373
EYLÜL-EKİM 2013
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • ‘Gezi’nen Toplum, Direnen Mekân
    Deniz Özkut, Doç. Dr., Bahçeşehir Üniversitesi, Mimarlık Bölümü
    Göksun Akyürek Altürk, Yrd. Doç. Dr., Bahçeşehir Üniversitesi, Mimarlık Bölümü

YAYINLAR



KÜNYE
MİMARLIK ÖYKÜLERİ

Şevki Vanlı ile Eski Bir “Haki Yolculuk”

Güven Birkan, Mimar

Şevki Vanlı’nın İslam mimarisinin ne olduğunu sorguladığı, geleneksel yapı elemanlarını çağdaş bir yorumla ele aldığı Cezayir Devlet Kültürel Etkinlikler Sitesi, devlet başkanlığı düzeyinde yabancı konukların ağırlanacağı bir yerleşim olarak tasarlandı. Cezayir Hükümeti, külliyenin uygulama projelerinin Cezayir’de hazırlanmasını şart koştu. Çağdaş, fakat ülkelerine has bir mimarlık kültürünün gelişmesini isteyen işveren için anlaşılabilir bir talep olmakla birlikte, projenin hayata geçebilmesi için 1984 yılı sonlarında Türkiye’den kalabalık bir mimar, mühendis grubunun aileleri ile birlikte Cezayir’e taşınması gerekecekti.

Cezayir’deki “yarı askerî” yönetimi temsil eden bir albay, günün birinde Ankara’da Bayındırlık Bakanlığı’nın kapısını çalıp, önemli bir projenin tasarlanması konusunda yardımcı olunmasını istediğinde, kendisine sınırlı yarışma yöntemi öneriliyor. Üç mimara birer proje yaptırılıyor. Cezayirliler, Şevki Vanlı’nın projesinde karar kılıyorlar. (Resim 1, 2) Ancak, uygulama projelerinin Cezayir’de hazırlanmasının ön koşul olduğunu belirtiyorlar.

Proje ile ilgim, Şevki Vanlı’nın, yarışmaya sunduğu maketin fotoğraflarını çekmemi rica etmesiyle başlıyor. Günün birinde de, “Bizimle Cezayir’e gelir misin?” diye sormasıyla, konu aile gündemimize giriyor. Vanlı’nın, ortağı Ersen Gömleksizoğlu’nun kaybından sonra da bana birlikte çalışma önerisinde bulunduğunu anımsıyorum; ama o günlerde çalışma ortamımdan ayrılmayı düşünmüyordum. Bu kez durum farklı. Üç yıldır çalıştığım şirkette yaptığım işten sıkılmaktayım. Eşim Çelen ise, Çevre Müsteşarlığı’ndaki yönetici konumundan alınıp bir odada boş oturmaya mahkûm edilmiş durumda, Selendi’deki siyanür havuzunun çevreye vereceği zarar konusundaki rapora attığı imzasını geri çekmediği için. İkimiz de bir kaçış aramaktayız. Sonuç olarak, Vanlı’nın önerisine olumlu yanıt veriyorum. Ancak, çalıştığım iş yerinden, sorumluluklarımı belli bir noktaya kadar tamamladıktan sonra ayrılabileceğimi belirtiyorum; kabul ediyor.

İki ay kadar Vanlı’nın Ankara’daki bürosunda çalışıyorum, bu arada Fransızca öğrenmek üzere yoğun çaba içine giriyorum. Benim görevim, tasarlanmakta olan projenin ihale belgelerini hazırlamak ve inşaat başladığında işveren adına denetim yapacak büroyu kurup yönetmek olacak. Gerçi ekipte, Arapça ve Fransızcayı iyi bilen ve gerekli çevirileri yapacak bir eleman bulunacağı bana söylenmiş durumda, ama eninde sonunda bu çevirilerin teknik denetimini yapmam gerekecek.

