360
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • Siena ve Palio
    Feride Pınar Arabacıoğlu, Arş. Gör. Dr., YTÜ Mimarlık Bölümü
    Burçin Cem Arabacıoğlu, Doç. Dr., MSGSÜ İç Mimarlık Bölümü

YAYINLAR



KÜNYE
MİMARLIK GÜNDEM

SEÇMENİN KRİTİK TERCİHİ: “Daha Çok Demokrasi” mi, “Daha Çok Proje” mi?

İclal Dinçer, Prof. Dr., YTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü

2011 yılı Milletvekili Genel Seçimleri’nin propaganda döneminde herkes şu sorunun cevabını aradı: Türkiye’nin yerleşik siyaset kültüründe genel seçimler her zaman ülkenin genel sorunlarına yönelik vaatler üzerinden sürdürülmüşken ve 2007 seçim söylemini “daha çok demokrasi” ve “yeni Anayasa” üzerinden yürüten bir iktidar partisi, neden 2011 seçim propagandasını kentsel projeler üzerine temellendirmiştir? Bu sorunun siyaset açısından cevabını bulmak kolay değil, belki birkaç yeni soru sorup, konuyu uzmanlarına bırakmak işin en doğrusu olacaktır.

Başta İstanbul olmak üzere kentler için “sunulan” “projeler” hakkında yapılan yorumlarda “devletin sermaye lehine sürekli olarak yeniden düzenlendiğini” ve bunun en somut nesnesinin “emlak ve inşaat yatırımları” olduğunu dile getirmeyen hemen hemen kalmadı. Ancak önerilen bu projelerin asıl hedefi emlak nesnesi olma niteliğinin dışında sansasyon yaratmak ve dikkatleri başka taraflara çekmek midir? Acaba gerçekte istenen durum, insanların kendi bölgeleri, kendi kentleri için teklif edilen projelere odaklanmaları ve ülke genelini ilgilendiren sorunları tartışmamaları mıdır?

Liberal bakış açısı ve muhafazakârlığı birleştiren “yeni sağ”ın temsilcilerinin toplumun gündemine getirdiği projelerin ülke kalkınmasının tümünü kavrayan bir bakış açısı taşımasını beklemek, artık fazla iyi niyet gerektiriyor. Kabullenmesi daha da zor olan ise, postmodernizmin doruğa vardığı, “kopyala yapıştır”ın en kalitesiz örneklerinin ortalıkta adeta uçuştuğu bu sanal ortam projeleri, kentlerdeki gerçek yaşama ve insanın gerçek sorunlarına karşılık gelmiyor. Üstelik etkilenme o kadar hızlı ilerliyor ki, kamuoyunda henüz siyasetin önerdiği projeler ve bunların yaratacağı kentsel sorunlar tartışılırken “emlak ve inşaat yatırım uzmanları” bu projelerden yer kapma yarışını aşıp, daha çılgın yeni projeler üretme ve önerme aşamasına geçiyorlar.

