352
MART-NİSAN 2010
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
TOPLUM VE MİMARLIK

Mimarlık ve Kentleşmeye Toplumsal Bakış

Afşar Timuçin

“Kent düzenine toplumsal bilinç bir bütün olarak yansır ve kendimizi ayrıcalı görsek de hepimiz o bilincin bir parçasıyız.” diyor yazar.

* Mimarlar Odası tarafından, 11 Kasım 2009 tarihinde İstanbul'da gerçekleştirilen V. Mimarlık ve Eğitim Kurultayı’nda sunulmuştur.

Mimar olmadığım için size kentte yaşayan bir kişi olarak kent izlenimlerimi aktaracağım. Çünkü zaten emekliyim, kentle de çok sıkı bağım kalmadı, kaça kaça eve sığındım, evden başka kaçacak yer yok. Ahlak bozukluğunun büyük boyutlara ulaştığı bir toplumda en güzel yer evimizdir gibi geliyor bana.

Şu sıralar aydınlanmayla ilgili bir kitap hazırlıyorum. Dün akşam bir tarih kitabında 18. yüzyılla ilgili bir metin okuyordum. 18. yüzyıl yazarlarından biri diyor ki, “Fransız soyluluğu, tarihin hiçbir döneminde bu dönemde olduğu kadar soysuz olmamıştır.” Kentler ruhumuzun aynasıdır, orada kendimizi görüyoruz. Çoğu zaman kent bizim yapıtımız değil, biz onun dışındayız. Ancak onun dışında bir değer olduğumuzu düşünsek de -ki bu sadece bizim iyi niyetimiz olur- bizler onun bir parçasıyız. Çünkü her kişi, içinde yaşadığı toplumun bir parçasıdır. Biz de bu şişman kentlerde, obez kentlerde yaşıyoruz. Keşke Ortaçağ kentleri gibi 4–5 bin nüfuslu kentlerde yaşasaydık mı diyeceğiz; ama onun da tadı yok. Ortaçağ kentleri sokağa çıkmanın bile çok zor olduğu kentlerdir.

Kent beni engelliyor mu, bana kolaylıklar mı getiriyor; biraz sonra eve gideceğim, bana engel mi çıkaracak, kolaylıklar mı sağlayacak? Kent düzenine toplumsal bilinç bir bütün olarak yansır ve kendimizi ayrıcalı görsek de hepimiz o bilincin bir parçasıyız. Parça parça yapılmış olsa da her kent üzerinde düşünülerek, iyi kötü bir beğeniye göre yapılmıştır. Bu beğeni, bizim beğenimizdir. Onu bir sanat yapıtı saymak yanlış olmaz, ama çirkin bir sanat yapıtı da olabilir o. Geçen ders yılının sonunda özel bir lisede beni konuşma yapmam için çağırmışlardı. Daha doğrusu öğrencilere her yıl olduğu gibi o yıl da bir konuda ödev vermişler: Estetik. Öğrenciler hiç sevinmemiş bu işe, yüzlerinden dökülen bin parça. “Estetik de neymiş?” diye bir tavır içindeydiler. Bana “Estetik nedir?” diye sordular. “Valla uzun uzun tanımlamaya gerek yok, pencereyi açın bakın, ne olduğunu göreceksiniz” dedim.

Kentler genellikle birçok sanatçının elinden çıkmış sanat yapıtlarıdır, ancak biraz da kötü sanat yapıtlarıdır. Ressam kentin bir yanını yakalar ve bunu tuvale aktarır. O tuvalde çok güzel şeyler görürsünüz, ama orada kentten çok ressam vardır. Yani, tuvalde görünen şey, kentin olduğu şey değil, ressamın gördüğü şeydir. Mesela Maurice Utrillo hep kent görünümleri çizmiştir. Biz onun resimlerinde Paris’i tanımaktan çok, onun dalgalı ruhunu görürüz. Paris’i çıplak gözle görmek gerekir belki de.

