415
EYLÜL-EKİM 2020
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
KENT BELLEĞİ

Kentsel Boşlukların Anımsatıcı Gücü

Mehmet Saner, Dr. Öğr. Üyesi, Özyeğin Üniversitesi Mimarlık Bölümü

Kent tarihinin parçası olan korunması gereken “varlık”ları düşündüğümüzde fiziksel olarak “var” olmaları gerektiği ilk akla gelen oluyor, ancak “yok”luklar da korunup yaşatılması gereken kavramlar. 11 Eylül 2001’de yaşanan saldırının ardından 9 yıl geçti. Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılmasıyla oluşan kentsel boşluğun nasıl doldurulacağı ve kolektif bellekteki yerin nasıl şekillendirileceği büyük bir tartışma konusu olmuş, sonrasında oldukça nitelikli bir proje hayata geçirilmişti. Yazar konuya koruma perspektifinden bakarak kentsel bellekte yer alan ama yok olmuş imgelerin silinmeden yaşatılmasının kent bütününde ve kentlilerde yaratacağı etkiye değiniyor.

 

Koruma, neyin korunacağı sorununda temellenen, korunması gerekenin değerinin tanımlandığı, buna bağlı olarak değer sistemlerinin geliştirildiği, değerlendirme ölçütlerinin belirlendiği ve koruma, onarım ve müdahale yöntemlerinin belirlendiği bir alandır. Neyin korunacağı ya da korunması gerektiği sorusu, hemen her zaman bir varlığı işaret eder. İster somut veya somut olmayan kültür mirası, isterse doğal miras olarak sınıflandırılsın, korunacak olan aslında hep bir varlıktır. Bu yazının amacı, kentsel ölçekte, yokluğun, bir varlığın artık olmayışının geride bıraktığı boşluğun ve daha da özelde korunamayandan geriye kalan kentsel boşlukların da korumaya konu edilip edilemeyeceğini tartışmak, bu tartışmada kentsel boşluğun anımsatıcı gücünün korumaya bir zemin teşkil edip edemeyeceğini irdelemektir.

KÜLTÜREL VE DOĞAL MİRASIN VARLIĞI

Koruma uygulamalarının ve onarımların kuramsal temele sahip bilimsel bir uğraşa dönüşmesinin genellikle 19. yüzyılda başladığı kabul edilmektedir. Başlangıçta öncelikli ilgi odağı simgesel değer taşıyan ve bu nedenle anıt olarak nitelendirilen yapılar olmakla birlikte, korumanın günümüzde konu edindiği varlıklar çok çeşitli ölçek ve nitelikte olabilmekte, hatta somut olmayan kültür varlıkları da korumaya konu edilebilmektedir. Genel bir sınıflandırma yapmak gerekirse, korumanın günümüzde kapsadığı varlıklar şu şekilde özetlenebilir:[1]

  • Kültür Mirası (Cultural Heritage)

    • Somut Kültür Mirası (Tangible Cultural Heritage): Taşınmaz (binalar, yapılar, tarihî sitler, kentsel alanlar, yapılı peyzaj) ve taşınır (sanat eserleri, kitaplar, belgeler, sikkeler, mücevherler, vb.) tüm kültür varlıkları
    • Somut Olmayan Kültür Mirası (Intangible Cultural Heritage): Tarihin belirli bir dönemine ve belirli bir topluma ait olan, o dönemin ve toplumun kültürünü simgeleyen gelenek, folklor, inanç sistemi ve dil gibi, fiziksel bir varlığa dayanmayan değerler ve kültür bileşenleri

  • Doğal Miras (Natural Heritage): Biyolojik çeşitlilik açısından değerli bulunan, florası ya da faunası nedeniyle özel niteliğe sahip olduğu düşünülen doğa parçası ya da jeolojik çeşitlilik açısından değerli bulunan yeryüzü parçaları

