından beğenildiğimizi anladım. Atatürk tek tek elimizi sıktı. Ben proje ve krokileri masanın üzerinden toplamaya başladım. Projenin bir nüshasını da Devlet Başkanı’nın Bürosu’na bıraktım. Ertesi gün, inşa edilecek evin masraflarının, en ince ayrıntısına kadar hesaplanarak Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak’a vermem istendi.

Bir inşaatı daha -ki yapımı bitmişti- Atatürk ile birlikte gezmiştim. Bu yine kendi mülkiyeti içindeki Türk Hamamı idi. Burayı da gezerken, Atatürk’ün en ince ayrıntısına kadar sorduğu sorular şaşkınlık vericiydi, kimse böyle sorular soramazdı, her seferinde uyanık keskin bir zekânın, insanın içine kadar işleyen bir imtihanı veriliyor gibiydi.”

Egli, Gazi İlk Muallim Mektebi’ni tamamladıktan hemen sonra eğitim yapılarını yerinde incelemek üzere Anadolu’ya gezilere gönderilir. Burada gördükleri kendisini bekleyen görevin boyutlarını daha iyi anlamasını sağlayacaktır. Egli, Anadolu’da pek çok alanda olduğu gibi inşaat alanındaki yoksunluklara rağmen modern bina yapmanın zorluklarıyla karşı karşıyadır. Modern mimari için gerekli malzeme, teknik ve endüstriyel kaynaklar Türkiye’de ne yazık ki bulunmamaktadır. Egli mimarlık anlayışını, bu olumsuz koşullara uygun ancak Cumhuriyetin modernlikten beklentilerini karşılayacak şekilde geliştirir ve uygular.

Bu görevi sırasında inşaat bürosunun kadrolarının oluşmasını sağlamış, hazırladığı çok sayıda proje ile Cumhuriyet yöneticilerinin beğenisini ve güvenini kazanmış ve sözleşmesi birkaç kez uzatılmıştır. Maarif Vekâleti’ndeki çalışmalar öylesine yoğundur ki Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki görevini ancak 1930’da üstlenebilecek, büroyu da İstanbul’a taşımak zorunda kalacaktır:

“Türkiye’de kaldığım sürenin ilk üç yılı, çalışmalarımı Ankara Maarif Bakanlığı’ndaki büromda sürdürdüm. İkinci işyerim ise Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Fakültesi yöneticiliği göreviydi. Çalıştığım yer Boğaz kıyısında bir Sultan Köşkü idi. Bu ilk üç sene içinde eğitim ve derslerde reform çalışmalarında bulundum. Bu konuda Kemal Paşa beni son derece cesaretlendirmişti. Kendisi, ülke için çalışkan, faydalı ve çağdaş mimarlar yetiştirecek modern bir okul kurmam talebinde bulunmuştu. Beni destekleyeceğini ve özellikle entrikalardan koruyacağını anlamış bulunmaktaydım. Bana verilen bu görevde, ilk etapta, Teknik Hazırlık Okulu mahiyetinde iki yıllık yaygın bir eğitim programı ile işe başladım.

Bu programda iki yıllık da atölye çalışması yer almaktaydı. Programımın onaylanmasından sonra, gerekli personel değişikliklerine gittim: Stil bakımından dar görüşlü iki mimarlık hocasını görevden aldım. Ayrıca; statik teknik, yüksek yapı konstrüksiyonları, inşaat, iç mimari ve de bu sahalardaki gerekli bilgilerin kapsam ve derslerinin arttırılmasının yanı sıra, Avrupa’da tahsil etmiş mimarları, her iki atölye için eğitmen olarak istihdam etme girişimlerimi arttırdım.

Güzel Sanatlar Akademisi’nde yeterince oda vardı. Bu köşkte benim odam, Boğaz’a bakan, ön cephede yer alan, yaklaşık 6 x 10 metre ölçülerinde eski bir salondu. Köşkte ayrıca, asistanlarımın odaları, Maarif Vekâleti’nin projelerinin gerçekleştirildiği İnşaat Bürosu’na ait odalar yer almaktaydı. Bunun yanı sıra, Mimarlık Bölümü el yazmalarının yer aldığı (ki tarafımdan kurulup tanzim edilmiştir) uzun bir salon bulunmaktaydı. Bu yazmalar, daha sonra binada çıkan bir yangında yanmıştır.