Benimsemek istemediğimiz bir gerçek var: Toplumsal bilinç bir bütündür. Biz onun bir parçası değiliz gibi düşünürüz, ama biz onun bir parçasıyız. Yani, bütün bu çirkinliklerde ve ahlak bozukluklarında hepimizin payı var. İnsanlar genelde kendilerini ayrı ya da ayrıcalı görmek isterler, ama bu doğru değildir. Kendimizi çok zaman oldukça geri bir toplumda yaşamak zorunda kalmış ileri insanlar, zavallı insanlar gibi görüyoruz ki, bu doğru değildir, bu bir yanılsamadır. Bir kişinin en genel çerçevede biraz daha bilgili ya da kavrayışlı olması, onu toplum düzeninde ayrı bir yere koymamızı gerektirmez. Çünkü genelde toplumun temel özellikleri şu veya bu biçimde hepimize yansıyordur. Örneğin bir eğitimci olarak 8.30’da girmemiz gereken derse 8.30’da giriyor muyuz? Girmiyoruz, biz bu toplumun insanları olarak hiç değilse 15 dakika gecikebiliriz.

Çok ince bir bakış açısıyla baktığımızda şunu görürüz: Bir toplumda her kişi, görenekler çerçevesinde ortak bilince şu ya da bu ölçüde katılır. Örneğin bir toplumda insanlar yöntemli olmaktan nefret ediyorlarsa -ki bizim toplumumuz böyle bir toplumdur- yönteme en çok gereksinim duyulan işlerde çalışanlar bile yöntemden nefret etmektedirler. Mesela bizde bilimsel çalışmaların çok verimli olmaması, hatta doğru dürüst bilimsel çalışma yapılamaması, yöntem duygusundan uzak olmamızla belirgindir. “Dehalar var ama” diyeceksiniz. Onları ayrı tutmak gerekir, onlar tabii ki toplumun parçası olmakla birlikte, toplumun üstünde insanlardır, ama onlar da kırk yılda bir geliyorlar. Bir Sait Faik geldi, yıllardır bekliyoruz ki yeni bir Sait Faik gelsin, ama gelmiyor.

Dehaların bizimle bir ilgisi pek yoktur o anlamda, onlar toplumun içindedirler ama aynı zamanda aykırı insan rolü oynarlar. Oysa biz aykırı insan rolü oynamayız çoğu zaman, her zaman bir bütünün içinde erimek isteriz. Sürü ahlakı bizim için daha önemlidir, çete çok daha sıcak ve güvenli bir ortamdır.

Dehalar, toplumsal, hatta evrensel gelişime katkıda bulunurken hem toplumun yerlisi, hem de yabancısıdırlar. Yerliyken iyice yerlidirler, çünkü toplumu hepimizden iyi tanırlar. Yabancıyken iyice yabancıdırlar, çünkü o topluma yerleşememişlerdir.

19. yüzyılın Paris’ini, hatta Fransa’sını Balzac kadar iyi tanıyan hemen hemen kimse yoktur diyebiliriz. Diyor ki bir yerde, “Paris’te herşey görümlüktür, en gerçek acı bile. Şu oğlan annesinin tabutunu izlerken görelim nasıl gözyaşı döküyor diye pencerelere üşüşen insanlar vardır. Bir kellenin nasıl koptuğunu görebilmek için iyi bir yer tutmak isteyenler olduğu gibi. Dünyanın hiçbir halkı böylesine açgözlü değildir.”Fransız halkını çok yakından tanıyan Balzac, 19. yüzyılın bu büyük dehası, kendi toplumunun gerçeğinden genel insanın gerçeğine uzanır çoğu zaman yapıtlarında. Hemen hemen bütün dünyayı anlatıyor şu cümleleriyle: “Kim fikir dünyasına bir taş koysa, kim bir yanlışa parmak bassa, kim kendini korumak için kötüye işaret etse, adı ahlaksıza çıkar. Yürekli yazara hiç mi hiç dokunmayan bu ahlaksızlık suçlaması, bir şaire söylenebilecek sözlerin sonuncusudur. Resminizi yaparken doğru bir yerdeyseniz, geceyi gündüze katarak dünyanın en güç dilinde yazmayı başarıyorsanız, yüzünüze hemen ahlaksız sözünü kusacaklardır.”

