403
EYLÜL-EKİM 2018
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
MİMARLIK GÜNDEM

Bir Anayasasızlaşma Öyküsü

Dinçer Demirkent, Dr., Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı

“Türkiye, 20 Temmuz 2016’dan başlayarak iki yıl boyunca, Anayasanın sınırlarının ötesine geçilmiş bir olağanüstü hal rejimi ya da daha uygun bir deyimle fiili rejim altında yaşadı. Normalde, olağanüstü yönetim usulleri ülkemizde yaşadığımızın aksine anayasal usullerdir, dolayısıyla anayasal devletlerde olağanüstü hal dönemlerinde dahi keyfi yönetim biçimlerine izin verilmez.” “Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri eğer bir fiili rejimin değil, anayasal rejimin uygulamalarıysa olağanüstü hali doğuran sebepleri ortadan kaldırmaya yönelik tedbirlerle sınırlı olmalıdır. Yani geçici olmalıdır, olağanüstü hali gerektiren nedenler ortadan kalktığında kendiliğinden ortadan kalkmalıdır; olağanüstü halin sebebi olan konunun dışına çıkmamalı ve olağanüstü halin ilan edildiği bölge ile sınırlı bir tedbir alma yetkisine dayanmalıdır.” “24 Haziran sonrası 16 Nisan değişikliklerinin tamamı yürürlüğe girmiş ve fiili rejim Cumhurbaşkanının çıkardığı kararnameler yoluyla kurumsallaşmıştır. OHAL kaldırılmış ama 7145 sayılı kanun ile OHAL’in üç yıl boyunca, ‘kanun yoluyla’ sürdürülmesinin koşulları seçimlerin hemen ardından yaratılmıştır.”

 

200 yıldan fazla bir zaman önce Fransız Devrimi’nin ardından ilan edilen Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, modern anayasaların temel niteliğini 16. maddesi ile ortaya koymuştu: “Hakların güvence altına alınmadığı ve kuvvetler ayrılığının olmadığı bir toplumun anayasası yoktur.” Türkiye, 20 Temmuz 2016’dan başlayarak iki yıl boyunca, Anayasanın sınırlarının ötesine geçilmiş bir olağanüstü hal rejimi ya da daha uygun bir deyimle fiili rejim altında yaşadı. Normalde, olağanüstü yönetim usulleri ülkemizde yaşadığımızın aksine anayasal usullerdir, dolayısıyla anayasal devletlerde olağanüstü hal dönemlerinde dahi keyfi yönetim biçimlerine izin verilmez. Temel haklar, ancak olağanüstü halin gerektirdiği durumlarda ve ölçülü olarak kısıtlanır. Ayrıca yetkileri olağanüstü hal ilanı gerekçesiyle artırılmış olan iktidarlar da anayasa ve yasalarla bağlıdır, sınırsız bir güce tabi değildir. 1982 Anayasası, (16 Nisan 2017 referandumunda kabul edilen değişiklik öncesinde) olağanüstü hal rejiminin fiili bir rejime dönüşmemesi için sınırları açıkça belirlemiştir. Bu sınırların başında cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan bakanlar kurulunun alacağı olağanüstü hal ilanı kararının parlamento denetimine tabi olması vardır. Parlamento olağanüstü hal kararını onaylar ya da kaldırabilir. Olağanüstü hal geçicidir, başlangıçta en fazla altı ay, sonrasında en fazla dörder ay uzatma koşulu vardır. Bu siyasal denetim mekanizmasının dışında olağanüstü hallerin keyfi yönetimlere dönüşmemesi için başka denetim mekanizmaları da devreye girer. Yine 1982 Anayasası’nın 16 Nisan 2017 öncesindeki metnine göre cumhurbaşkanı başkanlığındaki bakanlar kurulu olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri çıkarabilir. Bunlar olağan dönem KHK’larından farklı özelliklere sahiptir. Örneğin, bunlar aleyhine Anayasa Mahkemesi’ne gidilemez, ancak kanunla sınırlanabilecek olan temel haklar olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle sınırlanabilir. Böyle büyük bir yetki artırımının fiili bir rejime dönüşmemesi için anayasa bu KHK’ların geçici niteliğini, yalnızca olağanüstü hali gerektiren durumla ilgili olarak ve yalnızca olağanüstü hal rejiminin ilan edildiği bölgede geçerli olmak üzere çıkarabileceğinin altını çizmiştir. Çünkü olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri eğer bir fiili rejimin değil, anayasal rejimin uygulamalarıysa olağanüstü hali doğuran sebepleri ortadan kaldırmaya yönelik tedbirlerle sınırlı olmalıdır. Yani geçici olmalıdır, olağanüstü hali gerektiren nedenler ortadan kalktığında kendiliğinden ortadan kalkmalıdır; olağanüstü halin sebebi olan konunun dışına çıkmamalı ve olağanüstü halin ilan edildiği bölge ile sınırlı bir tedbir alma yetkisine dayanmalıdır. Anayasa Mahkemesi 1991 ve 1992’de verdiği kararlarda, şekil şartlarına uyularak çıkarılmış olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin maddi unsurların gerektirdiği nitelikleri taşımadığı gerekçesiyle incelemiş ve iptal kararları verebilmiştir. Yani yukarıda saydığım koşulları sağlamayan kanun hükmünde kararnameler Anayasa Mahkemesi tarafından olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi olarak görülmemiş, dolayısıyla mahkeme tarafından incelenebilmiş ve iptal edilebilmiştir. Bu kararlar, olağanüstü halin anayasal uygulaması ile fiili rejim arasındaki sınırı çizmiştir.

