|
412
MART-NİSAN 2020
|
|
-
Güven Arif Sargın, Prof. Dr., ODTÜ Mimarlık Bölümü
-
Murat Balamir , Prof. Dr., ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Emekli Öğretim Üyesi
-
Eylem Aydoğdu, Dr., Restorasyon Uzmanı Mimar, Kültür ve Turizm Bakanlığı
-
Süreyya Topaloğlu, Koruma Uzmanı Mimar, Kültürel Mirası Koruma Derneği
-
Eray Çaylı, Dr., Leverhulme Erken Kariyer Araştırmacısı, London School of Economics and Political Science
-
Can Boyacıoğlu , Dr. Öğr. Üyesi, Gebze Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü
Nezih Ayıran , Prof. Dr., Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi Mimarlık Bölümü
Gülçin Pulat Gökmen , Prof. Dr., İTÜ Mimarlık Bölümü
-
Funda Baş Bütüner, Öğr. Gör. Dr., ODTÜ Mimarlık Bölümü
-
Burak Altınışık, Doç. Dr., Pamukkale Üniversitesi Mimarlık Bölümü
-
Yusuf Furkan Kaya, Arş. Gör., İYTE Mimarlık Bölümü
-
Nisa Semiz, Dr. Öğr. Üyesi, İstanbul Kültür Üniversitesi Mimarlık Bölümü
-
Nizam Onur Sönmez, Dr. Öğr. Üyesi, İTÜ Mimarlık Bölümü
-
Gökçe Ketizmen Önal, Doç. Dr., Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü
-
Elif Tektaş , Arş. Gör., Gazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü
Aysu Akalın, Prof. Dr., Gazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü
-
B. Su Ertürkmen Aksoy , Arş. Gör. Dr., Gazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü
Neşe Gurallar , Prof. Dr., Gazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü
-
Gökhan Okumuş, Arş. Gör., ODTÜ Mimarlık Bölümü
KÜNYE
|
|
|
MİMARLIK GÜNDEM
“Yerli ve Milli Bir Frankenstein” Hikayesi: Kamu (TOKİ) İhaleleri
Güven Arif Sargın, Prof. Dr., ODTÜ Mimarlık Bölümü
“AKP iktidarı döneminde gündelik hayatımızın kılcal pratiklerine kadar işleyerek adeta toplumsal bir ‘norm’a dönüşen, kıymeti kendinden menkul, ‘TOKİ marifetiyle’ söyleminin de hepimizin içini burkan böylesi bir felaket sonrasında dahi yerini alması, bizleri bildik şüpheciliğimize ve sonrasında da muhalif tavrımıza yaklaştırıyor. TOKİ denilen devasa kurumsal yapının, genetik kodlarından süratle uzaklaşarak iktisadi bir canavara dönüştüğü neredeyse hepimizin diline pelesenk olmuş durumda. Güncel vasıtaları ustalıkla kullanan, kapitalist enstrümantal akla dayalı ve fakat muhafazakar ideolojik kodları da ihtiva eden yeni bir Mary Shelley hikayesiyle karşı karşıyayız: Alla Turca Frankenstein.”
“Toplumsal ve iktisadi anlamda inkişaf ettiğimizin fantazmagorik hülyasıyla, TOKİ’nin bedeninde can bulan siyasi iktidar-sermaye ortaklığının nelere kadir olduğunu gün-be-gün müşahade ediyoruz. Kuzey Suriye’de sürdürülen vekalet savaşlarının ortasında sözü edilen bahçeli konutlar TOKİ’nin marifetidir; Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde cereyan eden yıkarak-yapma sürecinin galibi de TOKİ’dir. Örneğin, Diyarbakır Suriçi’nde yer alan kadim yerleşkeye başat, sözüm ona verneküler inşaatın hangi usullerle süregeldiğini anımsamakta yarar var.”
