ANMA
Sonbaharda Peşisıra Kaybettiğimiz Değerli İsimler: GÜRHAN TÜMER, EMRE MADRAN, OKTAY EKİNCİ
Ali Cengizkan, Hikmet Gökmen, Nimet Özgönül, Deniz İncedayı, Ataol Behramoğlu
Mimarlık camiamızın değer verilen ve çok sevilen isimlerini birbiri peşisıra kaybettik: Gürhan Tümer, Emre Madran, Oktay Ekinci... Mimarlar Odası ve Mimarlık dergisine katkıları yadsınamaz, hatta Oktay Ekinci gibi ismi Oda ile özdeşleşmiş değerli isimlerin kaybı bizleri derinden sarstı. Saygı ve sevgi ile anıyoruz.
Eğitimci kişiliğinin yanı sıra, mimarlık ve edebiyat alanındaki çalışmaları ile tanınan, uzun yıllar Mimarlık ve Ege Mimarlık dergisi Yayın Kurullarında değerli katkılar yapan, 2004 Ulusal Mimarlık Ödülleri “Mimarlığa Katkı Ödülü” sahibi, DEÜ Mimarlık Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. GÜRHAN TÜMER...
Eğitimci kişiliğinin yanı sıra, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi koruma tarihi, geleneksel yapı malzemesi ve yapım teknikleri, koruma mevzuatı, alan yönetimi, korumanın yönetsel ve parasal yönleri alanlarındaki çalışmaları ile tanınan, Mimarlar Odası 40. dönem (2006-2008) ve 41. dönem (2008-2010) Merkez Yönetim Kurulu üyesi, ODTÜ Mimarlık Fakültesi emekli öğretim üyesi Doç. Dr. EMRE MADRAN...
Mimarlar Odası’nda uzun yıllar mesleğin farklı alanlarına önemli katkılarda bulunan, özellikle tarihi yapı ve çevrelerin korunması konusundaki kapsamlı çalışmaların öncüsü olan; 1998-2002 ve 2004-2006 yılları arasında Mimarlar Odası Genel Başkanı olarak görev yapan, 1980'lerden bu yana Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarı olarak sürekli yazılar yazan, 2007’den beri “İmar Dosyası” programını hazırlayan; 1993'den bugüne İstanbul, Erzurum, Antalya ve Muğla Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulları'nda görev yapan; 1995 yılı Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başarı Ödülü, Mimarlar Odası'nın "Kayaköyü Barış ve Dostluk Köyü" kampanyasındaki etkin çalışmaları nedeniyle 1996 yılı Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü ve 2001 yılı Uluslararası Kültürel Varlıkların Restorasyonu ve Korunması Çalışmaları Merkezi (ICCROM) Onur Ödülü sahibi olan OKTAY EKİNCİ...
Bir Güzel Atlı:
Gürhan Tümer’i Anlamak / Anlatmak
Gürhan Tümer’i anlamak zor olduğu için onu anlatmak da zor. Dörtnala giden bir atlının imgesini yakalamak gibi; çizgiler birbirine karışır, hangisi at, hangisi üstündeki, hangisi yolun özelliklerinden bulaşan zerrecikler, değerler, ışıklar… Rahvana döndüğünde yavaşlar, gelir yanınıza, terlemiş atın sağrısını sıvazlayarak...