Bunların yanı sıra, bodrum katında İnşaat Malzemeleri Kontrol Laboratuvarı kurdum. Çizim atölyeleri ve dershaneler de bu köşkte yer almaktaydı. Asistanlarım; Almanya’da tahsil yapan Mimar Arif Hikmet Holtay, Fransa ve Almanya’da eğitim gören Sedad Hakkı Eldem idi. Sedad, İstanbul’daki Arkeoloji Müzesi Müdürü dünyaca tanınmış Hamdi Bey’in yeğeni ve ayrıca eski Paris Büyükelçisi Fethi Okyar’ın akrabasıydı. Paris’te eğitimi sırasında Sedad, Türk Büyükelçiliği’nde ikamet etmişti. Fethi Bey’in, Atatürk’ün hayatında önemli rol oynadığı söylenir, buna göre kendisi perde arkasında bir rol üstlenmiş.

Mimarlık Okulu’na girişte bir eleme sınavı ortaya koydum. Böylece, yetenekli öğrencilerin alınması, bu mesleğe kimin uygun olup olmadığının tespiti amaçlanıyordu. Adayların, çizim, şekil ve doğru orantıları tespiti önemliydi. Mesela adaylardan; günlük kullanımda her gün ellerinde olan kaşık, çatal, bıçak çizimini hafızadan çizmelerini istemiştim. Sınavdaki çizimlerden neler ortaya çıkmıştı, ne komik çizimler yapılmıştı, kimse inanamaz. Tabii, sınav konuları her yıl değişiyordu. İşte böylece, her yıl 35-50 öğrenci seçiliyor ve bu sayıdan Akademi, Teknik Yüksek Okul ve diğer teknik eğitim kurumlarında eğitmen olacak kabiliyetler ortaya çıkıyordu. Okulumda her yıl çalışmalar sergileniyordu ve bu sergiler orada burada kıskançlık yaratmıyordu.”

Egli’nin övgüyle anlattığı çalışma ortamı da başarısında etkili olmuştur. Akademi’de Seramik ve Grafik gibi bölümlerinin kurulmasına katkıda bulunmuş, bu bölümlerde ders vermek üzere Avusturyalı hocalar getirmiştir. Namık İsmail (Akademi Müdürü), İbrahim Çallı, Hikmet Bey, Nazmi Ziya, heykeltıraş Mahir Bey ve İhsan Bey Akademi’nin eğitim kadrosunu oluşturmaktadır. Her hafta Namık İsmail’in atölyesinde toplanmalarını, rekabet, eleştiri ve kıskançlık olmadan hoşça geçirdikleri zamanları unutamaz. Bu çalışmaları sırasında Türkiye’yi dolaşır ve insanlarını tanıma fırsatı bulur: “Aradaki süreç içerisinde ülkeyi ve insanlarını tanımış, çeşitli köyleri gezmiştim. Fakir köylerin insanlarının dokunaklı misafirperverliğinin yanı sıra, toprak sahipleri de aynı misafirperverliği gösteriyorlardı.” Türk dili yukarıda da değinildiği gibi, Egli’nin özellikle ilgisini çekmiş, kendisini bu yabancı ülkede evinde hissetmesine yardımcı olmuştur: “Ben bu dili sevdim, halen de seviyorum. Anadilim Almancadan sonra en sevdiğim ikinci dildir. […] Yeniden hayat bulan Türkçe kelimeler ve deyimlerin gücü ve bunların özlü ve kuvvetli stiline her zaman hayran kalmışımdır. İşte ben de, Mimarlık Yüksek Okulu’nun Dil Komisyonu Başkanı olarak, mimarlık terminolojisi kapsamındaki kelimeleri etüt etme ve yenileştirme görevini üstlenmiştim.”