Kulağımızı Tersten Gösteriyoruz

Yolculuk vakti geldiğinde, 1984 Aralık ayının sonlarında, karlı buzlu bir kış günü, Cezayir’e gitmek üzere Ankara’dan yola çıkacağız. Uçağımız sabah erken saatte, ama yoğun kar yağışı var. İkamet ettiğimiz ve o zamanlar kent dışı sayılan ORAN Sitesi’nin yolunun kardan kapanma tehikesi var. Bu nedenle, bir önceki akşam, bavulları yüklenip Berrak ve Önder Seren’in “şehirdeki” evine taşınıyoruz.

Ertesi sabah Brüksel’e uçuyoruz; ters bir rota ama Cezayir’de ekip tarafından kullanılmak üzere Belçika’dan ikinci el bir araba alınması gerekiyor. Ayrıca büronun ve orada çalışmaya başlamış ekibin başka gereksinimleri de var. Ağzına kadar tıka basa dolu bir araba ile Brüksel’den Paris’e geçiyoruz; Fransa Yapı Araştırma Kurumu’ndan da bazı teknik belgeler satın alınacak. Sonunda, Marsilya’dan kalkacak feribota zamanında yetişiyoruz.

Cezayirlilerle ile ilk tanışmamız feribot kuyruğunda oluyor. Bizim Almancılarımız gibi, onlar da arabalarının içini dışını ıvır zıvır ile doldurmuş olarak memleketlerine tatile gitmekteler. Liman çevresinde de bu tür malları satan bir çarşı oluşmuş. Geminin pisliği ve bakımsızlığı pek yabancı gelmiyorsa da bizi biraz ürkütüyor; Avrupa’nın steril ve düzenli ortamında birkaç gün geçirdikten sonra Cezayir, bize ciddi bir şok yaşatacak gibi görünüyor; “Türkiye’den doğrudan gitseydik daha kolay uyum gösterebilecektik”, diye düşünüyoruz.

Marsilya limanından çıktığımız anda önümüzde yükselen dağ gibi dalgalarla başlayan sallanmamız 24 saat sürünce, herhangi bir kara parçasına razı duruma geliyoruz; artık varacağımız ülkenin gelişmişliği, temizliği falan bizi ilgilendirmiyor. Ama o sallanma ve tutma duygusunu, bir ay boyunca her deniz sesi duyduğumuzda yeniden yaşıyoruz.

Kara Göründü, Ama Beyaz

Ancak günün erken saatlerinde ufukta, herhangi bir kara parçası olmanın çok ötesinde, bembeyaz, rüya gibi bir kent beliriyor: Fransızların Alger la Blanche (Beyaz Cezayir) adını taktıkları başkent Cezayir. (Resim 3, 4)

Günlerden Pazar, ama çalışma günü, hafta tatili ise Cuma günü. Limandaki işlemlerimiz, Şevki Bey’in idari işler konusundaki yardımcısı Orhan Bey’in ve bir yüzbaşının girişimleriyle hızla tamamlanıyor ve arabamızı, kent merkezinin 10 km kadar dışına, Deli İbrahim adlı semtteki bir kışlaya sürüyoruz.

Şevki Vanlı Mimarlık’ın Cezayir bürosu, bu kışlanın ortasındaki bir barakaya yerleşmiş. Burası aynı zamanda proje arsası. Bizden önce Cezayir’e gelip çalışmaya başlamış arkadaşlarla kısa bir tanışma töreninden sonra, ikamet edeceğimiz mahalleye yöneliyoruz.

Yaşam yerimiz, kışladan da 10 km ötede, deniz kıyısındaki Sidi Feruj (Ferruh Bey) adlı kasabanın bitişiğinde. Burası, üst düzey subaylar için Almanlar tarafından inşa edilmiş ve dayanıp döşenmiş bir yazlık site; yapımı henüz tamamlanmış, Avrupa’dan getirilmiş eşyaları bile ilk kez biz kullanacağız. Sitedeki 40 kadar bungalovun 15 tanesi, Vanlı ekibine tahsis edilmiş. Site yüksek duvarlarla çevrilmiş ve giriş çıkış askerlerin denetiminde; zaten bizden başka da girip çıkan kimse yok; sitenin asıl kullanıcıları herhalde yaz aylarında gelecekler.