Gürhan Tümer’i anlamak zor olduğu için onu anlatmak da zor. Çok birlikte vakitlerimiz oldu, birbirimizi oldukça iyi anladığımızı düşünüyordum. Bu birliktelikler, uzun saatlerin harcandığı, uzun konuşmaların ve sohbetlerin geçtiği birliktelikler değil. Bir ağabey-kardeş ilişkisi içinde aynı kültür havuzunda bulunmanın getirdiği ortaklıklara dayanan, bazen ayda bir, bazen yılda bir yan yana gelinen karşılaşmalarda paylaşılıveren şeylerin yarattığı sihirli ortaklaşa ortamın sağladığı birliktelikler… Çoğunlukla, biraraya gelmenin nedeni dışsal oldu: Ya bir terfi-atama jürisi ortaklığı ya bir değerlendirme jürisi birlikteliği ya aynı konferans ya da etkinliği izlerken karşılaşmanın getirdiği ortaklıklar… Tümünde de bu garip sihir “anlaşma”yı yönlendirdi. Onun başladığı tümceyi sizin tamamlamanız gibi, ya da sizin betimlemeye başladığınız fikri onun örneklendirmesi kadar şaşırtıcı, baştan çıkarıcı, “evde” ve “huzurlu” hissettirici…
Şimdi üzerinde düşündükçe, bu sihrin yaratıcısının kendisi olduğunu düşünüyorum, daha çok. Büyük bir dinleme yeteneğinin bulunması ve bunu kullanması, aynı zamanda da karşı atak yapma ve eleştirme hakkı doğurup veriyordu ona. Çünkü bu dinleme yeteneğinin verdiği sabır sayesinde, kendi donanımında olan birikimi devreye sokabiliyor, her olguya ve herkese eleştirel tutumla bakabiliyor, bütün bu duruşu kişiselleştirmediği için de tartışmayı vurguladığı / önemsediği konu üzerinde tutabiliyor, dolayısıyla kendine karşı bile bağımsızlığını elde ediyor, kendi kendisini de aynı gönül ferahlığı ve açıklıkla eleştirip kendiyle dalga geçebiliyordu.
Bu pozisyon, mimarlığa bakışını da aynı özgür ve özgün noktaya çekti. Her zamanki gibi alçakgönüllü idi ve bu sayede çok tekinsiz betimleme, tanımlama, eleştirel pozisyon belirleme alanlarına girebildi. İroni ve sabrı, atının terkisinden hiç eksik etmedi. Geliştirdiği engin bakış altında her zaman bir bilgi birikimi ve çalışkanlık vardı. Ömrünün son anlarına kadar sürdüğünden emin olduğum bu çalışkanlığı yüzünden belki dünya ona yeterince hakettiğini veremedi. Ama onun bu konuda da bir beklentisi, bir umuru olduğunu sanmıyorum. Daha doğru bir biçimde ifade edersem, umurunda olan şeylerin karşılığını aldığını ve bulduğunu düşünmüş olabilir. Mutlaka böyledir.
Mutlaka böyledir. Bu kadar çok sayıda kitap, bu kadar çok sayıda köşe yazısı, bu kadar çok ilgi alanı, bu kadar çok yönseme ve arayış, bu kadar çok disiplinlerarası bakış ve disipliniçi derinlik, bu kadar çok çeşitliliğin bu kadar tutarlı bir potada yan yana tutulabilmesi, bu kadar çok öğrencinin yetiştirilmesi…
Mutlaka böyledir. Umurunda olan şeylerin hakkını fazlasıyla verdiğini düşünüyorum.
Ali Cengizkan
Hocam Gürhan Tümer
Sevgili Hocam Gürhan Tümer’le tanışmamız Ege Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Mimarlık Bölümü’ne başladığım 1978 yılı Şubat ayıdır. Tümer, mimari tasarıma giriş dersinin hocalarından biriydi. Farklıydı, hem de çok… Herkes çizerek anlatırken, o sorular soruyordu. Bu yaklaşım önceleri bizleri şaşırtmıştı. Hocalarımızı tanıdıkça, Tümer’in farklı kişiliğini de anlamaya başladık. Tartışan, yazan ve kitapları olan bir hocamızdı.
Sevgili Gürhan Hoca’nın bu farklılığı yüksek lisans eğitimizdeki derslerinde bizleri daha da etkiledi. Verdiği araştırma konuları, bu konuların ele alınışı, hep sorgulayan, hep tartışan, sürekli olarak başka disiplinlerle ilişkilendirmeye çalışan yaklaşımı, bizi de farklı boyutlarda düşünmeye, konulara başka açılardan bakmaya (becerebildik mi?) itti.
Hocamla birlikteliğimiz lisans ve yüksek lisans eğitimi ile sınırlı kalmadı. 1983 yılında okulda başlayan çalışma hayatım ile başka alanlarda da devam etti. Uzun yıllar birlikte lisans stüdyolarının farklı kotlarında derse girdik, önce asistanı oldum, sonra da birlikte stüdyo yürütücülüğü yaptık. Bu süreçte, sakin kişiliği ve herkese eşit mesafedeki davranışları ile dikkatimi çekti. Önceleri hep dinlerdi, tüm fikirleri alır, sonra kendi düşüncelerini bizlerle paylaşırdı. Hiç bakmadığımız, görmediğimiz açıdan olaya baktırır, bunun üzerine uzun saatler tartışırdık… Ne çok şey öğrenmişiz bu ortamlarda.