Herhangi bir sanat yapıtında yansıyan bilinç, tek bir kişinin bilincinde yansısını bulan toplumsal bilinçtir. Bir roman hem bir kişinin, hem bir toplumun ürünüdür. Eğer bir roman, bir toplumu ya da genel insanı ortaya koyduğu bakış açısıyla verebiliyorsa romandır. Bir toplumun ruhunu ya da özünü kavrayabilmek için dehaların yapıtlarına başvurmak gerekir. Bir toplumun girdisini çıktısını kavrayabilmek için de, tersine, sıradan yapıtlara başvurmak gerekir. Mesela bugünün edebiyat dergilerini karıştırıp da şiirin sefaletini görürseniz, bu toplumun nasıl bir şiirsizlik içine düştüğünü çok iyi anlarsınız. Yani, Nazım Hikmet’in şiirinden ya da Yahya Kemal’in şiirinden ya da Fazıl Hüsnü’nün şiirinden değil, bu kötü şiirlerden giderek bugünkü çöküntüyü kavramak mümkündür ya da daha kolaydır.

Örneğin, bugün içinde yaşadığımız toplumun ne biçim bir kültür kaymasına uğradığını görebilmek için, bugünün şiirine, romanına, tiyatrosuna bakmak yeter. “Yeni romanları okumuyorsun ve havadan yargılar veriyorsun” diyorlar. Hayır, okumaya çalışıyorum. Geçenlerde bir roman aldım, bir hanım yazmış. Bir eski valiyi anlatıyor. Garip bir roman! Erzincan’ı anlatıyor: “Erzincan öyle bir şehirdir ki, ara sıra göbek atmaya başlar.”Erzincan’da ara sıra deprem olur anlamında. Bu bir yetersizlikten başka bir şey değildir.

Kent düzeniyle ilgili gözlemlerimiz de bu konuda tabii ki bize sonsuz güzel veriler sağlayacaktır. Örneğin bugün İstanbul’da bir saatlik bir geziye çıkan bir yabancı, bu bir saatin içinde düzensizliklerimizin, yöntemsizliklerimizin, bencilliklerimizin, saygısızlıklarımızın, yetersizliklerimizin haritasını çıkaracaktır. Kenti dolaşan bu yabancı, “Boğaz güzel, rakı güzel, kebap güzel, hava güzel” gerçeğinin ötesinde kaskatı gerçeklerle karşılaşacaktır. O, bu gerçekleri sevebilir de. İnsanlar olumsuz şeyleri olumluya yorup pek güzel rahatlayabilirler. Mesela bir genç kız size omuz vurup geçiyorsa, bu bir özgürlük tavrı gibi algılanabilir. Benim bir tanıdığım hanım, çok eski bir arkadaşım, yine yakın arkadaşım olan bir adamla evlenmişti. O adam son derece sorumsuz, zamana aldırmayan bir kişiydi, sonra ayrıldılar. Ayrılma gerekçesini bana söylerken hanım arkadaşımşöyle demişti: “Önceleri bir buçuk saat geç gelirdi randevuya, ne kadar özgür bir adam derdim. Özgürlük falan değil, bu düpedüz saygısızlıkmış meğer; evlendikten sonra anladım.”

Ne kötü, herşeye alışıyoruz ve ne iyi, herşeye alışıyoruz. Ne iyi diyorum, yoksa yaşamımızı sürdüremezdik. Ağzımızı büze büze konuşurken, zeytinyağlı fasulyeyi çatal bıçakla yerken, kurufasulyenin suyuna ekmek batırmazken belki iyi yapıyoruz, ama gerçekte başka şeyleri gözden kaçırıyor muyuz? Magazin dergisinden başka bir şey olmayan gazetelere alışıyoruz. Her gün ayrı bir yerde pıtrak gibi biten gecekondu üniversitelere alışıyoruz, 140 tane olmuş şimdi, herhalde yakında 200’ü bulur. Bilimin ne olduğunu bilmeyen munkabız bilim adamlarına alışıyoruz. Arzuhalci diliyle roman yazan sözde romancılara alışıyoruz. Siyasetin “s”sinden haberi olmayan siyaset adamlarına alışıyoruz. Hanımın kapısını çalıyorlar, “Seni milletvekili yapacağız” diyorlar. Kadın, mutfaktaki işini bırakıp Ankara’ya gidiyor.

Demek ki kent, ruhumuzun aynasıdır; sizin, benim ve hepimizin ruhunun aynasıdır. Hiçbirimiz ayrı ya da ayrıcalı değiliz. Bu kent bizim ortak suçumuzdur ya da ortak başarımızdır.

 

Afşar Timuçin, Prof. Dr., Kocaeli Üniversitesi, Felsefe Bölümü Emekli Öğretim Üyesi; Şair

Bu icerik 6122 defa görüntülenmiştir.