Bu yazı kapsamında, diğer nitelikleri yadsınmamakla birlikte, kültürel ya da doğal mirasın iki niteliği üzerinde özellikle durmakta yarar var. Birincisi, adı geçen tüm değerlerin birer “varlık” olduğu. Somut kültür mirası ve doğal miras açısından bu son derece açık bir gerçek, çünkü miras olarak nitelendirilen her şey fiziksel bir varlığa sahip. Hatta doğrudan fiziksel varlığın kendisi mirasın maddi varlığı olarak kabul edilmekte ve koruma sorunsalı da doğrudan bu varlık ya da nesne ile teması bulunabildiği ölçüde kurulabilmekte. Somut olmayan kültür mirasının bir varlık olup olmadığı ise, bu mirasın öğeleri fiziksel bir varlığa sahip olmadığı için daha soyut olarak anlaşılmaya çalışılması gereken bir konu. Sözgelimi bir geleneğin varlığı, onu simgeleyen ya da onun ürünü olan bir bedenle anlaşılmak ve açıklanmak zorunda değil. Bu durumda, somut olmayan kültür mirası, fiziksel bir varlığa, bir bedene sahip olmaksızın var olan, herkes tarafından bilinen, kabul edilen ve sürdürülen bir “varlık” olarak anlaşılmalı. Öyleyse, kültür ve doğa mirasının tüm öğeleri aslında “var olan”, geçmişte var olmuş ve bugün de varlığı devam eden ya da varlığının izleri halen sürülebilen nesneler / değerler, yani kültürel / doğal varlıklardır. Ortadan kalkmış bir gelenek, herhangi bir yerde izleri sürülemeyen bir âdet ya da hiçbir kalıntı bırakmadan ortadan kalkmış bir yapı / yerleşim artık korumanın ilgi alanı dışındadır. Çünkü ortada korunacak bir şeyin kalmadığı genel kanı ve ortak kabuldür.

Bu yazı kapsamında üzerinde özellikle durulması gereken ikinci konu ise, kültür varlıklarının artık daha genel ve kapsayıcı bir tanımla, miras olarak nitelendirilmekte olduğudur. Korumanın bir disiplin olarak ortaya çıkmaya başladığı dönemlerden günümüze kadar farklılaşan tanımlamalar ve kapsamı genişleyen ilgi alanı, korumaya konu olan eser ve yapıların tek tek nitelenmesi yerine daha kapsayıcı tanımları gerekli kılmış ve hem korunacak yapıların ortaklığını gösteren hem de koruma uygulamalarının tekil bağımsız eylemler değil, ortaklaşa ve sürekli bir tavır olduğunu gösteren “miras” kavramının kullanımı günden güne yaygınlaşarak benimsenmiştir. Miras kavramının içerdiği ve korumanın konusu olan tüm eserlere, yapılara ya da somut olmayan değerlere atfettiği anlam ise, korunacak varlıkların, geçmişten kazanılan ve gelecek kuşaklara şimdiki dönemin eserleriyle birlikte bırakılması gereken tarihî kanıtlar olduğudur. Bu açıdan değerlendirildiğinde, her toplumun tarihin kanıtlarını ve kendi döneminin eserlerini gelecek kuşaklara bırakma sorumluluğunu üstlenmesi ve bu sorumluluğu bir ahlak anlayışıyla uygulamaya geçirebilmesi, korumanın fikri temelini ve genel yaklaşım çerçevesini oluşturur.[2]

KENTSEL KORUMA, KENT BELLEĞİ VE KENT KİMLİĞİ

Kentsel ölçekte düşünüldüğünde, kültürel mirasın korunması ya da daha özelleşmiş olarak kentsel koruma, toplumda yaşayan bireylerin sağlıklı bir biçimde toplumsallaşabilmesi için ihtiyaç duyduğu çevreyi olanaklı kılması açısından elzemdir. Bu çevre, geçmişin göstergelerini taşıyan, bireye sürekli olarak tarihsel geçmişin simgelerini ve işaretlerini aktaran, böylece bireyin kültürün sürekliliğini anlamasını ve tarih bilincini kazanmasını sağlayan bir çevre olabildiği sürece birey kendisini ve yaşadığı dönemi tarihsel süreçte doğru biçimde konumlandırabilir ve anlamlandırabilir.[3]