Kurumda birlikte çalışmak, birçok ortak işi de birlikte yapmayı getirdi. Tümer’le sempozyumlar, yaz okulları düzenledik, Karadeniz’e, güneye öğrenci gezileri yaptık. Bunların hepsinde, hep bizlerle birlikte, bizim gibi çalıştı. Sempozyum programlarını birlikte katladık ve zarflara yerleştirdik, yaz okullarında birlikte sabahladık, gezilerde otobüsteki öğrencileri birlikte saydık. Hep yanımızda idi, hep motive etti. Enerjimizi ve moralimizi yüksek tuttu. İyi ki vardı…
Hocam, idari işleri hiç sevmezdi. Yapamayacağından değildi, bu işlerden uzak durması. Hem kendi sevdiği işlerine daha az zaman kalacağından endişelenir, hem de çalışma arkadaşlarını üzmek istemezdi. Ama ister istemez bu işler başına düştüğünde, yine bizlerle birlikte kararları vermeye çalıştı. Düşüncelerini hep paylaştı. Bazen kendi üzüldü, ama bizleri hiç üzmedi.
Okul dışında da çeşitli ortamlarda da birlikte olduk hocamla. Bu birlikteliğin en yoğununu yayın kurulu üyeliklerinde yaşadım: Önce “Ege Mimarlık”, daha sonra da “Mimarlık” dergisi. Bu yayın kurulu ortamları benim için bir başka öğretici oldu. Gündemdeki konulara, gelen yazılara, dosya konularına yaklaşımlarıyla bizlere konulara farklı açılardan nasıl bakılabileceğini gösterdi. Ortaya koyduğu ilginç fikirleri ile konuları uzun uzun tartışmamızı sağladı, yeni gündemler ve yeni konular üzerine düşündürttü. Bu ortamlarda her zaman sakinliğini, bilgeliğini korudu. Bu kişiliği birçoğumuzun çalışmalarına yön verdi.
35 yıl boyunca derslerde, stüdyolarda, tez jürilerinde, yayın kurullarında birlikte olduğum her ortamda sakin, zarif, bilge, sorgulatan, düşündüren kişiliği ile hep örnek oldu. Tüm bunları örnek olmak için yapmadı. Bunlar, onun yaşamının olmazsa olmazlarıydı. Bunlar için yaşadı… Ruhu şad olsun.
Hikmet Sivri Gökmen
Dostları için İçten, İnanmış, Özverili bir İnsan,
Öğrencileri için Sevecen Tonton bir Hoca:
EMRE MADRAN
Önce hocam, sonrasında abim, iş arkadaşım, meslektaşım ama en çok da her konuda çok tartıştığım en iyi dostum, sevgili Emre abim...
Konuşur, kıyasıya tartışır, iddialaşırdık, hatta inatlaşırdık da. Hemen hemen her konuda pek çok şey konuştuk, herkesin bir sırdaşı vardır hayatta, çok yakınlarımızla bile paylaşamadıklarımızı paylaştık. Zaman geldi anlaşamadık, tartıştık ama hiçbir zaman birlikteliğimizden ve ürettiklerimizden pişman olmadık.
Onu 1981 yılında Restorasyon Yüksek Lisans Bölümü’ne girdiğim zaman tanıdım. Kültür Bakanlığı’ndaki işinden ayrılarak akademik ortama yeni katılmıştı. Aynı mahallede, aynı sokağın iki ucundaki apartmanlarda oturuyorduk, aynı duraktan ODTÜ otobüsüne biniyorduk.
Okula birlikte başlamış sayılırdık. 1980 darbesi ve sonrası YÖK yasası ile Restorasyon Bölümü anabilim dalına dönüşürken, yasanın getirileri ve başka nedenlerle, ayrılan çok sayıdaki hocalarımızla ODTÜ’de yaprak dökümü başlamıştı. Gücün azaldığı bu durumda Emre abi, Mimarlık Bölümüne tüm mimarlık okullarında varolan ancak ODTÜ Mimarlık Bölümü’nde yer almayan koruma ile ilgili bir dersi (Arch 152 Architectural Surveying), tüm zorluklara rağmen zorunlu ders olarak kabul ettirmiş, alt yapısını kurgulamış, sıkıyönetim nedeniyle iptal edilen stajlarının bir bölümünü de tarihî dokuda yaz stajı olarak kabul ettirmiştir. Hatta öğrenci stajlarında arkeolojik alanlarda yapılan çalışmaları da stajına saydırtmıştır. Zorlu geçen yıllarda bölümün varlığını sürdürmek için kamu kurumlarına projeler üretmiş, yurtdışında anabilim dalını tanıtmak amacı ile de sergiler düzenlemiştir. Bu yüzden Emre hoca denildiğinde, onunla olan ilişkileriniz sorulduğunda akla gelen ilk cevap her zaman, “aynı anda birçok işi birarada yapmak ve çok çalışmak” olurdu.