1936 yılında her iki kurumdaki görevinden ayrılan Egli, 1940 yılında anavatanı İsviçre’ye dönene kadar Türk Hava Kurumu baş mimarı olarak görev yapmıştır. Türkiye’deki önemli konumuna ve yaptığı çalışmalara karşın kendisini “ikinci sırada” hissetmekte, Türkiye’ye ait olmadığını hatırlatan çok şey olduğunu düşünmektedir. Atalarının vatanı İsviçre’ye dönmeye karar verir, çocuklarının da İsviçre’de aynı haklarla yaşamalarını ve güvenli bir geleceğe tutunmalarını arzular:

“Bu ülkeyi, yörelerini, insanlarını ve dilini, ananelerini sevdim. Ayrıca, hayatımın zenginleşmesi, yenilenme ve yeni bir eğitim sürecinde yer almaktan mutlu oldum. Ülkede kazandığım şöhretten, içtenlikle kabul görmekten de mutluluk duydum. Ancak bütün bunlara rağmen, bu ülkede ikinci sırada olmaya hazır değildim. Esasen, bunu bana hatırlatan, sonunda ve sonuna kadar ‘buraya ait olmadığımı’ hatırlatan çok şey vardı.

İşte bütün bu kavramlardan hareket ederek, atalarımın vatanı İsviçre, benim için düşünce yoğunluğu haline geldi.”

Ancak İsviçre’de aradığı yerde İstanbul’da Boğaz’a nazır Marmara Denizi’ne hâkim bir manzarayı bulma isteği dikkat çekicidir. İstanbul onda derin etkiler bırakacak, hatta bu şehir üzerine şiir ve roman yazacaktır. Dağlar, su ve güneşin birlikteliğini hedeflediği bu yeri Zürih’te, göl kıyısındaki Meilen’de bulur, 1936’da evi satın alır: “İstanbul’da Boğaz’a nazır, Marmara Denizi’ne hâkim bir manzarayı hatırlatacak bir yer olmalıydı. Dağlar, su ve güneş…”

Bu dönemde Türkiye’den gelen İsviçre ve Irak Elçilikleri binalarının yapımını kabul eder ve ayrıca, Denizli, Balıkesir ve Edirne’de yeni inşaat etütlerine başlar. Türkiye’de artık uzun süre kalmayı planlamamasına karşın, yine de bazı binaların etütlerini ve planlarını hazırlamaya başlamıştır. II. Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte Türkiye’de yabancılara mesafe koyma, kıskançlık, muhalif olma eğilimlerinin giderek arttığını görür ve 21 Ağustos 1940 tarihinde İsviçre’ye dönme kararı alır. 29 Ağustos, 1940’ta artık Zürih’tedir. Türkiye’de kaldığı yılların bilançosunu çıkardığında, kazandığı deneyimlere karşın Avrupa’da, takip edemediği, ilerlemiş bir inşaat ortamı ile karşılaşır:

“Böylece, hayatımın Türkiye’deki, hemen hemen kesintisiz tam 13 yılı sona ermişti. Dönüşüm bazı çevreler ve dostlarım tarafından üzüntü ile karşılanmıştı. Türkiye’deki çalışmalarımın tamamlanmadığı belirtilerek, Akademi’deki görevime geri dönmem istenmişti. Ancak ben, bu dönemin kapandığını düşünmüştüm. 35 yaşında Türkiye’ye gitmiş ve 48 yaşında, Avrupa’nın ortasında savaş sesleri ve nefret çığlıkları atılırken, belirsiz bir geleceğe doğru adımımı atmıştım. […] Gelecekte, belki de inşaat sektörü ile ilgili bu denli yoğun çalışmalar yürütmesem bile, yine de eksikliklerimi ve kaçırdıklarımı telafi etmek zorundaydım. Tamamen değişik koşullara intibak etmek kolay değildi. Ancak, yine de Türkiye’den bilimsel olarak boş el ve boş kalple dönmüyordum. Bu da geleceğime kök salıyordu. Bilgilerimi kısa süre içinde bana sempatik gelmeye başlayan bir başka dünyanın bilgileri ile zenginleşmişti.”