Bireyin kendisini ve yaşadığı dönemi doğru konumlandırabilmesi ya da anlamlandırması neden gereklidir? Korumanın iç dinamikleri bu sorulara tatmin edici cevaplar vermekte yetersiz kalacaktır. Çünkü yaşadığı çevre üzerinden kendini ve dönemini konumlandırma ve anlamlandırma isteği, aslında korumanın amaçlarından önce, doğrudan bireyin kimlik arayışıyla ve aidiyet ihtiyacıyla ilişkilidir. Bireyin kimlik sahibi olması toplumsal bağlamda sürekli devam eden bir inşa süreci olarak anlaşılırsa, bireyin benimsediği ve yeniden inşa ettiği her kimliğin aslında toplumsal bir kimlik olduğu da kabul edilmelidir.[4] Toplumsal kimlik, bireyin, bir toplumsal gruba ait olduğu bilgisine sahip olması, kendini o grubun üyeleriyle aynı toplumsal kategoride görmesi ve kendisini bu grup aidiyeti üzerinden kurması olarak tanımlanmaktadır.[5] Toplumsal kimliğin bu kuruluş biçimi, geçmişin yeniden inşasını da içermektedir; çünkü kimlik belleğe dayanır ve birey, belleği sürekli revize ederek güncel kimliğine uyar hale getirir.[6] Yani kimliklerimiz de geçmişimiz gibi, bir inşa sürecinin son halini almamış ve hiçbir zaman almayacak ürünüdür. Ancak bu inşa ve yeniden inşa süreci de bireysel olarak gerçekleşen bir etkinlik değildir. Birey, anımsamak için kendisini grup ya da grupların perspektifine yerleştirmeli ve geçmişi bu perspektiften görmelidir.[7] Bireyler, anılarını bir toplumsal gruba üyelikleri yoluyla edinip belleklerinde bir yere yerleştirebilir ve anımsayabilirler. Bu süreç, ne kadar bireysel görünürse görünsün, ait olunan grubun perspektifinden geçmişe bakıldığı ve ait olunan grubun diğer bireylerinin bellekleriyle anılar ve düşünceler üzerinden ilişki kurulduğu için ortaklaşa bir süreç haline gelir; bellek artık kolektiftir. En zayıf bağlarla tanımlanmış topluluklarda dahi, toplumsal kimlikle bellek arasında bu temele dayanan bir ilişkiden söz etmek mümkündür.[8]

Kent bu bağlamda farklı düzeylerde bağlarla tanımlanmış bir topluluk olarak değerlendirilebilir. Bir kentin geneli düşünüldüğünde, küçük bir kent için kuvvetli olabilen bağlar, büyük kentler ve metropoller için daha zayıf olabilir; ya da, kentin bütünü yerine belirli bir bölümü düşünüldüğünde, büyük kentin mahallelerinde de bu bağların kuvvetli olduğu durumlar gözlenebilir. Ne kadar zayıf ya da kuvvetli bağlarla tanımlanmış olursa olsun, kentin kolektif bellekte yer etmiş bir bileşeni tehdit altındaysa ya da açıktan saldırıya uğramışsa, geliştirilen ilk reaksiyon, genellikle onun korunması yönündedir. Bireyler ya da gruplar, kimliklerini oluşturan herhangi bir unsur tehdit altındayken, kendilerini en çok saldırıya uğradıkları kimlikleriyle tanımlamaya eğilimlidirler. Dolayısıyla, eğer kentin bir bileşeni tehdit altındaysa ya da saldırıya uğramışsa, kolektif bellekte ona ilişkin anıların canlanması, kent kimliğinin bu kriz anlarında yeniden inşa edilmesi ve saldırı veya tehdidin kentin bileşeni üzerinden aslında kimliğe yönelik bir saldırı olarak algılanarak, kimliği korumaya ilişkin geri plandaki kaygıyla kentin bileşenini koruma reaksiyonunun geliştirilmesi hiç de beklenmedik değildir.

 KENTSEL BOŞLUK VE ANIMSAMA: 11 EYLÜL ANITI[9] (9/11 MEMORIAL)

Kentin kolektif bellekte yer etmiş bir parçası, bir yapısı tehdit altındaysa, saldırıya uğramışsa, geliştirilen koruma reaksiyonu, bu reaksiyonun ölçeğine ve muhatabına bağlı olarak başarıya ulaşabilir ya da başarısızlıkla sonuçlanabilir. Ama kimi durumlarda bu reaksiyonun geliştirilmesi için yeterli zaman dahi bulunamayabilir ve tehdit altında bulunan ya da saldırıya uğrayan yapı / yapılar tamamen yitirilebilir. Bu durumda, kolektif belleğin ve dolayısıyla kent kimliğinin bir parçası da yitirilen yapılarla birlikte silinmekte midir? Ya da soru şu şekilde yeniden sorulmalı: Kolektif belleğin ve dolayısıyla kent kimliğinin korunması için verilecek mücadele, bunlarla ilişkili yapıların fiziksel varlığının ortadan kalkmasıyla sona mı erecektir?