Haki Yolculuk Başlıyor

Hemen ertesi gün rutin yaşama katılıyorum: Sabahları Abdülmelik’in sürdüğü haki renkli bir minibüs gün ağarırken bizi alıp kışlaya götürüyor; akşama kadar baraka-büroda çalışılıyor. (Resim 5) Gün boyu kendi ekibimizin dışında sadece bize hizmet eden ve her karşılaşmada “iyi günler” demeyi alışkanlık haline getirmiş haki üniformalı askerlerle görüşüyoruz; bir de her sabah Fransızca “Nasıl gidiyor” diye gürleyen sesiyle büroya dalan ve bir gereksinimimiz olup olmadığını soran “komentalevu” adını taktığımız yüzbaşıyla; bir olasılıkla “Çalışılıyor mu yoksa dalga mı geçiliyor” ya da “Herkes tamam mı?” denetiminin nezakete bürünmüş bir biçimi.

Akşam hava karardıktan sonra haki minibüse doluşup askerî siteye dönüyoruz; girişte haki üniformalı nöbetçiler tarafından selamlanıyoruz. Akşamları, ortak bungalovda birlikte yemek yeniyor, biraz televizyon izlenip, kısa bir sohbetten sonra herkes evine çekiliyor ve ertesi sabah her şey yeniden başlıyor...

Dar mekânlarda gece gündüz süren birliktelik, mavi yolculuğu anımsattığı için, bir süre sonra Cezayir’deki yaşamımıza “haki yolculuk” adını takıyorum.

Bu yolculuktaki mimar ekip, Prof. Erdem ve Prof. Özgönül Aksoy, Feyyaz Kuğu, Cengiz Kabaoğlu, Haldun Ertekin, Hasan Sökmen, Akif Harman, Recep Önal ve Cumhur Keskinok’tan oluşuyor; Aylin Öney de kısa bir süre için bize katılıyor. İlerleyen günlerde, mühendisler, Salahattin Karababa, Mehmet Yurdakul, Doğan Güleç ile kadro tamamlanıyor. Eşler ve çocuklarla küçük bir koloni oluşturuyoruz. (Resim 6)

Türkçe adıyla “Devlet Kültürel Etkinlikler Sitesi” olarak anılan proje, devlet başkanlığı düzeyinde yabancı konukların ağırlanacağı bir külliye olarak tasarlanmış. 130 hektarlık bir arazide yapımı düşünülen tesiste, kabul salonlarının bulunduğu merkezî ve görkemli bir yapının yanı sıra, çeşitli kültürel etkinliklerin yer alacağı bir grup yapı ile, ziyaretçilerin barınacağı konutlar ve küçük bir cami yer alıyor. Kültürel yapı grubunda sergi, müzik ve dans gösterileri salonları, açık ve kapalı tiyatro ve kütüphane bulunuyor, bunların bazılarının zaman zaman halka açık olması öngörülüyor.

Vanlı’nın Gerilimi

Şevki Vanlı proje süresince, her ayın bir yarısını Cezayir’de, öteki yarısını Türkiye’de geçiriyor. Bu yolculukların verdiği yorgunluk, işi zamanında ve istediği nitelikte teslim edememe kaygısının verdiği gerilimin yanında önemsiz kalıyor. Kısa süre önce geçirdiği kalp operasyonuna karşın, 60’lı yaşlardan beklenmeyen bir direnç ile işine sarılıyor. Sabahları herkesten önce evden çıkıp, hareket saatinde herkesin hazır olmasını sağlama görevini kimseye bırakmıyor; minibüs geldiğinde hâlâ kapısının önüne çıkmayanlar varsa, evlerinin önüne kadar gidip adlarını seslenmekten kendini alamıyor. Büroda da her an tüm ekibi denetim altında tutmaya özen gösteriyor; yapılan etüdleri belli bir olgunluğa ulaştığında hemen gözden geçirip tartışıyor ve yeniden yönlendiriyor. Ancak, içine sinmediği sürece hiçbir çalışmayı yeterli bulmuyor, zaman baskısını ikinci plana atıp tasarımın istediği düzeye ulaşmasına ağırlık veriyor.