İnsan gücünün, teknoloji ve parasal kaynakların az olduğu bu dönemde anabilim dalını ayakta tutmak ve bu arada bölümün bazı altyapılarına kaynak sağlamak böylesi bir özveri ile sağlanabilmiştir. Bu durumu bilenler bilir ama Emre abiden asla duymamışsınızdır. Çünkü o, tüm bunların kurumsal bir görev olduğu bilinci ile kimseye hissettirmeden, rencide etmeden yapardı.
Bunlar Emre abi ile birlikteliğimizde, ilk yıllardaki küçük enstantanelerdir. Bu ve benzeri hoşluk, sorumluluk ve eylemlilikleri 32 yıllık ilişki içinde tanımlamaya, yazmaya zaman yetmez. En büyük düşü, eğitim dünyasında, yolun başındaki gençler ve öğrencileri için yazılı eser bırakmak, uygulamadaki kişilere bildiklerini aktarmak, koruma ile ilgili kurum, kuruluşlara ise yasal, yönetsel ve kuram konusunda yardım edebilmek ve bilimsel altyapılarını oluşturmaktı. Tüm bunları yazıları, eğitim ve uygulama kanallarıyla gerçekleştirmeyi seçti, bunu çok önemli bir oranda da başardı.
Hocaları istasyon, öğrencileri tren olarak tanımlayan, Emre abi, yakınında ve uzağındaki tüm yolcuların yollarını her anlamda kolaylaştırmış, tedrisatından geçen her öğrencisini her nerede olursa olsun izlemiştir. Yolcu olanlar bilirdik ki, bir telefon uzaklığında her zaman danışabileceği bir Emre abi vardı. Korumanın her konusunda yazan, fikir üreten ancak kendini önemli bir değer olarak görmeyen tavrı onun mütevazı kişiliğini sunarken, köpeklerden korkan çocuksu yanı ve bu korkusunu itiraf edebilen naifliği ve kalabalıkların içinde kendini ne kadar yalnız hissettiğini söyleyebilmesi onun dürüstlüğünün ve samimiyetinin göstergeleridir.
Türkiye’de koruma konusunda, bulunduğu kurumlarda öğretilerini pratiğe aktararak hazırladığı yasal düzenlemeler ile 1970 sonrası Türkiye’nin koruma tarihini yazan, en zor ve karmaşık konularda başvurulan, ürettiğini paylaşan nadir insan Emre abinin herhangi bir konuda şikâyet ettiğini hatırlamıyorum. Eskiden yüzündeki muzip ifade, çocuksu heyecanı, son yıllarda ise gözlerini kapatarak aklından kim bilir neler geçiyor şimdi dedirten gülümsemesi ya da uyuyor mu sorusuna karşın verdiği cevaplar ve karşısındakini şaşırtan sorularla işini tutkuyla yapan, kendini işinde kaybeden, vaktini işine vakfeden durum onu özel kılan yanlarıydı. Aslında onun için iş, iş olsun diye yapılan bir şey değil, bir varoluş biçimiydi.
2000’lerin başında yılında geçirdiği kalp krizinden sonra, çok kısa bir süre sakinleyen yaşam biçimini son yıllarda tekrar hızlandırmıştı. Bu yaşam şeklini, hızlı tempoyu eleştirerek kendisine aşırı yüklendiğini söylediğimde, “Ben artık defoluyum evladım, sizin zamanınız var, benim böylesi bir zamanım ve de lüksüm yok ve yapılması gereken de çok şey var” derdi. Koruma konusunda yazmak, her kim olursa olsun kişi ya da çok sevdiği eski esere katkıda bulunmak ve tabii ki bu esnada zamanla yarışmak, yaşamının büyük bir kısmını gençlerle birlikte olabildiğince geçirmek, onlara “yaşam, eğitim adabı” öğretmek son yıllardaki yaşam felsefesini oluşturmuştu.