2001 yılının 11 Eylül günü sadece New York’u ve Amerika Birleşik Devletleri’ni değil, tüm dünyayı sarsan terör saldırısının hedefinde, kentin simge yapılarının başında gelen Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kuleleri vardı. Yaklaşık üç bin kişinin yaşamını yitirdiği saldırı, aynı zamanda New York kentinin simgelerinden birinin de yok olması anlamına geliyor, kulelerden geriye Manhattan’ın en yoğun bölgesinde ve kent siluetinde büyük bir boşluk kalıyordu. (Resim 1)

Bu boşlukla nasıl başa çıkılacağı, boşluğun doldurulup doldurul(a)mayacağı, ilerleyen yıllarda kenti bekleyen en önemli tartışmalardan biri olacaktı. Çünkü kentin en yüksek binaları bir anda yok olduğunda ve geriye hem kentlilerin içlerinde hem de kentin ortasında büyük bir boşluk kaldığında, ne yapılması gerektiği büyük bir muammaydı.[10] Bazı yöneticiler ve liderler, tam ikiz kulelerin eskiden bulunduğu yerde, ülkenin gücünü, sağlamlığını ve teröre karşı duruşunu sembolize edecek daha yüksek gökdelenler inşa edileceği yönünde açıklamalar yaparken ve yatırımcılar da dünyadaki en değerli arazilerden biri üzerinde yeni ve daha kârlı yatırım olanakları oluşmasını umut ederken; saldırıdan yaralı kurtulanlar ile saldırıda hayatını kaybedenlerin yakınları, alanda yeni bir yapı yapılmaması, özellikle de alanın ticari amaçlarla yenilenmemesi eğilimini destekliyordu. Tartışmalar bu iki uç arasında gidip gelirken, kulelerin ayak izlerinin yeni yapılaşmaya gidilmeden anıt olarak korunması ve alanın geri kalanında ticari gelişimin desteklenmesi önerisi bir uzlaşma zemini olarak benimsendi. Alan için 2002 yılında açılıp 2003 yılında sonuçlanan master plan yarışmasını kazanan Daniel Libeskind’in “Memory Foundations” adlı önerisi de, bu doğrultuda, bir yandan kulelerin ayak izlerini yeni yapılara yer vermeksizin koruyan, diğer yandan alanda yeni ticari yapılara da yer veren ve anma ile alanı yeniden canlandırma dengesini kurmaya çalışan bir öneriydi.[11]

Alanın planlanmasını izleyen süreçte, anıt için bir başka yarışma herkese açık olarak düzenlenmiş ve teslim edilen toplam beş bini aşkın öneri arasından mimar Michael Arad’ın “Reflecting Absence” (Yokluğu Yansıtmak) adlı önerisi seçilerek yarışma süreci 2004 yılında tamamlanmıştır.[12] Son durumda alanda anma ile ilişkili olarak, Arad’ın peyzaj mimarı Peter Walker ile birlikte geliştirdiği ve kulelerin ayak izinde önerdiği havuzlar ve plaza, Snøhetta tarafından peyzaj içinde öne çıkmayan bir üst yapı olarak tasarlanan müze giriş pavyonu ve Davis Brody Bond (DBB) tarafından tasarlanan yeraltındaki müze yer almaktadır. (Resim 2-6)

“Reflecting Absence” projesi, kulelerden geriye kalan boşluğu doldurmaya çalışmayan, tersine daha da dramatik bir biçimde deneyimlenmesini amaçlayan bir tasarımdır. Arad ve Walker, tasarımlarının temel öğesi olan ve ağaçlar arasında, ikiz kulelerin ayak izlerinde yer alan ve kendi içine dökülerek yer altına inen havuzları, “yokluğu hatırlatan, açık ve görünür, geniş boşluklar” olarak tanımlamaktadırlar.[13] (Resim 4-6)