Onun yaşadığı bu gerilim bir ölçüde tüm ekibe de yansıyor; ya da Vanlı, belki de bilinçli olarak bu kaygıyı bazan sadece davranışlarıyla, bazan da sözlü olarak birlikte çalıştığı arkadaşlarına aktarıyor. Herkes aslında durumun bilincinde ve Vanlı’nın zaman zaman kırıcı olabilen tutumuna görünürde kimse fazla bir tepki göstermiyor. Ancak, bu tutumun, rektörlük ve dekanlık gibi görevlerde bulunduktan ve bir üniversitenin gelişmesine önemli katkılar yaptıktan sonra 12 Eylül yönetimi tarafından işlerine son verilen Aksoy çiftinin kaldırabileceği sınırları aştığı da oluyor. Sonuç olarak büroda, çok kısa süreli de olsa bir dalga geçme havası bile oluşamıyor.

Çok seyrek olarak, yönetim adına projenin sahibi olan albay büroyu ziyaret edip Şevki Vanlı ile sohbet ediyor. Projenin yerel resmi mimarı Fasla Rıdvan da, zaman zaman büroya gelip proje hakkında Vanlı’dan bilgi alıyor; paftalarda en başta onun adı yazılı. (Resim 7)

Artık Biz de “Yabancı Mimar” Olduk

Yıllarca Türkiye’deki yabancı mimarlık hizmetlerinden yakındıktan sonra başka bir ülkede “yabancı mimar” olarak çalışıyor olmak içten içe beni rahatsız ediyor. Ama ortaya çıkan projenin ulaştığı düzeyin, en azından buradaki öteki yabancı firmalara yaptırılan inşaatlardakine kıyasla daha yüksek olduğunu görünce de biraz gururlanıyorum doğrusu.

Cezayir yabancılara yaptıracağı inşaatların ihalelerinde de tarafsız bir ülke olma çabasını sürdürüyor: Yolların çoğunu Yugoslavlar; konutları Kanada, Danimarka ve Japon firmaları yapıyor. Ayrıca Amerikan, Macar, Rus, İtalyan ve Fransız firmaları da inşaat yapıyor. Türk firması olarak Enka, ülkenin batısında demiryolu köprüleri inşa ederken, Yapı Merkezi başkentte Osmanlı döneminden kalan bir sarayın restorasyon projesini yürütüyor.

Avrupa’da çalışan gurbetçilerimizden farklı olarak burada Türkler el üstünde tutuluyor. (Resim 8) Geldiğimiz günden başlayarak bizim yaşamımızı kolaylaştırma görevini üstlenmiş küçük bir Türkiyeliler topluluğu var. Bunların bir bölümü, iki ülkenin turizm bakanlıkları arasındaki bir anlaşma sonucu burada turizm planlaması çalışmalarına katkı yapmakta olan bir plancı/mimar ekibini oluşturuyor. İkinci grup ise, Egeran adlı “çağdaş köle ticareti” yapan bir firmanın Türkiye’den toplayıp Cezayir hükümetine pazarladığı mühendislerden oluşuyor; bunlar Devlet Su İşleri vb kamu kuruluşlarında çalışıyorlar.

Alışveriş Özel Bir Uğraş

Haftada altı gün çalışıp bir gün tatil yapıyoruz; Vanlı’nın Türkiye’de olduğu haftalarda tatil günü ikiye çıkıyor. Onbeş ailenin alışveriş ve gezme gereksinimini karşılamak üzere sadece “birbuçuk” araba sağlandığı için, tatil günleri, bulunduğumuz sitenin dışına ancak yürüyüş amaçlı çıkabiliyoruz. Yürüyüş uzaklığında da bir çarşı yok. Site içinde spor tesislerinin yanı sıra, sitenin önünden denize girme olanağı var.