Mimarlar Odası Merkez Yönetim kurul üyeliği yaptığı 40. ve 41. dönemlerinde (2006-2010), bombardıman halinde yağan yasalara karşın yaptığı değerlendirmeler mimarlık mesleğini ilgilendiren, ülke ölçeğinde “Cumhuriyetin mimari mirası”, “kültürel peyzaj”, “endüstri mirası” ve benzeri konularda açtığı yeni kavramları tartışan etkinlikler ise mimarlık ortamına sunduğu katkılar olmuştur. Bu süreçte, oda içinde kendisine önerilen, ya da kendisinin yüklendiği her görevi özveri ile üstlenmiş, komite ve komisyonlarda görev alarak, meslek odasına olan borcunu ödemeye çalıştığını her ortamda dile getirmiştir. Bu süreçte meslektaşlarına deneyimlerini aktarmak gibi bir görevi kendi kendine vermiş, yoğun yaşamına bir de bunları katmıştır.
Muhalif tavrını her zaman net, basit ve anlaşılır bir şekilde ifade etmiştir. Kendisine yapılan haksızlıkları, onların acıtıcı sonuçlarını derin bir sessizlikle karşılamış, kırgın da olsa kusur etmemeyi seçmiştir.
Koruma konusunu hiç bilmeyen kişilerin aldığı işlere verdiği katkıyı eleştiren arkadaşlara (buna ben de dahilim) verdiği cevap “Sistem, düzen bu, uzman olan ve olmayanı ayırmıyor, bu durumda kişiler önemli değil, eski eserin zarar görmemesi gerekir, ben kişiyi değil eseri düşündüğüm için bilgi ve deneyimimi hiç kimseden esirgemem” derdi. Bu davranışı onun mesleğe olan sevgisi ile ancak açıklanabilir. Çalışırken tercihi insanlardan çok eser yönünde olmuştur. Çalışılmaz diye düşündüğünüz ortamlarda çalışmış, kişileri geriye atarak eserin doğru onarılması için çaba harcamıştır. Kendisini bazı konularda eleştirenler için ise her zaman “Hayatımız, yaptığımız tercihlerin toplamıdır” demiştir.
“Aslında çok yorgunum biliyor musun?” demişti, birlikte son yediğimiz yemekte. Buna rağmen hâlâ yapacaklarını sıralıyordu heyecanla. Restorasyon Yüksek Lisans Programı’na gelecek gençler için bir başvuru kitabı “Koruma Ansiklopedisi” hazırlıyordu, çoğunluğu bitmişti, detaylarını konuştuk. İçinde yaşadığımız ülkenin çapulcu gelecek nesilleri için yazılı bir eser daha bırakmak istiyordu.
Başladığı işleri çabuk bitirmekte aceleci olan Emre abi ile çalışmak zaman zaman gerilimli de olsa çok keyifliydi. Benim unuttuğum kimi detayları hatırlattığında, onun kurguladığı bazı konuları ben alt üst ettiğimde, aslında her birimizin anılarının ve birikimlerinin bir süredir birlikte kurulduğunu, ortaklaştığını, birleşerek bir örüntü oluşturduğunu, paylaşıldığında daha da anlam kazandığını düşünmüştüm her yaptığımız çalışmanın sonunda.
Yorulan ancak yorulmak bilmeyen Emre abi, hani bazen de “Çok yoruldum, çekip gitmek istiyorum” derdi. Bu durumda özlemi bir küçük kasabada, üst katta evi olan bir bakkalı işletmekti; rahat, huzurlu, çekişmesiz, kavgasız, gürültüsüz… Bu denli de mütevaziydi yaşamdan bekledikleri.
Gidişinin üzerinden kaç gün geçti, inan hatırlamıyorum, hâlâ bir yerden gelecekmişsin gibi. Senin de olacağın ama olamadığın Bartın’da tüm ekip Taş Han’da içtiği her yudumda senin yokluğunu bir kez daha duyumsadı.
Dostları Emre Madran’ı içtenliği, inanmışlığı, özverili görev anlayışı ile sevgi ve özlemle; öğrencileri, genç dostları ise onu her daim hocaları ama daha çok sevgili arkadaşları olarak hatırlayacaklardır.