Anıt tasarımı, henüz alana ilişkin ilk kararların verilmesinden başlayarak atılan doğru adımların sonucu, etkileyici, ama daha da önemlisi anımsatma işlevini oldukça dramatik bir biçimde yerine getiren bir proje olarak hayata geçirilmiştir. Etki, boşluğun anımsatıcı gücünden kaynaklanmaktadır. Aynı alanda, plana uygun şekilde gerçekleştirilen “Freedom Tower” gökdeleninin yükseliyor olması, peyzaj elemanlarının yoğun kullanımı ya da müze giriş pavyonunun havuzların hemen yanı başında yer alması dahi bu etkiyi azaltmamaktadır. Çünkü yıkılan kulelerin yerleri boşluk olarak korunmuştur; boşluk hâlâ oradadır ve dahası, geçmişte kulelerin yükseldiği yerde hayali bir boşluğun da ayak izlerinden yükseldiği imgesini desteklemektedir. Mimarın kendisinin de belirttiği gibi, kulelerin orijinal yerinde bırakılan boşluğun ölçeği gerçekten de beklenmedik bir boyuta ulaşmış, kulelerin boyu ile yarışır hale gelmiştir.[14]

11 Eylül Anıtı projesi ile başarılan, beklenmedik bir şekilde yitirilen varlıklardan arda kalan boşluğun korunması ve bu yolla hem geçmişin imgesinin zihinlerde canlı tutulması hem kolektif belleğin sürekli yeniden inşa edilmesine olanak sağlanması hem de böylece kentlinin kimliğini sürekli yeniden kurarak kendisini ve yaşadığı dönemi tarihsel sürekliliği içinde konumlandırması ve anlamlandırabilmesidir. Bu süreçte, mimari proje ya da peyzaj projesi aslında öncelikle var olan anımsama / anma potansiyelini etkin hale getirebildiği, boşluğun etkisini bir üst düzeye taşıyabildiği için başarılıdır. Bir adım geriye gidilirse, Libeskind’in master planı da, kulelerin ayak izindeki boşlukları bir potansiyel içerecek şekilde projelendirmeye hazırladığı için başarılı sayılmalıdır. Ama belki de esas başarı, yitirilenin yerine daha büyüğünü, daha yükseğini koymak isteğine boyun eğmeyen, böylece geçmişin imgesinin zihinlerden, kolektif bellekten silinmesine de izin vermeyen yaklaşımda aranmalıdır. Kuşkusuz, bulunan uzlaşma zemininde boşlukların yanı başında yeni yapılaşmaya da yer verilmiştir. Ama önemli olan, alanı ziyaret eden kentlinin kulelerin ayak izlerini boş olarak görmesi, havuzların ortasında daha da derine inen boşlukları anlamlandırabilmesi ve bir yandan saldırıda yitirilen canları saygıyla anarken, bir yandan da kendini bir süreklilik içindse konumlandırabilmesidir. Dolayısıyla başarılan ve aslında oldukça da zor olan, boşluğun korunması ve anımsatıcı gücünün ortaya çıkarılması olmuştur.

SONUÇ: KENTSEL BOŞLUĞUN KORUNMASI, ANIMSAMA VE ANIMSATMA

Koruma kuramı ve uygulaması, genellikle olumlu göndermeler üzerine kuruludur. Neyin korunacağı sorunundan başlayarak çoğunlukla olumlu göndermelere alan açılır, olumsuz göndermeler bu alan dışında bırakılır. Korunması gerekenin nitelikleri belirlenirken, öncelikle ve özellikle olumlu olanlar bir değer olarak ortaya konur.