Bu uzun girişin nedeni 15 Temmuz 2016’da gerçekleştirilen darbe girişiminin ardından ilan edilen olağanüstü halin anayasal değil, bir fiili rejim olarak ortaya çıktığını vurgulamaktı. Çünkü bu rejim döneminde çıkarılan 37 kararname ile on binlerce kişinin yargı kararı olmaksızın ve kalıcı bir biçimde kamu kurumlarından ihraç edilmesinden, devlet teşkilatının yeniden düzenlenmesine hatta kış lastiğine ilişkin düzenlemeye kadar, kalıcı, konuyla ilgisiz ve anayasal sınırların ötesine geçen onlarca düzenleme yapılmıştır. İdare, Anayasa ve yasaların ötesine geçebilmiş, yargıç güvencesinin ortadan kalkmasıyla yargıçlar, ihraç ya da sürgün korkusuyla hükümet denetimine alınmıştır. Fiili rejim boyunca parlamentonun bütün denetim yetkisi de ortadan kaldırılmıştır. Norveçli siyaset felsefecisi Jon Elster’in Ulysses Unbound (Bağlarından Boşanmış Ulysses) başlıklı eserinde vurguladığı gibi siyasal iktidar kendini anayasa ile bağlı görmediği andan itibaren bütün muhalefeti bastırmak için girişimlerde bulunmuş, medya, parlamenterler, üniversiteler cezaevi, işsiz bırakılma ya da ihraç gibi tehditlerle susturulmuştur.