Sürecin başlatıldığı İstanbul’a biraz daha derinden bakıldığında başka birçok tartışmanın da beraberinde gündeme geldiğini görüyoruz. Fakat önce plan kararları üzerinden bir değerlendirme yapalım. 2009 yılında onaylanan İstanbul Çevre Düzeni Planı’nda kentsel gelişme modeli için kabul edilen temel ilke çok nettir. “İstanbul’un çevresel sürdürülebilirlik ilkeleri doğrultusunda, Marmara Denizi boyunca doğu-batı aksında çok merkezli ve kademelenmiş merkezlerle sıçrayarak geliştirilmesi ve kuzeye doğru gelişimin kontrol altına alınması” olarak özetlenen bu ilke iki temel konuya işaret ediyor. Bunlardan birincisi, İstanbul’un gelişimini Marmara kıyısında devam ettirmek ve böylece kentin yaşam kaynağı olan kuzey ormanlarını korumak. İkincisi ise, doğu ve batı yönlerinde yeni merkezlerle kentin gelişimini dışarıya doğru açmak ve bu yaklaşımla uzun evrede Avrupa-Anadolu günlük seyahatleri azaltmak, kompakt alt kentlerle yaşamı kolaylaştırmak ve ucuzlatmak. Bu sadece 2009 planının değil, metropol ölçeğinde ilk plan olan 1980 planının da, daha sonraki 1995 planının da temel ilkeleri olarak kabul edilmiştir, yerleşik bir plan kararıdır ve yavaş da olsa gerçekleşmektedir. Hal böyleyken ilk proje olarak lanse edilen “Kanal İstanbul” projesinin metropolün anayasası olan “çevre düzeni planı”nı altüst ettiğini, planın genel ilkelerinin yanı sıra kentteki emlak ve arsa değerlerini temelinden sarstığını ve bu durumun, çok güçlü bir muhalefet oluşturulmadığı sürece, geri dönülemez bir başlangıç oluşturduğunu ne yazık ki kabul etmek zorundayız.

Ancak bu altüst etme durumunu sadece seçim döneminin projeleriyle açıklamak da mümkün değil. Neo-liberalleşme ve küreselleşmenin etkisi altındaki kentsel gelişmenin yeni paradigması kamuoyunun önünde yavaş yavaş netleşti ve bu seçim döneminin kentsel projeleriyle iyice gün yüzüne çıktı. 30 yıldır yaşanan bu süreç, önümüzdeki dönemin kentsel siyasetinin nasıl sürdürüleceğine de işaret ediyor. Dönemin ana akımı olan kamu mallarının ve alanlarının özelleştirilmesi, kentsel dönüşümün yıkıcı etkileri, tarihî kent merkezlerindeki gösterişli projeler, soylulaştırma, çeperlerdeki gayrimenkul projeleri, son on yıldır dünyanın tüm metropollerinde mekânsallaşıp yerleşirken, çeper bölgeler ve daha küçük kentler de giderek bu akımın içine girmeye başladılar.

Bu sürecin nasıl bir yönetim biçimiyle mekânsallaştığı sorusu ise bu yeni paradigmanın püf noktasını oluşturuyor. Kentsel yatırımların önündeki tüm engelleri kaldırmak üzere 30 yıldır gerçekleştirilen yeni yönetim düzenlemeleri, her kurumun kendi içinde bağımsız karar alma, aldığı kararı onaylama ve uygulama süreçlerini yerleşik hale getirerek sistemi merkezileştiriyor ve denetim mekanizmalarını işlevsizleştiriyor. Yerelleşme söylemi arkasında merkezileşen bu süreç için yeni sorular sorulabilir: Yerel kurumların kendi içlerinde merkezileşmelerinin ötesinde, kentsel büyük yatırımlara karar verecek ve kaynak aktaracak kurumların merkezî yönetim kurumları haline getirilmesi nasıl bir yönetim biçimine işaret ediyor? Özelleştirme İdaresi, Toplu Konut İdaresi (TOKİ), Demiryollar, Limanlar ve Hava Meydanları (DLH) kurumları bu yapılanmanın en çarpıcı örnekleri değiller mi? Özelleştirme İdaresi’nin işlemleri yap-işlet-devret modelleri olmadan, TOKİ bölgelere kaynak aktarmadan, DLH otoyolları gerçekleştirmeden kentleri yeniden düzenlemek, geliştirmek mümkün mü?

Kendi içinde de merkezileşmiş olan bu yeni yönetim biçimini artık şiddetle sorgulamalıyız, aksi takdirde gelişmişlik düzeyleri birbirinden çok büyük farklılıklar taşıyan kentlerin birbirleriyle yarıştırıldığı bir tuzağın içine düşmekten kendimizi kurtaramayız.

Bu icerik 6560 defa görüntülenmiştir.