Bu olumluluk halinin dışında kalan durumlardan biri, üzerinde giderek daha fazla durulan tedirgin edici mirastır (dark heritage). Konusuna göre zulüm mirası, olumsuz miras ya da utanç mirası olarak da adlandırılan bu miras, insanlığın aslında hatırlamak istemediği ama bir yandan da hatırlamamanın üzerini örtmek anlamına geldiği, unutmanın yaşananlara ihanet olarak addedildiği olayların simgesi haline gelmiş yapıları tanımlamaktadır.[15] Örneğin “terör, soykırım, kölelik, afet, savaş gibi ölüm, travma, işkence ve acının gerçekleştiği ‘gerçek’ alanlar ile bunlarla ilişkilendirilen müzeler gibi ‘temsili’ ve/veya ‘sembolik’ alanlar” tedirgin edici miras kapsamında değerlendirilmektedir.[16]

Tedirgin edici miras tartışmaları genellikle iki noktada yoğunlaşmaktadır. Birincisi, toplumlara yaşanan acıları, travmaları hatırlatan bu alanlar ve yapıların korunması yoluyla aslında bu acıların ya da travmaların sürekli olarak hatırlanıyor olması ile unutulmaması gereği arasındaki gerilim;[17] ikincisi ise bu anıtlaştırma / miraslaştırma yoluyla aslında mirasın anlam bakımından içinin boşaltılarak, anlamlarından koparılarak endüstrileştirilmesi ve bir yandan ekonomik bir etkinlik alanı haline getirilip pazarlamaya açılırken, diğer yandan da dünyayı bir “reality show” haline getirmesi.[18]

Kentsel boşluklar bu açıdan tedirgin edici miras kapsamında ele alınabilir. Çünkü gerçekten de boşluğun korunması demek, o boşluğu yaratan olayların, o boşlukla hatırlanan acıların ve travmaların da hatırlanması anlamına gelmektedir. Ancak tedirgin edici mirasa ilişkin tartışmalar hâlâ bir varlık üzerinden, anıtlar, hapishaneler, duvarlar ve benzeri fiziksel varlıklar üzerinden ilerlemektedir. Tam da bu noktada, kentsel boşluğa ayrı bir başlık açmak gereklidir. Çünkü burada önerilen, tedirgin edici hatıraları anmak üzere tasarlanmış ve/veya korunmuş fiziksel varlıkların korunması değil, bizatihi boşluğun boşluk olarak korunmasıdır.[19]

Bu durumda kentsel boşluklar, hem olumsuz göndermeler yüklenmiş olması sebebiyle hem de olumsuz göndermelerine rağmen korunması gündeme gelse bile korunacak bir varlığa sahip olmaması sebebiyle koruma alanında neredeyse hiç konu edilmemektedir.[20] Ne de olsa korunacak olan hemen her zaman bir varlık iken, boşluk, varlıktan çok yoksunlukla, yoklukla ilişkilidir.

Peki, korumayı ahlak alanına ait bir sorumluluk olarak görüp, korunacak olanı “geçmişten kazanılan ve gelecek kuşaklara şimdiki dönemin eserleriyle birlikte bırakılması gereken tarihî kanıtlar” olarak kabul ettiğimizde, korumanın amacını “toplumda yaşayan bireylerin sağlıklı bir biçimde toplumsallaşabilmesi için ihtiyaç duyduğu çevreyi olanaklı kılmak” olarak belirlediğimizde ve bu çevreyi de “geçmişin göstergelerini taşıyan, bireye sürekli olarak tarihsel geçmişin simgelerini ve işaretlerini aktaran, böylece bireyin tarihsel sürekliliği anlamasını sağlayan bir çevre” olarak tarif ettiğimizde, kentsel boşluğu nasıl bu kapsamın dışında düşünebiliyoruz? Kanıtlarını koruyarak gelecek nesillere aktarma sorumluluğunu üstlendiğimiz tarih, sadece varlıklar üzerinden mi anlaşılmalı? Bu tarihte yokluklar, iz bırakan kayıplar hiç mi gerçekleşmedi? Çevremizde gördüğümüz, göreceğimiz geçmişin göstergeleri arasında kayıplara hiç mi yer yok? Kendi geçmişimizi ve kimliğimizi sürekli yeniden inşa ederken bireysel ve toplumsal kayıplarımıza ve acılarımıza kolektif belleğimizde yer verebiliyorsak, o kolektif belleğin dayanağı olan varlıklar kadar yokluklara da yer veremez miyiz? Birey olarak kendimizi ve yaşadığımız dönemi tarihsel süreçte doğru biçimde konumlandırmak ve anlamlandırmak için yokluklara, yoksunluklara ve boşluklara da ihtiyacımız yok mu? Bizi biz yapan, yani kimliğimizi sürekli üzerinden yeniden inşa ettiğimiz, kent belleğinin her gün gösterdiği iyi anılar kadar kentin burnumuza soktuğu kötü anılar ise, neden sadece olumlu göndermeler yüklenmiş olanları koruyalım? 10 Ekim 2015 saldırısında yitirilenlerin anısına Ankara Garı önündeki alanı, 13 Mart 2016 saldırısında hayatını kaybedenlerin anısına 284 numaralı durağın yerini boş bırakmak, o noktalarda oluşan boşluğu korumak ve yitirdiklerimizden arda kalan boşlukla eşleştirmek, ne kadar acı olsa da o boşluk üzerinden o günleri anımsamak, bizim, kendimizi ve dönemimizi tarihin sürekliliği içinde konumlandırmamız ve anlamlandırmamız için gerekli değil mi?