Egli’nin başka bir dünyanın bilgileri dediği, İslam ve Türk dünyasını kavrama üzerine temellenir. Diğer yandan Atatürk reformlarının bizzat içinde bulunarak çok şey görmüş ve öğrenmiş, bunları değerlendirme fırsatı bulmuştur:

“İslâm ve Türk dünyası ve bu dünyanın insanlarına güvenim artmıştı, bazı görüşlerim etkilenmiş ve değişmişti, bu da ilk etapta dinsel açıdan olmuştu. İslâm dünyasını, özellikle Sufizmin İslâmî mistik öğelerini tanımam; Hıristiyanlığın ana sorunları ve bu dünya ile ilgili görüşlerimi oldukça etkilemişti.

Bunların dışında, Türkiye’den götürdüklerimin arasında; toplum, devlet ve halk kavramlarının bambaşka bir görünümü bulunmaktaydı. Kemal Paşa, devlet içinde halk için reform çalışmalara katılmama ve bunu yaşamama izin vermişti, toplumun refahı için, mükemmel bir gelecek, bu sahaya damgasını vuruyordu. Atatürk’ün bu reformlarına ben de katılmıştım. Baştan itibaren, hiç ara da vermeden, sürekli çalışan, dahi bir insandan kaynaklanan bu büyük hamle, birlikte çalıştığı kişiler ile halka ve tarihe mal edilmiştir. Burada hedef; alışılagelmiş unsurların yerine daha mükemmeli uygulama ve halkın haklarını, değişen dünyada geliştirme ve güvence altına alma olmuştur. Şehir, bölge ve kuruluşlardan, alışılagelen bazı unsurlardan grup, aile ve kişilere özel haklar tanınmamıştır. Kemal Paşa, Atatürk’ün yolu, bir devlet adamı ve siyasetçi olarak açıkça ortaya konmuştur. Bir millet yaratan bu büyük insana yapılan eleştiriler ve de kendisinin demokratik olmayan bir ülkede diktatör olduğu yolundaki eleştiriler, son derece gülünçtür.”

Egli, 1941 yılında Balıkesir şehir planını düzene sokmak için Türkiye’ye kısa bir seyahat yaptı. Aynı yıl, Meilen’de askerlik görevine çağırıldı ancak yaşının ve sağlığının yeterince elverişli olmadığı gerekçesi ile yardımcı hizmetlerde görevlendirildi. Bunlar arasında yol yapımı, Türk radyolarının dinlenmesi gibi görevler bulunmakla birlikte hiçbirinde tam anlamıyla çalışmamış ve askerlik deneyimini “masum” bir şekilde tamamladığını düşünmüştür.

Bu dönemde tasarım konusunda birbirini takip eden bazı başarısızlıklar yaşar. Bunu, daha sonraki yıllarda da vurgulayacağı gibi, İsviçre tarzı tasarıma hazırlıklı olmamasına bağlar. Tasarımlarının Viyana Okulu’na göre olduğunu, sonradan Doğu çizgilerini benimsediğini, ancak “çağdaşlaşma” ve “Amerikanlaşma”dan sözedilemeyeceğini, bir de buna İsviçre tarzı eksikliğinin eklendiğini söyler.

Aynı dönemde Denizli’nin Tavas ilçesi planlamasına ilişkin çalışmalara tekrar başlar. 1942 yılında Samsun kent planı yarışması için tasarımını hazırlarken, Başkan Rohn tarafından Zürih Teknik Okulu’nda ders vermek üzere seçildiğini öğrenir. Derslerinin içeriği, Avrupa dışındaki kentlerin yapıları ve mimari özelliklerine ilişkin konulardır. İlk derslerinde Türklerin tarihsel yapılarını anlatmaya karar verir. Bunlar olurken Egli bir yandan da derin bir hayal kırıklığı yaşamakta ve mesleki anlamda bazı sıkıntıların farkına varmaktadır.