OHAL ilanının ardından kurulan fiili rejim içinde ülkemizin geleceğine çok büyük etkileri olacak birbirine bağlı iki sandık kuruldu. Birincisi, 16 Nisan 2017’de 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un referanduma sunulmasıdır. Türkiye’nin siyasal rejimini değiştiren, bütün devlet teşkilatının cumhurbaşkanına bağlanmasına, parlamentonun denetim işlevinin kısıtlanmasına, yasama işlevinin etkisizleştirilmesine, yüksek yargının cumhurbaşkanının denetimine alınmasına ilişkin değişiklikler bu fiili rejim altında, muhalefetin kriminalize edildiği koşullarda gündeme getirilmiştir. Dolayısıyla fiili bir rejim altında, fiili bir rejimin kurumsallaştırılmasına ilişkin bir anayasa değişikliği önerilmiştir. 18 maddelik anayasa değişikliğinin, 1982 Anayasası’nın 79 maddesini değiştiriyor olmasından bu değişikliğin niteliğini anlamak mümkündür. Bu değişiklik açıkça fiili yönetim aracılığıyla kurucu iktidar gaspıdır. Kanunun yürürlük maddeleri dahi skandal niteliğindedir. Seçimden önce devlet ve parti üzerindeki kontrolünü birleştirmek isteyen Cumhurbaşkanına bu istediği, kanunun referandumda kabul edildiği tarihte verilmiştir. Cumhurbaşkanının partili olması derhal yürürlüğe girmiştir. Milletvekili ve cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin düzenlemeler, birlikte yapılacak seçimlerin takviminin açıklanmasına; diğer düzenlemeler de seçimlerin ardından cumhurbaşkanının göreve başlamasına bırakılır. Yürürlük yönünden kişiye ya da bir gruba ilişkin anayasa değişikliği teklifinin ender örneklerindendir bu durum. Anayasanın 79 maddesini değiştiren 18 maddenin içeriği, yargı bağımsızlığı ilkesine “tarafsızlık” ibaresinin eklenmesi, milletvekili sayısının 550’den 600’e çıkarılması, seçilme yaşının 18’e düşürülmesi gibi makyajlar çıkarıldığında tamamen yeni bir rejimin inşasına ilişkindir. Bu değişikliğin yarattığı rejim, yukarıda andığım en temel ilke uyarınca, kuvvetler ayrılığı ve hakların güvenceye alınması bağlamında bir anayasal düzen kurmamıştır. Dolayısıyla İbrahim Kaboğlu’nun özellikle vurguladığı gibi buna cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ya da herhangi başka bir meşrulaştırıcı adla hitap etmek de uygun değildir. Çünkü parlamentonun denetim yetkileri elinden alınmıştır. Hatta bir parlamentonun tanımına içkin olan yasa yapma yetkisi dahi kısıtlanmıştır. Her ne kadar yasanın cumhurbaşkanı kararnamesinden üstün olacağı ve münhasıran kanuna bırakılan alanlarda cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamayacağı metne yazılsa da çatışma durumunda karar mercii belirtilmediği için; yürütme, yasama alanında da doğrudan kararnameleri kullanabilecektir. Ayrıca bütçe yetkisi de parlamentonun münhasır alanından çıkarılmıştır. Yüksek yargı cumhurbaşkanının denetiminde olacak şekilde düzenlenmiştir. Dolayısıyla yasama yürütme ve yargının tek muktediri cumhurbaşkanı olarak belirlenmiştir. Tabii devlet teşkilatının yeniden düzenlemesi de yasaya değil, cumhurbaşkanı kararnamelerine bırakılmıştır. Sivil toplum da boş bırakılmamış cumhurbaşkanına bağlı Devlet Denetleme Kurulu’nun kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütleri, sendikalar, kamuya yararlı dernek ve vakıflar kamu iktisadi teşebbüsleri üzerindeki yetkilerine idari soruşturma yetkisi eklenmiştir. Rejime ilişkin tüm bu değişiklikler 16 Nisan 2017’de yapılan referandum sonucu YSK’nin iki buçuk milyon mühürsüz oyu kanuna açıkça aykırı olarak geçerli sayması ile kabul edilmiştir. Bu fiili durum Türkiye’de artık seçim prosedürüne ilişkin yargısal denetimin de askıya alındığını belirgin biçimde göstermiştir.

Bahsedilen ikinci sandık ise -aynen 16 Nisan 2017 referandumu gibi- Türkiye’nin geleceği için çok önemli olan ve yine fiili rejim altında gerçekleştirilen, bu sefer halkın önüne baskın tarzında getirilen 24 Haziran 2018 seçimleri olmuştur. 16 Nisan değişikliklerine uygun olarak birlikte yapılacak cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri için seçim kararı alan AKP ve MHP ittifakı (seçimlerden hemen önce seçim yasasında buna uygun bir değişiklik yapılmıştı) seçim kanundaki değişiklikler, seçim adaleti ve güvenliğine ilişkin endişeler altında seçimi kazanmıştır. 24 Haziran sonrası 16 Nisan değişikliklerinin tamamı yürürlüğe girmiş ve fiili rejim Cumhurbaşkanının çıkardığı kararnameler yoluyla kurumsallaşmıştır. OHAL kaldırılmış ama 7145 sayılı kanun ile OHAL’in üç yıl boyunca, “kanun yoluyla” sürdürülmesinin koşulları seçimlerin hemen ardından yaratılmıştır.

Türkiye, artık anayasal güvencelerin ortadan kalktığı bir aşamada, 1876’da ilan edilen ferman Anayasanın, başlangıcın gerisine düşme durumundadır. Elbette bu süreçte siyasetin odağında da anayasal siyaset olacaktır. Bugün Türkiye’de demokrasinin kanallarının açılmasının, siyasal çatışma ve uzlaşmaların demokratik rejiminin yeniden tesis edilmesinin merkezinde mutlaka anayasal siyaset, yeni bir demokratik anayasa mücadelesi olacaktır.

Bu icerik 2140 defa görüntülenmiştir.