Kolektif belleğin ve dolayısıyla kent kimliğinin bir parçası, belki yitirilen yapılarla birlikte değil, ama yitirilen yapının yerinin doldurulması ile yere ilişkin tüm izlerin silinmesi ile yok olur. Bu yüzden, kolektif belleğin ve dolayısıyla kent kimliğinin korunması için verilecek mücadele, bunlarla ilişkili yapıların fiziksel varlığının ortadan kalkmasıyla sona ermemeli, yitirilenden arda kalan boşluğu korumayı ve o boşluğun anımsatıcı gücünü ortaya çıkarmayı da hedeflemeli, mücadele alanını kentsel boşlukları da kapsayacak şekilde genişletmelidir. Mümkün, değil mi?



[1] Kültür ve doğa varlıklarının tanımlanması, sınıflandırması, değer ölçütleri ve kavramın dünyada ve Türkiye’deki gelişimi için şu iki kaynaktan Türkçe yayınlanmış temel eserler olarak faydalanılabilir: Ahunbay, Zeynep, 2004, Tarihi Çevre Koruma ve Restorasyon, Yapı Endüstri Merkezi Yayınları, İstanbul; Madran, Emre; Özgönül, Nimet, 2005, Kültürel ve Doğal Değerlerin Korunması, Mimarlar Odası Yayınları, Ankara.

[2] Tekeli, İlhan, 2011, “Kentsel Korumada Değişik Yaklaşımlar Üzerine Düşünceler”, Kültür Politikaları ve İnsan Hakları Bağlamında Doğal ve Tarihi Çevreyi Korumak içinde, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, s. 94.

[3] Tekeli, 2011, ss. 94-96.

[4] Hall, Stuart, 1996, “Who Needs Identity?”, Questions of Cultural Identity, (ed.) Stuart Hall, Paul du Gay, Sage Publications, Londra.

[5] Stets, Jan E. & Peter J. Burke, 2000, “Identity Theory and Social Identity Theory”, Social Psychology Quarterly, cilt:63, sayı:3, ss. 224-237; Deaux, Kay, 2001, “Social Identity”, Encyclopedia of Women and Gender, Academis Press, Londra.

[6] Gillis, John R., 1994, “Memory and Identity: The History of a Relationship”, Commemorations: The Politics of National Identity, (ed.) John R. Gillis, Princeton University Press, Princeton, ss. 3-24.

[7] Halbwachs, Maurice, 1992, On Collective Memory, (ed.) L. A. Coser, The University of Chicago Press, Chicago.

[8] Halbwachs, 1992; Connerton, Paul, 1999, Toplumlar Nasıl Anımsar?, (çev.) Alâeddin Şenel, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

[9] “Anıt” çoğu zaman bir yapıyı işaret edip İngilizcedeki “memorial” teriminin ima ettiği “anma yeri” mekânsallığını tam yansıtmıyor olsa dahi, söz konusu alan ve yapı Türkçe literatürde “Ulusal 11 Eylül Anıtı” olarak bilindiği için bu metinde de “memorial” teriminin karşılığı olarak anıt ifadesinin kullanılması tercih edilmiştir.

[10] Goldberger, Paul, 2005, Up from Zero: Politics, Architecture, and the Rebuilding of New York, Random House Publishing Group, New York, s. xii.