24 Ocak tarihinde yaşadığımız Elazığ-Malatya depremi sonrasında hükumet cephesinden bildik açıklamalar peşi sıra gelmeye başladı: “Yaralar acil bir şekilde sarılacak ve fakat TOKİ marifetiyle, afet değil kentsel dönüşüm alanı ilan edilecek alanlarda, güncel mühendislik bilimlerine cevaz veren sağlam konutlar ve sosyal donatılar yapılacaktır.” Mevcut siyasi iktidarın afeti toplumsal değil doğal (takdir-i ilahi) atfeden ve dolayısıyla siyasal sorumluluğu omnipresent (her yerde ve her zaman hazır olan) bir olguya havale eden retoriğine alışığız; dolayısıyla, muhafazakar seçmenine siyasal İslam’ın seçmece repertuarı üzerinden seslenmesi vaka-i adiye’den kabul edilebilir. Öte yandan, AKP iktidarı döneminde gündelik hayatımızın kılcal pratiklerine kadar işleyerek adeta toplumsal bir “norm”a dönüşen, kıymeti kendinden menkul, “TOKİ marifetiyle” söyleminin de hepimizin içini burkan böylesi bir felaket sonrasında dahi yerini alması, bizleri bildik şüpheciliğimize ve sonrasında da muhalif tavrımıza yaklaştırıyor. TOKİ denilen devasa kurumsal yapının, genetik kodlarından süratle uzaklaşarak iktisadi bir canavara dönüştüğü neredeyse hepimizin diline pelesenk olmuş durumda. Güncel vasıtaları ustalıkla kullanan, kapitalist enstrümantal akla dayalı ve fakat muhafazakar ideolojik kodları da ihtiva eden yeni bir Mary Shelley hikayesiyle karşı karşıyayız: Alla Turca Frankenstein.
Hepimizin bildiği bu Gotik hikayede, sözü edilen canavarın gerçekte sosyal bir metafora denk düştüğünü belirtmeliyim; erken Viktorya dönemi İngilteresinde pozitif bilime duyulan katıksız inanç, genç burjuvazinin elinde adeta ideolojik bir araca dönüşen enstrümantal akıl ve sanayi devriminin sembolü makineye odaklı ütopyan tahayyüller, sözü edilen mutantın toplama bedeninde vuku bulur. Öte yandan, yine aynı mutantın içtimai hayatı tehdit eder bir yaratığa dönüşmesi de kapitalizme içkin sömürü, şiddet ve yıkıma dair burjuva korku ve endişelerinin tezahürüdür. Sözü nereye getirmek istediğimi anlayacaksınız: Bir devlet teşekkülü olan TOKİ’nin ölçeği ve kamu adına kullanılan iktidarı nedeniyle, denetlenemez bir büyüklüğe, altlığı olmayan bir ihtişama, yersiz bir enstrümantal akla ve nihayetinde ideolojik bir sapkınlığa denk düştüğünden; bu yapının, siyasal İslamcı bir olgu olduğundan dem vuruyorum. Daha da ötesi, kapitalizme içkin, sömürü, şiddet ve yıkarak-yapma pratiklerine ve mevcut yönetim rejimine yamanmış, “ben yaptım olduculuğa” (merkeziyetçilik, siyasal erkin tek elde toplanması) ve “deprem için topladığımız verginin hesabını size mi soracağızcılığa” (demokratik şeffaflık, erişilebilir ve denetlenebilirlikten uzaklaşma) kadar uzanan korku ve endişelerimizi de ihtiva ederek.
Girizgahım fazla uzun düşmüş olabilir; ancak her sosyal metaforun ardında yatan gerçekliklere işaret edebilmek için, karşımızda duran efsaneye dair “büyük resmi” de görmek gerekir. Elazığ-Malatya depremi sonrası bir zombi misali zuhur eden TOKİ’yi doğru konumlandırmadan, son 17 yıl içinde küresel sermayeye demokratik araçlarla ekleneceğini iddia eden ve fakat, bırakınız demokratik burjuva devletinin bildik teamüllerini işletmeyi, Mary Shelley döneminin entelektüel pırıltılarını neredeyse mumla aratır bir biçimde 19. yüzyıl “vahşi kapitalizmini” işlevsel kılan süreci doğru okuyamayacağımızı söylüyorum. Tek bir kapitalizm olmadığının ayırdındayız; ki bu noktada Avrupa (sosyal, toplumsal) ve ABD (bireysel) modelleri arasındaki temel farka dikkat çekmek isterim. Bu minvalde, 19. yüzyıl kapitalizmi ile 21. yüzyıl kapitalizmi arasında, kapitalizme içkin çelişkiler baki kalmak kaydıyla, sermaye birikimi ve sermayenin küresel ölçekte dolaşımına ilişkin farklı tezlerin de olduğu hepimizin malumu. TOKİ kapitalizmi ise -tam da bu çerçevede denilebilir ki- “ilkel birikim rejimini” neredeyse tek geçer akçe kılan, laissez-faire (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) diye özetlenebilecek iktisat teorilerini sonuna kadar ve yeri geldiğinde şiddetten kaçınmadan işleten bir model. TOKİ ise, sözü edilen modeli kılcal siyasete kadar düzgün ve düzenli çalıştıran, siyasi irade ve devlet güdümünde faaliyet gösteren en önemli araçlardan bir tanesi. Özetle, TOKİ denilen mutant, kamu adına ihaleye çıkan Türkiye’nin en büyük yap-satçısı, emlakçısı ve hatta arsa spekülatörüdür (TOKİ’yi öncelemekle birlikte, benzer kamu organları ve ihalelerini de aynı merkezde tartışmaya açabiliriz). Son kertede sorulması gereken soru, kamu marifetiyle üretilen art-değerin hangi yöntemlerle nereye aktarıldığı üzerine olmalıdır; hepimizin bilgisi dahilinde olmasına rağmen, adet yerini bulsun diye bu soruyu bir kez daha kayıt altına alalım.