Alışveriş için gidilen “halk pazarları”ndaki (souk el fellah) raflar genellikle bomboş, ama her gün uğramak ve bulduğunuz maldan en az birkaç haftalık almak gerekiyor, çünkü hemen almazsanız yeniden ne zaman geleceğini bilemiyorsunuz. Örneğin yumurta üç ayda bir gemi ile İspanya’dan geliyor. Biz alışkanlıkla 12 yumurta istediğimizde, kuyrukta bekleyen Cezayirliler kahkahadan kırılmıştı, bu miktarı onlar bir günde tüketiyorlardı.

Askeriyeye iş yapmanın ayrıcalığı ile ordu pazarına gitme şansımız vardı; bu pazarlara sık sık yurtdışından değişik mal geliyor ve birkaç saat içinde tükeniyordu. Alınan istihbarata dayalı olarak Vanlı kolonisinin hanımları da haki minibüse dolup ambulans çabukluğuyla ordu pazarına ulaştıklarında, peçeli hanımların binadan bir gün saksafonla, başka bir gün boks eldiveni ile çıktıklarını görebiliyorlardı; rağbeti artıran, bu malların kullanım değeri değil, ikinci el satış değeri imiş.

Alkollü içki belli yerlerde satılıyordu, ama sorun oraya ulaşmak için bir saat araba kullanmak değildi, boş şişe götürmezseniz dolusunu alamıyordunuz. Kesin dönüş yapan yabancıların şişeleri, kalanlar tarafından hemen kapışılıyordu; zaten başka türlü şişe edinme olanağı yoktu. Bu koşullarda, içki şişesi en makbul hediyelerdendi, içinin dolu olması önemli değildi.


Şevki Bey, belki de fazlaca ortalıkta dolaşıp başımıza iş açmamızı istemediği için, araba sorununu çözme konusunda fazla bir çaba harcamıyordu. Yine de ekibin genç üyeleri birer birer kurslara ve sınava katılıp araba kullanma lisansı alıyorlar ve Vanlı’nın korktuğu başına geliyor, topluca bir hafta sonu gezisinde kaza yapıp hastanelik oluyorlar. Bu grubun içinde, her an herkesten daha genç mimar Özgönül Aksoy da var.

“Buçuk” olarak nitelediğim araba, en az 15 yaşında tank gibi koca bir Mercedes. Özelliği, frene basınca sirk palyaçoları gibi, fren pedalının yanından hidrolik yağı püskürtmesi. Bu sayede çok kısa sürede herkesin sol ayakkabısı yağlanıp kullanılmaz hale geldi; Cezayir’de çarşıya gidip yeni bir ayakkabı almak söz konusu değil, ortalıkta ne öyle bir çarşı, ne de bildiğimiz anlamda ayakkabı var. İkinci çift ayakkabıları kurtarmak için arabada büyük boy siyah çöp torbası bulunduruyoruz. Kim kullanacaksa torbayı ayağına geçiriyor. Ama arabanın ikinci bir özelliği daha var, kontağı kapatınca motor istop etmiyor, inip kaputu açıp nereye bağladığımızı şimdi anımsayamadığım bir ipi kuvvetlice çekmemiz gerekiyor; sanki inek arabası. Alışverişe gittiğimizde, ayağımızda yağlı torba ile inip motoru ip çekerek durdurmamız çevredekileri eğlendiriyor, kente gerçekten bir sirk gelmiş gibi.

Özgönül’den Askerlere Yemek Kursları

Şevki Vanlı, herhangi bir sorunu kendisine aktardığımızda “Bana sorun değil, çözüm getirin” diyerek kolayca kendini olayın dışına atabiliyor ama kimi sorunlar önünde sonunda onu da rahatsız edebiliyor. Örneğin, Türkiye’den getirdiği aşçı ve yamağının günün birinde ortadan kaybolması sonucu, isteyen ailelerin de bedeli karşılığı yararlanabildiği ortak yemek düzeninin çökmesiyle kendisi de güç durumda kalıyor; eşi genellikle Türkiye’de olduğu için başının çaresine bakması gerekiyor, ancak kendi deyişiyle ne “bir ekmek almışlığı var”, ne de yemek hazırlama konusunda deneyimi.