[11] Goldberger, 2005 ve Goldberger, Paul, 2011, “Shaping the Void”, The New Yorker, sayı: 12 Eylül 2011. Yarışmaya katılan ekiplerin yarısının İkiz Kuleleri yine obje karakteri alacak biçimde yeniden ürettiğini, diğer yarısının ise kulelerin izdüşümünü boş bırakan öneriler geliştirdiğini, dolayısıyla yarışmayı kazanan Libeskind’in ayak izlerini boş bırakma önerisinin bu yaklaşımı gösteren tek öneri olmadığını hatırlatmakta fayda var. Bkz. Akcan, Esra, 2003, “Kalıcı Savaşın Beton Belgeleri”, XXI, sayı: Haziran 2003, ss.76-83.

[12] Goldberger, 2005, ss. 219-234. Ayrıca bkz. Lower Manhattan Development Corporation, 2007, World Trade Center Memorial and Cultural Program, General Project Plan (as amended February 14, 2007) http://www.renewnyc.com/Attachments/Content/Pdfs/GPPandSitePlan.pdf [Erişim: 01.06.2014]

[13] Arad, Michael; Walker, Peter, “Reflecting Absence: Statement”, Dünya Ticaret Merkezi Anıtı web sitesi içinde: http://www.wtcsitememorial.org/fin7.html [Erişim: 01.06.2014]

[14] Arad; Walker, “Reflecting Absence: Statement”; Gendall, John, 2011, “Reflecting Absence Memorializes 9/11 with Voids that Give Shape to Memory”, The American Institute of Architects web sitesi içinde http://www.aia.org/practicing/AIAB090845 [Erişim: 01.06.2014]

[15] Bu konuda kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Mazlum, Deniz; Zeynep Eres (ed.), 2016, “Dosya: Tedirgin Edici Miras: Acı, Utanç ve Savaş Anıtlarının Temsili ve Korunması”, Mimar.ist, sayı: 56 (2016/2), ss.43-90.

[16] Günay, Zeynep, 2016, “Miraslaştırarak Anma ve Karartarak Pazarlama Üzerine”, Mimar.ist, sayı: 56, 2016/2, s.45.

[17] Bu gerilimi Auschwitz-Birkenau Alman Nazi Toplama ve İmha Kampı ve Hiroşima Barış Anıtı (Atom Bombası Kubbesi) üzerinden değerlendiren biz yazı için bkz. Akay, Emel, 2016, “Zıtların Buluşması: Tedirgin Edici Miras ve Üstün Evrensel Değer”, Mimar.ist, sayı:56 (2016/2), ss.49-56.

[18] Günay, 2016, ss.44-48. Bu tartışmalarda İkiz Kulelerin yerine yapılan anıta da sıklıkla göndermelerde bulunulmaktadır. Bkz. Volner, Ian, 2011, “The Memorial Economy: Never Forget? It’ll Cost Ya”, Observer, 09.06.2011; Luongo, Michael T., 2011, “9/11 Memorial: Ground Zero as Dark Tourist Site”, Pacific Standard, 05.09.2011.

[19] Bu konudaki ayrıma bir örnek olarak Hiroşima Barış Anıtı (Atom Bombası Kubbesi) üzerine tartışmalar gösterilebilir. Anıt yapımına karşıt görüşteki bir Japon tarih profesörüne göre “anıt, bombanın gerçek anlamını doğru bir biçimde sembolize etme konusunda başarısızdır. Zira atom bombasının ‘her şeyi bir anda hiçe çevirme gücü’nü en iyi sembolize edecek şey, hiçliğin ta kendisi olmalıdır.” (Akay, 2016, s. 53.)

[20] Kentsel boşlukların koruma disiplininde dışlanmış olmasını gündeme getiren, bu dışlanmışlığı temelde korunacak bir nesneyle temasının kurulamaması ile ilişkilendiren ve tarihsel bir nesnenin varlığına ihtiyaç duyan koruma yaklaşımı yerine kentsel boşluklarda yığılmaların da koruma ölçütü olabileceğini savunan görüş için bkz. Doyduk, Senem, 2015, “Kentsel Boşluğun Korunması”, 27. Uluslararası Yapı ve Yaşam Kongresi Bildiriler Kitabı, Mimarlar Odası Bursa Şubesi, Bursa, ss. 145-150.

Bu icerik 2450 defa görüntülenmiştir.