İlkel birikim rejiminin yaygın ve etkin bir niteliği vardır: Yeterli düzeyde toplumsal denetimin olamadığı, devlet yapısı içinde yer alan kurumların ya kamu adına denge ve denetleme görevlerinden uzaklaştırıldığı ya da denge ve denetleme aygıtlarını hercümerç edecek patolojik bir yapıya evrildiği sistemik bir durumdan bahsediyoruz; sermayenin birinci, ikinci ve üçüncü evrelerini tamamlayarak. Kısacası sermaye, fütursuzca ve fakat mütemadi biçimde, kıymeti kendinden menkul normlar çerçevesinde her tür yaptırımı ve yapıyı kendinde hak görür. Tam da bu noktada, can alıcı noktanın emek-sermaye çelişkisinde yattığını özellikle anımsatmak isterim: Emeğin, yerli-yabancı ayırt etmeksizin küresel tekeller karşısındaki kesin mağlubiyetini imleyen bu süreç sonrasında, kaynakların burjuvazi tarafından sömürüsü söz konusudur. İlkel birikim rejiminin bir diğer niteliği de devletin ideolojik vasıtalarıyla sözü edilen emek-sermaye çelişkisinde taraf olması ve emek adına söz alan özneleri ve kurumları yeri geldiğinde ikna yeri geldiğinde de şiddet marifetiyle tarumar etmesidir. TOKİ ve benzeri kurumların da hem bir baskı aygıtına dönüştüğünü (kendi yasa ve yönetmelikleri olan nev-i şahsına münhasır, neredeyse devlet içinde devlet) hem de kitlelerin rızasını alarak yap-satçılığa, emlakçılığa, arsa spekülatörlüğüne soyunduğunu biliyoruz. Sanırım burada bir diğer can alıcı nokta da, tüm bu sürecin sözde kamu adına ve meşru bir zeminde yönetiliyor olması; ihale denilen mefhumun ise, artı değer elde edilmesi ve biriken artı-değerin, rantın doğrudan adrese teslim edilmesi için en genel geçer yol olarak kullanılmasıdır; ideolojik kodları alaturka olsa bile, sonuçta müthiş bir iktisadi finans modeliyle karşı-karşıya bırakıldığımızın kayda geçmesi gerekir.
Toplumsal ve iktisadi anlamda inkişaf ettiğimizin fantazmagorik hülyasıyla, TOKİ’nin bedeninde can bulan siyasi iktidar-sermaye ortaklığının nelere kadir olduğunu gün-be-gün müşahade ediyoruz. Kuzey Suriye’de sürdürülen vekalet savaşlarının ortasında sözü edilen bahçeli konutlar TOKİ’nin marifetidir; Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde cereyan eden yıkarak-yapma sürecinin galibi de TOKİ’dir. Örneğin, Diyarbakır Suriçi’nde yer alan kadim yerleşkeye başat, sözüm ona verneküler inşaatın hangi usullerle süregeldiğini anımsamakta yarar var. Trakya’dan Ardahan’a kadar, Anadolu’nun kıyı-köşe kentsel dönüşümünde, birinci derece doğal ve kültürel sit alanları dahil, İstanbul, Ankara’da yerleşik kupon arazilerin göz göre göre kamudan sermayeye aktarımında ve nihayetinde Kanal İstanbul projesinde bile, devlet ricalinin uzantısı kamu ihalelerinin yer alması rastlantısal mıdır? Tüm bu verilerin ışığında, TOKİ ve benzeri devlet organlarında zuhur eden “yerli ve milli Frankenstein”ımızı sorgulamaktan imtina mı edelim?
Bu icerik 2815 defa görüntülenmiştir.
|
|
|
|