Ortak yemek düzeninin bozulması, bürodaki öğlen yemeklerini de etkiliyor; kışladaki karavana belki de daha önce denendiği için bize hitap etmiyor. Sonunda, “vatani hizmetlerini” yapmak üzere Fransa’dan geçici olarak gelmiş ve belki de yaşamları boyunca hiç yemek pişirmemiş iki er, bize yemek yapmakla görevlendiriliyor; Prof. Özgönül Aksoy da kendilerine bu konuda danışmanlık yapmakla. Yarı haşlanmış tavukları tüyleriyle birlikte yemekten ve içi hiç pişmemiş tenis topu büyüklüğündeki köftelerin dış kabuğunu gevelemekten usanınca, herkes yemeğini evinden getirmeye başlıyor.

Cezayirliler, bütün iyi niyetlerine karşın, sorunları çözmekte çok zorlanıyorlar; bazan teknik, bazan bürokratik nedenlerle. Örneğin bürodaki tek telefon hattının sağlanması üç ay sürüyor, bozulan bir fluoresan ampulun değiştirilmesi için haftalarca bekliyoruz. Evler de yeni olmalarına karşın sorun çıkarabiliyor, banyodaki şofbenimiz bozulduğunda onarımı yapacak Alman teknisyenin birkaç ay sonra geleceği öğrenildiğinde, bize, sırf banyosunu kullanmamız için ikinci bir ev daha tahsis etmek zorunda kalıyorlar. Belçika’dan getirilen ikinci el arabalar arızalandığında da parça yokluğu vb nedenlerle uzun süre onarılamıyor; yollardaki arabaların pek çoğunda, benzin depo kapağı yerinde bir paçavra tıkılı olduğunu görünce çok şaşırıyoruz; ama sonra anlıyoruz ki ülkedeki kapak sayısı araba sayısından az ve mevcutlar sıra ile kullanılıyor; günün birinde, “uygun bir yerde” benzer bir arabanın depo kapaklı olanını buluncaya dek, biz de çalınan kapağımızın yerine bir süre bez tıkıyoruz deponun ağzına.

Proje ana hatlarıyla kesinleşmeye başlayınca, uygulamaya yönelik kararların alınması aşamasına gelen binaların çizimleri, şartname ve metraj çalışmaları için yavaş yavaş önüme gelmeye başlıyor. Danışman Mühendisler Uluslararası Federasyonu (FIDIC) kurallarını izlemeye çalışıyorum ama ihale belgelerinin Fransız sistemine göre hazırlanmasında biraz zorlanıyorum. Çünkü her bir iş grubunun bağımsız bir yükleniciye ihale edileceği bir düzen sözkonusu. Ama kontrolluk olarak, ana yüklenicinin taşeronları ile ayrı ayrı muhatap olacakmışız gibi bir durum.

Cehalet Kötü Şey

İngilizce hazırladığım metinleri Fransızcaya çevirerek bana destek veren Orhan Bey, aynı zamanda ekibin idari işler sorumlusu; çünkü çok iyi Arapça biliyor; Şevki Vanlı’nın Galatasaray Lisesi’nden sınıf arkadaşı ve bu görevi, yarım gün çalışma koşuluyla kabul etmiş; artan zamanında yürütmekte olduğu bir araştırma üzerinde çalışmayı planlıyormuş. Ancak, yapılacak işler zaman içinde önceden tanımlananın çok ötesine geçmeye başlıyor; çünkü hareket olanağı kısıtlı, çoluklu çocuklu 30 kişilik bir koloninin gereksinimleri sınır tanımıyor. Çocukların okula götürülmesinden, günlük erzak alışverişine, bozulan çamaşır makinesi için tamirci bulmaktan, Şevki Bey’i havaalanına götürüp getirmeye kadar akla gelen gelmeyen her işten sorumlu tek kişi durumunda. Bunlar yetmiyormuş gibi, bir takım işler ters gittiğinde, ki Cezayir’de oldukça sık karşılaşılan bir durum, onun kabahatiymiş gibi kendisine gücendiğimizi “fazlaca” ihsas ettiğimiz oluyor. Bütün olumsuzluklara karşın, Şevki Bey ile aynı yaşlardaki bu kalender insan bir gün bile kimseye sitem etmiyor.