Değerli bir dost eksildi, mimarlık ve koruma camiasından tutkulu bir nefer eksildi, öğrencilerinin deyimiyle “sevecen tonton bir hoca” eksildi, Emre abinin yokluğuyla ben de eksildim.
Ölümün bir başka şeyi öğretti bana Emre abi, yapacaklarımızı ertelememeyi...
Nimet Özgönül
Öylece Kalakaldık. Issız, Oktay’sız…
Geçirdiği rahatsızlık sonrasında 15 Ekim 2013 günü değerli meslektaşımız Oktay Ekinci’yi kaybetmek hepimizde derin bir üzüntü yarattı. Oktay Ekinci özgün mimar kimliğinin yanı sıra, önemli bir kültür ve düşünce insanıydı. Cumhuriyetimizin değerlerine sahip çıkan, araştırmacı bir aydındı. Mimar kökeniyle aydınlanmacı kimliğini bütünleştirerek, sadece ülkenin doğal ve kültürel değerlerinin korunmasına değil, “koruma ve yaşatmanın” bütünlüğüne, bu fikrin toplumda oluşmasına ve yaygınlaşmasına büyük emek verdi. Emek vermeyi yazmanın, konuşmanın ötesine taşıdı ve bunu “içinde yaşayarak” gerçekleştirdi. O nedenle de, hastane günlerinde espriyle söylediği, “Biliyor musunuz, ben bu siluet için ömrümü verdim” sözlerinde sonuna kadar haklıydı, hatta mütevaziydi.
Oktay Ekinci, kısa özgeçmişinde de görüleceği gibi, öğrencilik yıllarından başlayarak bir düşünce üreticisi, bir tartışmacı, bir araştırıcı oldu. Tasarımcı, öğretim görevlisi, imar müdürü, korumacı, gazeteci, yazar, yayıncı, program yapımcısı gibi farklı alanlarda mesleğini üretti. Kentlerin ve çevrenin sağlıklı gelişimi, kültürel tutarlılık, yerel değerlendirmeler gibi dünya gündeminin başat konularını sürekli tartışmaya açtı, toplumla paylaştı. Bu nitelikleriyle bir öncü, bir lider oldu. Yazılarıyla toplumun sesi oldu. Her yaştan, her meslekten milyonlarca okurunun duygu ve düşüncelerinin sözcüsüydü. Çalışmaları ulusal ve uluslararası ölçekte önemli ödüllere değer bulundu.
Oktay Ekinci, varolan durumu saptamakla yetinmezdi, çözümlemeciydi. Gelişmelerin ve dönüşümün arka planındaki ilişkileri, küresel rant tutkusunu gün ışığına çıkarttı. Böylelikle, mimarlığın planlama alanıyla, siyasi düşünceyle, ekonomi ve sosyal bilimlerle ilişkilerini kurdu ve toplumun bilgi edinme hakkını kesintisiz destekledi. Kamusal mekânın, doğanın ve kentin, yağma ve pazarlama anlayışına teslim olmasına başkaldırdı. Başkaldırmakla da kalmadı ve bilimin ışığında, meslek ahlakı ilkeleriyle, demokrasi, insan hakları çerçevesinde bu gidişin karşısında durdu. O nedenle de bir savaşçı, bir devrimci, mimarlığın simgesel ışığı oldu.
Kurumlar arası ilişkilere önem verirdi. Eğitim alanını uygulama alanıyla, sivil toplumu yönetim çevreleriyle biraraya getiren, birarada tartışarak dönüştürmeyi hedefleyen bir ilericiydi. Yerel yöneticilerle, eğitim kadrolarıyla, gazetecilerle, yazarlarla, aydınlarla ve en başta toplumla ilişkileri bu nedenle güçlüydü. Önceliği her zaman toplumsal kazanımlara verdi.
2007 yılından bu yana hazırladığı ve sunduğu “İmar Dosyası” başlıklı programı çok değerliydi. Öncelikle çevre ve kent sorunlarını, mimarlığı ve tasarım alanını böylesine boyutlu ve disiplinlerarası ilişkileriyle tartışan programlardan yoksun olduğumuz için çok değerli. Ayrıca çevremizdeki gelişmeleri, uygulama sorunlarını, imar planı düşüncesini, kentsel dönüşümü, insan haklarını, çevre hukukunu yalınlıkla kamuyla paylaştığı için çok önemli. Program, içeriği, tartışma başlıkları ve davetli konuşmacılarıyla bir belgesel niteliğindeydi, toplumun, kentlerin, mimarlığın belleği oldu.
Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA), değerli meslektaşımızın kaybından sonra, meslek Odamıza gönderdiği mektupta Oktay Ekinci’yi, “UIA Dünya Mimarlık Kongrelerinin en başarılılarından birisini hazırlayan başkan” olarak tanımlıyor. Bu çok doğru, çünkü Oktay Ekinci (kuşkusuz tüm değerli ekibiyle) 2005 Dünya Mimarlık Kongresi’ni herhangi bir mimarlık kongresi olmaktan çıkartmıştı. Tasarladığı “hazırlık süreci” özgündü. Dünya mimarlarına evsahipliğini, ülke ve toplum adına bir kazanıma dönüştürmeyi amaçladı ve bunu başardı. Kurduğu “Eşgüdüm Komitesi”, 2004 yılından başlayarak uluslararası etkinlik için ülkenin her bölgesinde, birçok kentinde buluşmalar düzenledi. Yöneticileri, mimarları, yerel sakinleri biraraya getirdi, tartışmaya kattı. Böylelikle, UIA 2005 Dünya Mimarlık Kongresi daha başlamadan başarılı olmuştu. Başkan Ekinci, yaratıcı modeliyle, UIA’nın hedeflediği tartışma başlıklarını, dünya mimarlık gündemini süreç olarak değerlendirmiş, yerel yönetimlerin ve kamuoyunun buluşmasını sağlamış, katılımı kalıcı kılmayı önermişti. Kongreye de yansıyan sürecin katkısı ya da kendisinin çok sevdiği deyimle “ruhu”, İstanbul Kongresi’ni en başarılı birkaç kongreden biri yapmaya yetmişti. Amaca ulaşılmıştı. Bu nedenledir ki, bugün sevgili Oktay Ekinci, dile getirdiği her kentsel hukuksuzluk, bilim dışı tutum ve sosyal adaletsizlikte UIA 2005 İstanbul Kongre Bildirgesi’ni anımsatır, yetkilileri uyarırdı. Kazanımlara sahip çıkar, takipçisi olurdu.
**
Hiçbir kimliğin, kaybın yerini doldurmak kolay değil kuşkusuz. Oktay Ekinci’nin yerini doldurmak ise olanaksız. Oktay Ekinci, kültür dünyası, sanat dünyası, bilim dünyası açısından ülkemiz ve dünya için büyük bir kayıp. Çünkü onun yaşam biçimiyle, insan ve çevre dostu felsefesiyle, ürettikleriyle, küresel baskıların ve rant tutkusunun karşısında, çevre ve kültür değerlerini, kamu yararını, demokrasiyi, hukuku, evrensel bilim ve ahlak ilkelerini savunan mesajları çok güçlü. O, kentin, çevrenin ve toplumların küresel tehditler altındaki sağlıksız gelişmesini kökten eleştiriyor, farkındalığın öncüsü oluyor. Kendisinin de itiraf ettiği gibi, ömrünü topluma, çevreye, geleceğe, aydınlığa adadı. İnsanın onurlu yaşama hakkına hiç yılmadan sahip çıktı. Bundan sonra da, yaşamındaki gibi, öğrettikleriyle hep bizimle olacak, hep önden gidecek…
Deniz İncedayı
Ölümü Kabullenmek
Bu yazı, kardeşim, arkadaşım, düşündaşım, kaygıdaşım, omuzdaşım, gazetede masa komşum Oktay Ekinci için olacak.