Egli, 1947’de 54. doğum gününü derin bir ikilem içinde geçirir. Bunda Türkiye için yaptığı şehir planlama çalışmalarının verimsizliği de etkilidir. Diğer yandan Türkiye’deyken yapı alanında gerisinde kaldığını düşündüğü için memleketinde kendisini tatmin edecek bir konuma ulaşma ümidini tümüyle yitirmiştir. Uzun zamandır şehir planlaması ile ilgilenmekte, çeşitli konularda yazılar yazmaktadır ve mimari tasarım yapmaktan artık vazgeçmiştir. 1947’de Lübnan hükümetinin, Beyrut Şehircilik Dairesi yöneticiliğini teklif etmesi üzerine İsviçre’deki görevine ara verir. 1940 yılında Türkiye’den ayrılışı ile Lübnan’da görev yaptığı 1947 arasını, düş kırıklıkları ile dolu, ancak verimli bir dönem olarak değerlendirmektedir.

Egli, bu dönemde memleket kavramını, “çoğunluk tarafından tüm azınlıkların hakların ve isteklerin korunduğu ve dikkate alındığı, diğer ulusal gruplara ve onların dillerine saygı gösterildiği, geleneklerin korunduğu eşitlenmiş bir denge” olarak algılar, Türkiye’de ve İsviçre’de gördüğü siyasi sistemleri karşılaştırır. Egli burada, Atatürk’ün yok olma tehlikesi içindeki bir ulusu, gelişmiş ülkelerle aynı düzeye getirmek için yaptığı reformların, halkın isteği ile aşağıdan yukarıya çıkan bir gereksinim ve sonuç olmadığını, buna karşın Türkiye’nin içinde bulunduğu duruma bakıldığında “yapılması gerekenin ancak bu olabileceğini” belirtir. Atatürk’ün devrimleri ve bunları benimsetme yönteminin amacını, çalışkan bir ulus, modern bir halk, modern bir devlet, modern bir şehir yaratmak olarak değerlendirir. Buna karşın İsviçre’deki durum farklıdır. Örneğin Türkiye’de kadına tanınan haklarla biçimlenen yeni kadın kimliğinden farklı olarak İsviçreli kadının sorumlulukları ve hakları büyük ölçüde ev içi yaşamı ile sınırlandırılmıştır. Meclis, halkı mutlu etme maskesi altında çıkar savaşlarına sahne olmakta, kadınların oy hakkına sahip olması gibi konular belirsiz kalmaktadır. İsviçre’de hak ve haksızlık, sivil hak ve yükümlülükler gibi konularda daha duyarlı ve belirgin bir görüşe sahip olduğunu Lübnan’da görev yaparken fark eder. 1947-1951 yılları arasındaki Lübnan çalışmalarını tamamladıktan sonra, 1952’de ülkedeki kentsel yapılaşmaların genel durumu ve olumsuz etkenler konusunda nihai raporunu hazırlar.

1953 yılında Birleşmiş Milletler Teknik Yardım Örgütü’nde görev yapmak üzere Türkiye’ye tekrar gelmiş, Orta Doğu Amme İdaresi ve Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde şehircilik ve bölge planlama konularında dersler vermiştir. Egli’nin çalışmak üzere ikinci kez Türkiye’ye gelişi 1953 yılında, artık erken Cumhuriyet dönemine özgü kurumsal, mekânsal pek çok anlamda kuruluş çalışmalarının tamamlandığı, alışık olduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin değil, bu kez kendisini yabancı hissedeceği Demokrat Parti yönetiminin iktidarda olduğu başka bir sancılı döneme rastlar.

* Leyla Alpagut’un Cumhuriyetin Mimarı: Ernst Arnold Egli: Türkiye Yılları, Anılar ve Ankara için Yapılar (2012, Boyut Yayınları, İstanbul) başlıklı kitabının 2. bölümü kısaltılarak görselleriyle birlikte dergiye aktarılmıştır.

NOTLAR

1. TC Başbakanlık Arşivi, 030.18.01/026.60.9

Bu icerik 12658 defa görüntülenmiştir.