Aylar sonra, bu saygıdeğer insanın tarihçi Orhan Koloğlu olduğunu öğrendiğimde cehaletimden ne kadar utandığımı anlatamam. Orhan Bey, bir zamanlar Libya’da başbakanlık yapmış bir babanın oğlu ve Kuzey Afrika ile ilgili araştırmalarını tamamlamak üzere Cezayir arşivlerinde çalışıyor. Türkçe dışında üç dil bilmenin ötesinde, Şevki Bey’le olan arkadaşlık bağı nedeniyle tanımlanan görevin ötesinde büyük bir özveride bulunarak çalışıyor. Orhan Koloğlu’nu seçerek Şevki Bey’in ne denli yerinde bir karar aldığını düşünüyorum.

Şevki Bey’in iş yaşamındaki başarısında, iş arkadaşlarının seçimindeki isabetin rolü çok büyük. Cezayir bürosundaki tasarım grubunu bir anlamda yönetmek üzere seçtiği mimar Feyyaz Kuğu da bu görüşü destekleyen bir kişiliğe sahip. Bu görev için bir çaba harcaması gerekmiyor sanki; genç mimarlar henüz öğrencilik ruh halini üzerlerinden atamadıkları halde, sırf onu incitmekten kaçındıkları için kendilerini disiplin altına almaya özen gösteriyorlar.

Metrajların çıkarılmasında, bu konuda uzman olduğunu öğrendiğimiz Cezayirli teknik adam Halit Hattabi’den destek alıyorum. Çalıştığı işten ayrılmayı düşünmediği için, akşamları iş çıkışı onun Stavali (Usta Veli) adlı semtteki evine gidiyorum ve birkaç saat birlikte çalışıyoruz. Böylece bir Cezayir ailesi ile tanışma şansım oluyor. Buradaki genel çalışma anlayışının aksine Hattabi’nin işinde son derece düzenli ve dakik oluşu beni şaşırtıyor. Aile yaşamı da bize anlatılan “kaç-göç” temelli tipik yapıdan farklı; eşiyle tanıştırması, çocuklarının sayısının sınırlı oluşu vb.

Gözlemlediğimiz kadarıyla aileler çok çocuklu ve ülkedeki yönetim çocukların sağlığına, beslenmesine ve eğitimine özel önem veriyor ve maddi destek sağlıyor. Aile içinde sadece ablalar değil, abiler de küçük kardeşleri ile ilgileniyor, sorumluluk yükleniyor.

Türkiye ile ya da Avrupa ile karşılaştırıldığında çok farklı bir dünyada yaşıyoruz, ama ev ile büro arasında geçen yaşam, o dünyayı kavramamıza olanak vermiyor. Gazete ve televizyon üzerindeki denetim nedeniyle, toplumsal ve siyasi ortamda olup biteni izleyemiyoruz. Toplu ulaşımdan yararlanma olanağının sınırlılığı nedeniyle, yeterince gözlem de yapamıyoruz. Ancak, kimi hafta sonları yaptığımız gezilerle Cezayir’in doğal ve mimari değerleri konusunda fikir edinebiliyoruz. Özellikle yıl sonunda, Türkiye’ye dönüş öncesi, yıllık iznimizi Cezayir’i gezmek için değerlendirerek bu eksikliğimizi bir ölçüde gideriyoruz. (Resim 9-18)

Hazin Son

Bir yılımız dolarken, projenin uygulanmasına hemen geçilemeyeceğini öğreniyoruz. Kalıcı bir ulusal politikanın ürünü olmayıp, tek bir yöneticinin kişisel çabalarının sonucu ortaya çıkan bu tür projelerin, sanırım her toplumda, o kişinin kaderini paylaşıyor. Şevki Vanlı, proje ekibini hızla en aza indiriyor ve kısa süre içinde, teker teker “kesin dönüş” yapıyoruz.

Fotoğraflar: Yazara aittir.

Bu icerik 4590 defa görüntülenmiştir.