Oktay Ekinci öldü. Bu üç sözcüğü yan yana getirmek ne anlama geliyor? Daha dün, önceki gün, geçen hafta, geçen ay, görüştüğümüz, konuştuğumuz, birlikte yemek yediğimiz, gazeteye her gelişimde komşu masada çalışmalarına gömülmüş olarak gördüğüm sevgili arkadaşımız artık yok mu? “Öldü” sözcüğü ne anlama geliyor? Bir yaşam bir dostluk, bir insan, tek bir sözcüğe sığar mı? Öldü demekle gerçekten ölmüş mü olacak? Bu üzüntüyü, bu kederi, herkesin yaşadığını, ölüm olgusunun ve kavramının insanlığı en başından beri uğraştırdığını biliyorum elbette. Yine de gerçekle kavram arasındaki gelgitlerle uğraşmayı sürdüreceğiz. Algılamakta güçlük çektiğimiz ölüm olgusunu kavramlara dönüştürerek aşmaya çalışacağız…
Bununla ne demek istediğimi biraz daha açmaya, kendim için de daha çok aydınlatmaya çalışayım… Ölüm, tıpkı yaşam gibi, bir gerçeklik. Ama onu kabullenmek, yaşamı kabullenmek gibi bir şey değil. Yaşam zaten kendiliğinden, doğal olarak yaşanmakta olan bir süreç… Ama ölümün gerçekliği farklı. Aklıma Lev Tolstoy’un ilk yapıtlarından “Çocukluk”taki anne ölümünün betimi geliyor. Ölü annenin yüzüne ısrarla bakmakta olan çocuğun zihninden ve ruhundan geçenler… O algılama güçlüğü ve karmaşası… Sonunda ölüm gerçeğini neredeyse fiziksel bir dönüşümle içselleştiriyor… Bu, kabullenmekten farklı bir şey… Genelde yapılan ise ölümün bir gerçeklik olarak kabul edilmesi ve kişilik ya da inançlar doğrultusunda sözcüklere dönüştürülerek üzerinde artık düşünülmekten vazgeçilmesidir… Buna karşılık, ölümü içselleştirmek ve böylece aşmak olası mıdır? Bir başka dünyaya ve oradaki ölümsüzlüğe inanmaksızın ya da yaşanmakta olan dünyaya ilişkin bir kavramsallaştırma (görev duygusu, özveri, sorumluluk vb.) yapılmaksızın, ölüm gerçeğinin korku ya da tedirginliği aşılabilir mi? Bu sorgulamayı benzer sorularla sürdürebiliriz…
Oktay Ekinci için bir duygu yazısı yazmak benim için güç değil. Mükemmel bir piyanist olduğunu en yakınları dışında kaç kişi biliyor? Esinleyicisi ve toparlayıcısı olduğu salı toplantılarımızdan birini Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş ana yerleşkesinin pencereleri Boğaz’a bakan geniş salonlu restoranında yaptığımız bir akşam, oturmakta olduğumuz masanın gerilerindeki piyanonun tuşlarından yükselen ezgilere başımı çevirdiğimde, piyano çalmakta olanın bir ara nasılsa kalkıp oraya giden Oktay Ekinci olduğunu görüp şaşkınlığa uğramıştım…
O gece Azeri ezgileri de çaldı ve birlikte söyledik… Piyano öğrenimine çocukluk yıllarında başlamış… Bu harika becerisini mutlaka sürdürmesi gerektiğini söylediğimde, dervişçe ve bilgece gülümseyişiyle “Haklısın” demişti, ama çalışmalarından bunu yapmaya vakit bulamayacağını ikimiz de biliyorduk… Ben onun kadar yaşamının neredeyse bütün dakikalarını ülkesinin sorunlarıyla boğuşmaya, uyarılar yapıp çözümler üretmeye adamış çok az insan tanıdım…
Oktay Ekinci’nin öldüğünü, ama düşüncelerinin, ürünlerinin yaşamayı sürdüreceğini söylemek, doğru ama yine de ölüm olgusunu çabuk kabullenmektir… Bu haksız, zamansız, anlamsız, apansız ölümü kabullenemiyorum. Oktay kardeşim, düşüncelerinin ve ürünlerinin yanı sıra, tıpkı yitirdiğim başka yakınlarım ve sevdiklerim gibi, mimikleriyle, hareketleriyle, gülmesiyle, bilgece suskunluğu ve yeri geldiğinde fıkralar ve mesellerle taşı gediğe koymasıyla, derin düşünceler içinde ve sigarasını tüttürmekten de geri kalmayarak bir yazı üzerinde çalışırkenki görünümüyle, elimle dokunurcasına olanca canlılığıyla, zihnimde ve yüreğimde yaşamayı sürdürsün istiyorum ve öyle de olacak… Bu ölümü kabullenemiyorum…
Ataol Behramoğlu
Cumhuriyet, 19 Ekim 2013
Bu icerik 6599 defa görüntülenmiştir.